Geçen hafta hayatını kaybeden Türkiye’nin önde gelen felsefecilerinden Teoman Duralı’nın ardından sık sık son verdiği röportajlardan birinde kendisine sorulan soruya verdiği cevap hatırlatıldı:
“-Anneniz Alman, babanız Türk. Siz de ben Türküm diyorsunuz, ama yarınız Alman, hiç kendinizi Alman hissetmediniz mi?
Duralı: Babama sordum "Neyim ben baba?" dedim. Babamın cevapları tereddütsüz olurdu, çok kesin bir adamdı "Sen" dedi, "Türk oğlu Türksün."
Aynı röportajda Teoman Duralı, dış görünüşündeki bu “Almanlık” yüzünden uzun yıllar kendisine pek de “Türk oğlu Türk” muamelesi yapılmadığını da anlatmıştı:
“Bu renklerinizle, bu tipinizle düşmanlığı üzerinize çekiyorsunuz. Yani ırkçılık değil de yabancılanıyordum. Öteki olarak görüyorlardı. Çocuklukta çektiğimin haddi hesabı yoktur. Çok feci şeyler çektim. Bir kere dayak yerdim. Atılırdım, takıma almazlardı... Zonguldak'taydık, bir gün okuldan dönerken canım çok sıkkın, kurum atmışlar bir arsaya... Kurumu görünce başımı o kurumlara soktum, saçlarımı karartmak için. En büyük derdim sarışınlıktı. Bir kere her yerden görünürsünüz. Bahçeden meyve aşırırdık ben anında tipim bozuk olduğu için yakalanırdım, öbürleri kaybolurdu... Bir kere peşinizden gavur diye bağırılması kadar aşağılık bir şey yoktur. Gavur gel buraya, gavur git oraya."
Vefatından sonra üzerine genelde birbirinden kopyalanmış övgü cümleleri dışında pek az şey yazılan Teoman Duralı’nın hikayesini o yüzden hep dikkat çekici buldum.
Saksonyalı koyu Protestan bir Alman anne, DP milletvekilliği yapmış Langaza doğumlu, anne tarafından Çerkes muhacir bir baba, Fransız bir eş, Türkiye’de muhafazakar çevrelerde pek rastlanmayacak bir felsefe kariyeri, 20. yüzyıl Alman düşünürlerine benzeyen bir görünüş, İslam içinde evrim teorisi savunuculuğu, sıkı bir Kemalizm karşıtlığı ve siyaseten sıkı bir yerli ve millicilik, Müslüman-Türk vurgusu, kapitalizm karşıtlığı, İngiliz-Yahudi medeniyeti dediği Batı medeniyetine karşı öfkeli bir pozisyon...
Peki bütün bunlar bir kişinin hayatına nasıl sığmış ve birlikte var olabilmiş?
Teoman Duralı’nın bir hatıratı yok. Hayat hikayesini kendisiyle yapılan nehir söyleşisi kitabında anlatmış.
(Öyle Geçer ki Zaman- Bir Teoman Duralı kitabı, Söyleşi: Ali Değirmenci- Ayşe Yılmaz, Turkuvaz, 2020)
2020 yılında çıkan “Öyle Geçer ki Zaman” kitabı genel olarak nehir söyleşi kitaplarındaki daldan dala atlamalar, ayrıntılara girememelerden malul. Ama yine de ilginç ayrıntılarla dolu.
Teoman Duralı’nın babası Sabih bey, Atatürk’ün kargaları kovaladığı meşhur dayısının çiftliğinin de olduğu Selanik’in yakınlarındaki Langaza’da doğmuş.
Babasının 1981’deki cenaze ilanında aile Kırcaali eşrafından diye tanıtılıyor.
Büyük dedesi Gümülcine müftüsü, dedesi ise Langaza’ya atanmış ağır ceza reisi. Kitaptaki fotoğraflarına göre büyükbabası Mevlevi.
