Pers imparatorluğunun kurucuları, “İran Şii İslam Devrimi” ile yeni imparatorlukları için gerekli enstrümanı buldular mı acaba?
“1979 İran Şii İslam Devrimi” sonrası, İran’ın; Sünni ve Şii Müslüman topluluklar üzerindeki popülaritesi oldukça arttı. Muhtelif nedenlerle ülke yönetimine ulaşamayan Müslüman kitleler, “olabilir, biz de başarabiliriz” psikolojisine ulaştı.
İran’da gerçekleşen “devrim”, İran’ı İslam Dünyasında belirli ölçüde “rol model” haline getirdi.
Türkiye dahil, bir çok “Sünni İslamcı” organizasyonlar, siyasi yapılar içerisine “İrancı” tabir edilen ekipler yerleşti-sızdı ve “Şii İslam Devriminin ihracı” konusunda oldukça etkili çalışmalar gerçekleştirdi.
Pers imparatorluğunun kurucuları, “İran Şii İslam Devrimi” ile yeni imparatorlukları için gerekli enstrümanı buldular mı acaba?
“1979 İran Şii İslam Devrimi” sonrası, İran’ın; Sünni ve Şii Müslüman topluluklar üzerindeki popülaritesi oldukça arttı. Muhtelif nedenlerle ülke yönetimine ulaşamayan Müslüman kitleler, “olabilir, biz de başarabiliriz” psikolojisine ulaştı.
İran’da gerçekleşen “devrim”, İran’ı İslam Dünyasında belirli ölçüde “rol model” haline getirdi.
Türkiye dahil, bir çok “Sünni İslamcı” organizasyonlar, siyasi yapılar içerisine “İrancı” tabir edilen ekipler yerleşti-sızdı ve “Şii İslam Devriminin ihracı” konusunda oldukça etkili çalışmalar gerçekleştirdi.
İran bu tür gayretler için finans desteğini de eksik etmiyordu. Sünni yapıların önemli bir kısmı “İran Devriminin Şii boyutunu” görmezden geliyordu. İslam algısı “devrime” bu cazibeyi sağlıyordu.
İran’ın; İslam içinde “Şii damarını” doğurarak, Perslerin-Farsların tarihte İslam’ı böldüğü konusu da unutulmuştu çoktan.
Bununla birlikte Türkiye’deki bazı Sünni yapılar; tıpkı Avrupa Katolikliğinin, Protestan, Kalvinizim, Lutercilik gibi dini bakış açılarına bölünmesinde Yahudiliğin parmağı olduğu iddiası gibi, Şiiliğin arkasında da Yahudiliğin olduğu kanaatlerine sahipti ve bu kanaatlerini AKP iktidarının etkisi ile tamamen dönüşünceye kadar, muhafaza da ettiler.
Bu konu elbette benim sınırlarımı aşacaktır. Ancak toplumsal algı bu şekildeydi. İşte İran Şii İslam Devrimi, bu algıyı kaldırdı ve Sünni İslamcılar için de “Şii devrimi” bir model oldu.
Gariptir; Türkiye Alevileri üzerinde “Şii devriminin” hiçbir etkisi olmadı.
İran, Şii İslam Devrimi sonrası öncelikle; Afganistan’dan, Afrika’ya kadar geniş bir alanda, Şii topluluklarla ilgilenmeye başladı. “Devrimi gerçekleştirmiş” Müslümanlar olarak, diğer Şii toplulukları da örgütlemeyi ve İran rejimine bağlı dini yapılar oluşturmayı hedef seçti.
Bölge Şii Devriminin yaygınlaştırılması için oldukça elverişli idi. Yeşil renkler Şii inancının yaygın olduğu alanları gösteriyor. Renk koyulaştıkça Şii oranı artıyor.
İran-Irak savaşı, Irak’taki Arap Şiiliği üzerinde İran’ın etkili olmasını önledi.
