90’lı yıllar, Türkiye’nin belki de en karanlık yıllarındandır. Çeteleşmenin zirve yaptığı, “at izi ile it izinin biri birine karıştığı” bir dönem idi. Devlet içerisinde yuvalanan çeteler, resmi kurumları esir almıştı. Hak ve hukuk ayaklar altına alındı, nice yargısız infazlar yapıldı. Çok canlar yandı, birçok ocak söndü.
O devir ile alakalı olarak anlatılanlar arasında nice akla ziyan hadise ve girift ilişkiler ağı vardı. O devrin illegal şahsiyetlerinden birisinin, bir bakanın odasının kapısını tekmeleyerek makamına girdiği ve bakanın esas duruşa geçtiği anlatılır. Bu hadise bile tek başına o dönemde Türkiye’nin içerisinde bulunduğu ibretlik hali anlatmaya yeter.
Hukukun ayaklar altına alındığı, kural ve kanunların paspas yapıldığı ve adalet beklentisinin zayıfladığı toplumlarda geleceğe dönük umutlar azalır. Toplumu ayakta tutan değerlere karşı bağlılık zayıflar. Bu bağlılığın zayıflamasıyla da o topluma dönük dâhili ve harici tehditlere karşı gösterilen direnç hattı zayıflar.
Son zamanlarda devlet teamülleri ile bağdaşmayan, kurumsal mantıkla izah edilemeyecek ve hukuk kurallarını ayaklar altına alan bazı gelişmelerin olduğu duyulmaktadır. Akla ziyan gayri remi ilişkiler ağı ve çıkar ilişkileri, kurumsal yapıyı adeta esir almaktadır. Gayri resmi ilişkiler, resmi silsilenin ve prosedürlerin önüne geçtiği an, toplumların idari işleyişinde ciddi sorunlar ortaya çıkmaya başlar.
Bazı duyumlar, aklımıza, yeni bir “çaycı vakası” mı yaşıyoruz dedirtecek boyuttadır. Kimin ayak, kimin baş olduğunun bilinmediği ve başların, ayaklar tarafından belirlendiği bir idari yapının sıhhatinden bahsedilemez. Hatırlanacak olursa, zamanında Osman Baydemir, Diyarbakır Belediye Başkanı iken, PKK ile ters düşen bazı söylemlerde bulunduğu için öncelikle alenen tehdit edilmiş, kendisine “ağız yırtma” ayarı verilmiş; daha sonra da belediyede çalışan bir çaycı tarafından sorgulanarak, ince ayar verme işlemi tamamlanmıştı. Yani çaycı, bir belediye başkanını yargılamıştı. Oturmuş olduğu makamda muktedir değil sadece temsilci olduğu gerçeği kendisine esaslı bir şekilde öğretilmişti.
Günümüzde de bazı resmi kurumlardaki işleyişin ve atamaların resmi teamüller ile izah edilebilecek tarafı yoktur. Bir çalışanın veya memurun, aynı kurumda müdür atamasında belirleyici olduğu ve yeri geldiği zaman da görevden alabildiği ibretlik olaylar duymaktayız. Eğer bu tür vakalar çok yaygın ise ortada vahim bir tablo var demektir. Bu toplum, artık yeni “çaycı vakaları” ve “makam odası kapısı tekmeleme” efsaneleri duymak istemiyor. Medeni toplumlarda bir ilkellik olarak değerlendirilebilecek bu tür olaylara ve ona yol açacak bir zemine kesinlikle müsaade edilmemelidir. Bu tür olayların duyumlarını alınca neler oluyor, diye kendi kendimize soruyoruz. Yoksa 90’lı yıllara geri mi dönüyoruz?
Toplumsal hak ve yükümlüklerde ve yine toplumsal işleyişte adalet kavramının egemen olmasını istiyoruz. İlkel ilişkilerin toplumsal yaşantı ve işleyişi belirlemesini kesinlikle tasvip etmiyoruz. Özellikle çeteleşmeyi andıran ve mafyavari bir karakter taşıyan uygulamalar, toplumun ve idari yönetimin hiçbir kademesinde tasvip edilemez. Bazı parti veya şahısları referans olarak gösterip çevrelerine baskı yapan kimi şahısların varlığı ve icraatları bir hukuk devleti açısından kabul edilemez bir durumdur.