Fakat Duralı kitapta baba tarafının Selanikli ya da Langazalı olmadığını, atalarının Konya’dan Balkanlara göçmüş Avşarlar’dan olduğunda ısrar ediyor.
Tanıdık bir ısrar bu.
Hatta milletvekili olan babasının adı, TBMM kayıtlarında Selanik doğumlu göründüğü için onun tabiriyle bir “yobaz gazetede” yayınlanan “Siyasetteki dönmeler” listesine konulunca o kadar kızmış ki yazıyı yazan kişiye “karşıma çıksın, kozlarımızı paylaşalım” diye haber salmış.
Babasının anne tarafı ise Çerkes.
Dedesinin daha sonra Şam, Halep, Kütahya’daki ağır ceza reisliklerine tayini çıkmış. Babası Sabih Duralı, Kurtuluş Savaşı yıllarında liseyi Kütahya’da okumuş.
Sabih bey, 1927’de yeni kurulan Cumhuriyet tarafından mühendislik eğitimi almak üzere
Almanya’nın Saksonya eyaletinin Çek sınırındaki sanayi kenti Chemnitz’e (daha sonra Doğu Almanya içinde kalmış) gönderilmiş.
Sabih bey 1930 yılında burada Hilda hanımla tanışıp evlenmiş.Hilda Hanım’ın hem babası hem de dedesi askermiş. Süvari binbaşı olan dedesi Hans Georg Kohlschmidt, Birinci Dünya Savaşı sırasında Fransa’da ağır yaralanıp ölmüş.
Kitaptan Teoman Duralı’nın bütün hayatını etkileyen kişinin annesi Hilda Hanım olduğu hemen anlaşılıyor.
Annesi askeri disiplin, ödev ahlakı ve Protestan değerlere sıkı sıkıya bağlı yetişmiş klasik bir Alman.
Yaşadığı şehirden ilk kez Naziler iktidara gelince bir gençlik gezisinde Bavyera’ya götürünce çıkmış, ilk kez denizi ise İstanbul’a gelince görmüş.
Türkiye geldikten sonra bile memleketine hasreti bitmemiş, hep mutsuz olmuş, aralarındaki kültürel fark yüzünden eşiyle de uyumlu bir çift olamamışlar.
Teoman Duralı, anne ve babasının hep tartıştığını hatırlıyor. Ama açık ki o tartışmalarda hep annesinin tarafındaymış.
Muhtemelen anne ve babasının “Teoman” adını seçmelerinin sebebi de bu iki kültürün arasında bir isim olması.
1931’de ilk çocukları Kaya, Chemnitz’de doğmuş. Kanun gereği Almanya’da doğduğu için vaftiz edilmiş, Türkiye’ye gelince de sünnet olmuş. “Hem İsa’ya hem Muhammed’e yar oldu demek” diye anlatıyor Teoman Duralı.
Sabih Duralı ve Hilda Hanım’ın Almanya’da olduğu yıllar tam da Nazilerin iktidara geldiği yıllar.
1933’de yüksek mühendislik eğitimi için Berlin’e giden Sabih bey, bir gün kafede otururken ten rengi yüzünden kendisini Yahudi zanneden Nazi gençlerin saldırısına uğramış, epey bir dayak yedikten sonra ancak pasaportunu gösterebilmiş.
Naziler ırkçı vatandaşlık yasasını geçirince bir kere daha ırkçılıkla yüzleşmiş aile.
Kaya’nın vaftizle elde ettiği Alman vatandaşlığı boşa düşmüş. Anne tarafının kilise kayıtlarından Hristiyan olduğu kesin olsa da Nazi hükümeti baba tarafında da Yahudilik olmadığını öğrenmek için Türkiye Büyükelçiliği üzerinden yazı yazmış.
Soru, o sırada dede Şaban Şükrü Duralı Kütahya ağır ceza mahkemesi reisi olduğu için Kütahya Valiliği’nin önüne kadar gitmiş.
Kütahya Valiliği, Alman Büyükelçiliği’ne cevap vermiş: “Şaban Şükrü beyin soyunda Yahudiliğe ve Ermeniliğe rastlanılmamıştır.”