ABD’nin; Irak’a müdahalesi ve burada demokratik seküler bir rejim kurması sonrasında İran’a yöneleceğini ima etmesi, İran’ın Şii toplumlar üzerindeki çalışmalarını daha da hızlandırmasına neden oldu.
İran; Amerika’yı kendinden uzakta tutmalı, başka coğrafyalarda kilitlemeli, Irak’ın Amerika’nın eline geçmesine izin vermemeliydi.
İran artık yeni bir konseptle Şii coğrafyasına ve Şii toplumlarına yaklaşıyordu. Bu coğrafyalarda, kendisine yakın toplulukları “ideolojize ederek”, “savaşçı Proxy unsurlar” haline dönüştürdü. Bu unsurlar; İran’ın “milli hedefleri” ve “milli Şii ideolojisi” çerçevesinde, işaret edilen coğrafyada savaşacaklardı. Bütün bu yapının yönetimi, koordinesi, istihbaratın oluşturulması, lojistik ve finans desteği, teknoloji transferi, güç takviyesi-transferi gibi, askeri işlemleri gerçekleştirecek “Kudüs Gücü-Ordusu” böylece kuruldu ve çekirdekten yetişme Kasım Süleymani de başına “lider” olarak görevlendirildi.
İşte Amerika’nın Drondan atılan füzelerle öldürdüğü Kasım Süleymani, böylesine çok önemli bir vazifeden sorumluydu. İran’ın “bekası” Kasım Süleymani’nin üzerindeydi. Süleymani İran’ın “stratejik derinliğini” oluşturmaktan sorumluydu.
Kasım Süleymani; hem askeri komutan, hem istihbaratçı, hem politika ve strateji belirleyici, hem nokta operasyonları gerçekleştirebilen özel kuvvetçi rollerini üzerinde birleştirmişti.
İran’ın stratejik derinliği; Afganistan, bütün Ortadoğu, Azerbaycan, Kuzey Afrika (Mısır-Libya gibi) ve Afrika (Nijerya-Tanzanya-Kongo gibi) gibi çok geniş alanlardaki Şii toplulukları ile ilgilenmeyi ve bu toplulukları “İran’ın milli menfaatleri” çerçevesinde, “Mehdinin geleceği güne” hazırlaması ve de “Mehdi için ortamı hazırlatması” sorumluluğu demekti.
Ama aslında “çıkarı-menfaati” demekti. Her ülkenin olduğu gibi.
İran sadece söz konusu Şii toplumları “ilgi ve etki alanına” almadı, “Şii olmayan Müslüman topluluklarla” da ilgilenmek zorundaydı. Özellikle kriz alanları ve çatışma bölgeleri İran’ın varlık gösterme, müdahale etme bölgeleri oldu. Çeçenistan, Bosna Hersek, Afganistan, Kosova bilebildiğim çatışma alanlarında İran çok önemli çalışmalar yürüttü. Balkanlardaki çalışmaları, yaptığı birçok yatırıma rağmen, toplumsal kabul görmedi. Bosna savaşında belediyeler ve orduda hayati roller oynamış olmasına rağmen.
İran; “İslam devriminin Şii modelini” Sünni toplumlara ihraç ederken, Sünni yapılar içerisinde de güçlü bir şekilde fiilen var oldu. Devrim “İslam Devrimi” olarak sunuldu. Türkiye’deki Hizbullah’ın Sünni karakterli olması, Milli Görüş içinde belirli bir etkiye ulaşabilmeleri belirttiğim stratejisine bağlı olmuştur.
PKK’ya karşı, Hizbullah’ın askeri kanadının Sünni Kürtlerden oluşturulması da bu anlamda “paradokstur.”
Ne Milli Görüş Şii’dir, ne de Türkiye Hizbullah’ı, ne de PKK ile çatışan Kürt Hizbullah’ı.