Duralı, “Almanlar şaşırıyorlar tabii. Nasıl şaşırmasınlar. Ermenilik de nereden çıktı, onu sormadık ki. Yahudiliği sorduk.” Bizim o sıralarda Milli Toplumculuğa (Nasyonel Sosyalizm- Yo) kayan siyasi eğilimimiz var ya” diye anlatıyor bunu.
Neyse ki savaş patlak vermeden aile Almanya’dan ayrılmış.
Önce 1934’de dört yıllık askerliğini yapmak üzere Sabih bey Türkiye’ye gelmiş. Askerliğini Türkiye’nin farklı şehirlerindeki mühendislik projelerinde yapmış.
1937’de ise Hilda hanım ailesinin bastırmasıyla zor bir karar alarak oğlu Kaya’yı alıp Türkiye’ye gelmiş.
Kitapta fazla ayrıntılarına girilmiyor ama oğullarına Alman askeri marşları ezberleten bir anne olan Hilda hanımın bir Alman milliyetçisi olduğunu tahmin etmek zor değil.
Savaşın sonunda bütün ailesinin ve akrabalarının yaşadığı, Alman savaş makinesinin sanayi merkezlerinden biri haline gelmiş Chemnitz’in bombalanma haberleri onu iyice içine kapatmış. Ailesinden aylar sonra ancak haber alabilmiş. Türkiye’de çoğunluğu Alman olan dar bir çevreyle görüşmüş, hep vatan hasreti çekmiş.
Sabih bey ise o yıllarda aranan bir yüksek elektrik mühendisi.
Genelkurmay’da, Kayseri uçak fabrikasında, Eskişehir demiryolu, Kırıkkale silah fabrikalarında çalışmış, savaş sonrası Marshall yardımları heyetiyle olan toplantılara katılmış, en son da elektrik altyapısı sınırlı olan Türkiye’nin iki termik santralinden biri olan Zonguldak Kozlu’ya tayini çıkmış.
Uzun yıllar burada görev yapmış.
Teoman Duralı da 1947 yılında burada doğmuş.
1954’de baba Sabih Duralı, DP’den Zonguldak milletvekili olarak Meclis’e girmiş.
Teoman Duralı, babasının, dedesinin sıkı Halk Partisi muhalifi olduklarını anlatıyor.
Ama bu muhalifliğin sebebi muhafazakarlık değil. Çünkü baba Sabih bey, inançları olan ama ibadet kısmında olmayan, içki içmeyi seven bir adam.
Hatta “Şurada yatarsam, Boğaz’a baba baka amma kafayı çekerim” diyerek Aşiyan’a gömülmeyi vasiyet etmiş, en son Teoman Duralı’nın defnedildiği aile mezarlığı bu yüzden Aşiyan’da.
Halk Partisi muhalifliğinin sebebi, ailenin Kemalizm’e mesafeli olması. O mesafe de İttihatçılar ile başlamış.
O devirde okumuş, bürokratlık yapan insanların Atatürk’e muhalif olması pek sık rastlanan bir durum değil.
Aslında DP milletvekili baba Sabih Duralı kısa bir süre sonra DP’ye de muhalif olmuş.
1954’de DP’den Zonguldak milletvekili olarak Meclis’e giren Duralı, genelde kendi elektrik işiyle ilgili konularda söz almış. Tabii ki Türk-Alman Dostluk Grubu’na girmiş.
Ve üç yıl sonra, yeni seçimlere 7 ay kala da 25 Mart 1957’de milletvekilliğinden istifa etmiş.
Partiden değil doğrudan milletvekilliğinden istifa Türkiye siyasi tarihinde pek görülmeyen bir tavır:
“Büyük Millet Meclisi Yüksek Riyasetine
İktisadi Devlet Teşekküllerinden Etibank teşekkülünün kurduğu Kuzey - Batı Elektrik İstihsal ve Tevzi Müessesesine tâyin edilmiş bulunuyorum. Anayasanın 28 nci maddesi gereğince mebusluk sıfatımı bu suretle terketmiş bulunuyorum. Saygılarımla arz eder muhterem Meclis arkadaşlarıma arzı veda ederim.”
Meclis’e Başbakan Menderes tarafından sunulan tezkerede de istifanın tamamen Duralı’nın kendi arzusuyla olduğu vurgulanmış:
“Büyük Millet Meclisi Yüksek Reisliğine
Zonguldak Mebusu Sabih Duralı'mn, kendi arzu ve muvafakati ile Etibanka bağlı Kuzey -Batı Elektrik İstihsal ve Tevzi Müessesesi Müdürlüğüne asaleten tâyin edildiği ve aynı zamanda Etibankm Elektrik Kısmı Umum Müdür Muavinliğini de vekâleten ifa edeceği, işletmeler Vekâletinden alman 27 . II. 1957 tarih ve 1427/3 sayılı tezkerede bildirilmiştir. Keyfiyeti, Teşkilâtı Esasiye Kanununun 28’nci maddesine tevfikan, saygılarımla arz ederim.”
Peki neden bir milletvekili, seçime aylar kala milletvekilliğinden istifa eder ve ardından mesleği olan elektrikle ilgili bir müdürlüğe tayin edilir?
Teoman Duralı’ya göre babasının milletvekilliğinden istifasının sebebi 6-7 Eylül 1955 olaylarıydı:
“Bu olay işitildiğinde babamın anneme “al sana Kristal gece” dediğini çok iyi hatırlıyorum. O günleri, Nazilerin 1938’de Almanya’da Yahudilerin dükkanlarını yağmaladıkları, Havraları ateşe verdikleri Kristal gece ile 6-7 Eylül’ü karşılaştırdı. Babam bu milletin alnına sürülmüş, temizlenmeyecek bir lekedir. Bunun müsebbibi sizsiniz, istifa ediniz” diye bakanlar kurulunda da kıyameti kopardı.”
6-7 Eylül olaylarının ardından DP içinde muhalif sesler yükseldi, parti grubunda ve kabinede büyük tartışmalar yaşandı, bir süre sonra DP’nin basına artan baskısı nedeniyle 29 DP’li milletvekili partiden ayrılarak Hürriyet Partisi’ni kurdu.
Sabih Duralı, o dönemde istifa eden milletvekilleri arasında değildi. Zaten 6-7 Eylül olaylarından iki yıl sonra istifa etmişti.
Ama bu dönemden itibaren onu parti yönetimine muhalif bir milletvekili olarak görüyoruz.
Özellikle de 1956 yılında basına baskılar getiren Basın Kanunu’na karşısında.
Duralı, Meclis’te muhalefetle birlikte kanun aleyhine oy veren beş DP milletvekilinden biriydi.
İstifa bu gidişe daha fazla ortak olmak istememek ve nezaketle yolları ayırmanın bir yolu olmuş olabilir.
Duralı’nın anlattığına göre baba Sabih Duralı, otoriterliğin her türüne karşı bir insandı.
Kemalizm’e de, nasyonal sosyalizme de komünizme de karşıydı.
DP otoriterleşmeye başlayınca kendi partisinde de muhalif olmuştu.
Basın özgürlüğü, azınlık hakları gibi konulardaki bu muhalif duruşunu ise “dayısı”na borçlu olmalı.
Teoman Duralı’nın hatıratında onun da hayatını çok etkilemiş o büyük dayı ile tanışıyoruz.
Nehir söyleşi de adı bazen “Hasan dayı” bazen “Hasan amca” diye geçiyor. Bir miktar kimliği saklanmış.
Aslında amca değil, dayı. Hasan Amca ya da Amça onun soyadı.
Çerkes boylarından Ubihların Amç sülalesinden geliyor bu soyad.
Nüfustaki adı ise Hasan Vasfi Kıztaşı ama Hasan Amça olarak tanınıyor.