Burada paradoksu anlamaya çalışmalısınız.
Meseleyi “Müslümanlar arasındaki bölünme gideriliyor, müşterek düşman Amerika ve İsrail’e karşı savaşıyoruz“ diye açıklamak zorlama olur. Birincisi İran “Şii görüşünden” geri adım atmıyor, Sünniler onlara ayak uyduruyor. İkincisi ise İran’ın Arap-İsrail savaşına katıldığı da görülmemiş, aksine Irak ve Yemen’de diğer Müslümanlarla savaşmaktan çekinmemiş. Elbette aynısını Suudi Arabistan da, Mısır da, Türkiye de yapmakta.
Biz tekrar dönelim İran’a.
İran, Şii topluluklarına ve etkisi altındaki Sünni unsurlara “İran Şii İslam Devrimini” ihraç ederken, İran’ın stratejik derinliğinin oluşturulması için de ciddi adımlar atıyordu.
İran; Suriye’nin düşmesinin Tahran’ın düşmesi demek olacağını, Irak’ı etkisine almasının Arap dünyasında çok ciddi bir çatlak oluşturabileceğini ve Yemen’de Husilerin iktidarı ile birlikte “Suud-Vahhabi krallığın” etkisizleştirilmesinin anahtarının eline geçeceğini ve elbette Körfezin iki yakasını kontrol ederek, “petrol akışının kilit ülkesi” olacağını, Lübnan ve Filistin ile İsrail’i bölgede kilitleyeceğini biliyordu.
İran’ın son derece yaygın bir coğrafyada bu planlarını geliştirme gayretlerini sadece Şii İslam Devrimi ihracı olarak anlamak eksik olur düşüncesindeyim.
İlk haritaya bakıldığında “derin Pers-Fars aklının”, “yeniden Pers imparatorluğunu kurma” istikametinde çalıştığını görmek mümkün. Benim bakış açım böyle. Bu “yayılmayı” emperyal bir Fars milliyetçiliği olarak görüyorum. Enstrümanı da “Şii İslam Devrimi anlayışı.”
Amerika ile İran’ın son günlerde arası iyice açılmıştı şüphesiz. Irak üzerinde karşılıklı saldırılar hayli yoğunlaşmıştı. Amerika kendi vatandaşlarına ve üslerine dönük saldırıların sorumlusunu İran olarak görüyor ve bunun “maşasının” da Haşdi Şabi olduğunu değerlendiriyordu.
Irak’tan Suudi Aramco petrol tesislerine atılan füzeler gibi, İran’ın “enerji güvenliği üzerinde etkili olabileceği mesajı” vermesi de dikkati çekmişti.
Hatırlayın. ABD-Körfez ülkeleri-İngiltere Körfeze önemli deniz gücü yığmış, İran-Çin-Rusya Körfeze yakın bölgede müşterek deniz tatbikatı gerçekleştirmişti. Yani sular ısınıyordu.
İran; Lübnan ve Irak halk hareketlerinin kendisini ve bu ülkelerde oluşturduğu İran yanlısı yönetimleri “etkisizleştirebileceği” fikrine kapıldı ve Süleymani, her iki ülkedeki halk hareketlerinin bastırılması konusunda ciddi tedbirler alınmasına gayret etti. Irak’ta 500’e yakın sade vatandaşın öldürülmesi, Lübnan’da göstericileri Emel Şii örgütünün tehdit etme girişimleri, bu gayretlerin uzantıları olarak gözüküyor.
Irak üzerinde hakimiyet tesisi rekabeti bir aşama daha kaydetti ve bölgedeki bütün İran operasyonların arkasındaki en büyük isim Kasım Süleymani ve Haşdi Şabi Irak komutanı Mehdi el-Mühendis, “istihbarat operasyonu” ile ortadan kaldırıldı.
Amerika cephesinden son derece başarılı, İran açısından ise rezalet. Sonuçta en kritik adamını koruyamadı.
Ancak, mesele burada bitmez. Ortada uzun soluklu bir mücadele olduğunu da gözden kaçırmamak gerek. İran’ın “inanmış kadroları”, “yeniden Pers imparatorluğu” için, “Şii İslam Devrimi Enstrümanı” ile uzun soluklu bir mücadele sürdürüyor.
İran bu aşamada; kendisine yönelebilecek “kütlevi güç sahiplerini”, yani Amerika ve İsrail ile ona yerel müttefiklik yapan Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi ülkeleri, daha uzakta meşgul etmenin çarelerini arıyor.
Elindeki güç; bu ülkelerdeki Şii nüfus, Şii olmanın getirdiğini umduğu “İranperestlik” ve “uzun menzilli füzeler” ile “nükleer silah kapasitesi”.
Oluşturabileceği “küresel riskler” ise; Ortadoğu enerji yataklarının kullanılmasını uzun süre engellemek (Suudilerin rafinerisine Yemen’den atılan roketlerin verdiği zararı hatırlayın), aynı çerçevede Körfez’de-Hürmüz boğazında geliştireceği vur-kaç deniz araçlarına sabotajlar ile petrol akışını sağlayan deniz trafiğini aksatmak, İsrail’i “nükleer bomba” ile yok etmek, Ortadoğu’da Şii kalkışması ile krallık-emirlik rejimlerini devirmek, diyebiliriz.
İran’ın bütün bunlara gücü yeter mi? Çok zor. Nükleer kapasite elde etmeden imkansız. Henüz bu kapasiteyi elde etmiş gözükmüyor. 5 kala vururlar. MOSSAD’ın prosesi milim milim takip ettiğinden emin olun.
Biz halen esas filmin jeneriğini izliyoruz.
3‘üncü Dünya savaşı çıkmaz. Ancak “karşılıklı öç alma operasyonları” da durmaz. Bu tırmanma sırasında, birinin “yanlış düğmeye” basması, sinirlerine hakim olamaması veya üçüncü bir tarafın, tarafları sıcak çatışmaya itecek bir provokasyonda bulunması, her zaman ihtimal dahilinde. İşte o zaman “yıkıcı savaşı” beklemek gerek.
Uzak mı? Pek değil. Yakın mı? Pek değil. Her iki tarafa eşit mesafede.
Çare, İran’ın; “yeni Perscilik anlayışını” terk etmesi, “Şii Siyasal İslamcılığını ihraç etme hayallerini” bırakması, İran dışında bulunan Şii toplumlarını “fetih enstrümanları”, “İran’ın Proxy güçleri” olarak görmekten vazgeçmesi, gibi makul adımlarda görülüyor.
İran’ın sahip olduğu “çok etnikli yapının”, “çatlamaya” müsait olduğunun ve bunun bir gün mutlaka olacağının bilincine vararak, mevcut otokrat rejim yerine “katılımcı demokrasiye” geçmesi, hem kendi menfaatleri açısından, hem bölge huzur ve istikrarı açısından, hem de küresel savaş riski açısından en uygun çözüm tarzı.
İran yönetiminin; insanların Şii mezhebine mensup olmalarının, “İran Şii İslam Devrimi hayranı-fanatiği” olmaları anlamına gelmediğini fark etmesi gerekir. İran’da, Irak’ta, Lübnan’da gerçekleşen yaygın protestoların, sıradan ahalinin “hayat pahalılığından ve kötü yönetimlerden şikayet etme” anlamı taşıdığını görmeliler. Diktatörce tedbirlerle, paramiliter unsurlarla insanları zorla zapt etmenin sınırı olduğunu idrak etmeliler.
Aksi sadece kendileri için yıkım olmakla kalmayacak, beğenmedikleri “büyük şeytanın” bütün bölgeyi ateşe atacağı bir savaşı da diğer ülkelere yaşatacaklar.