1864 Çerkes sürgününde Anadolu’ya gelmiş bir aileden. Babası cephede şehit düşmüş bir asker. Kendisi önce Kuleli’de ardından Tıbbiye’de okumuş. Önce bütün arkadaşları gibi İttihat ve Terakki’ye katılmış.
Ama İttihat ve Terakki iktidarında hürriyet vaadine aykırı işlerle örgütle arasındaki mesafe açılmış.
Özellikle de İttihat ve Terakki’nin gazeteci cinayetleriyle.
1909’da Haşan Fehmi’nin, 1910 da Ahmet Samim'in İttihatçı fedailer tarafından öldürülmesine ve cinayetlerin faili meçhul bırakılmasına tanıklık etmiş.
1909’da Hasan Fehmi öldürülünce katillerin bulunması için meydanlara dökülen gençler arasında o da varmış:
“Hepimiz bahçeye fırlamıştık. Katile, hükümete lanetler yağıyordu. Bir ara çıkardığımız gürültüden kendimiz bile korktuk, kalabalık kaypakça dağılır gibi oldu. Fakat içimizden bir arkadaş omuzlar üstünde yükselerek, 'Kaçmayın gafiller! Bu görev milletin vicdanını ve idrakini temsil eden Darülfîinun'a (üniversite) düşer. Bizler koca-karılar gibi bedduamızı yapıp evlerimize dağılamayız.' Herkes olduğu yere mıhlanmıştı. Katili istemek üzere topluca Babıâli'ye doğru yola çıkıldı. Burada 'Sadrazam gelsin' diye bastırdık. Bir müddet sonra yetmişlik ihtiyar Hüseyin Hilmi Paşa geldi. Zoraki bir tebessümle kalabalığı selamladı. Aramızdan seçtiğimiz sözcü Hasan Fehmi'nin Galata Köprüsü üzerinde vurulmasına dikkat çeldi. Çünkü köprünün iki başında 24 saat asker ve polisin nöbet tuttuğunu, yani cinayetin bunların gözü önünde işlendiğini söyledi. Ve nihayet katilin yakalanarak şiddetle cezalandırılmasını istedi.”
1912’de bu otoriter İttihat ve Terakki iktidarını yıkmak için kurulan Halaskar Zabitan grubuna katılmış.
Örgüt ona Talat Paşa’yı öldürme talimatı vermiş ama öldüremeden diğer grup üyeleriyle birlikte yakalanmış.
İdamdan, kendisini sorgulayan Cemal Paşa tarafından kurtarılmış.
Cemal Paşa ile yolu bir kez da Suriye’de kesişiyor.
Yıl 1916.
Ermeni tehciriyle Halep’e getirilmiş on binlerce Ermeni açlıkla mücadele etmektedir.
Kendi anlatımına göre Cemal Paşa, Çerkes Hasan Amça’yı onlara yardımla görevlendiriyor.
Agos gazetesinde hatıratı üzerine çıkan yazıdan okuyalım:
“Cemal Paşa onu Anadolu'dan tehcir edilip, Halep'te açlıktan ve hastalıktan kırılan Ermenilere yardımla görevlendirir. Hasan Amca bu insanların ancak çalışırlarsa hayatta kalabileceklerini anladığı için birçok dokuma tezgâhı ayarlayıp Ermenilere verir. Ücret olarak birer somun asker tayını dağıtarak açlıktan ölümlerin önünü keser. Böylece Halep’teki tehcir kampı diğerlerine göre daha insani koşullara sahip olur.”
http://www.agos.com.tr/tr/yazi/966/cerkes-hasan-amcanin-kaleminden-suriye-1915
Teoman Duralı da amcasının bu yaptıklarından haberdar:
“Dayım sayısız Ermeni kurtarıyor. Gelen kafileleri evinde barındırıyor. Talat Paşa’dan dayıma telgraf geliyor.: Askere ayıracak tren kalmadı. Ermenilerin nakledildiği trenler orduya tahsis edilecek. Hepsini peyderpey yok edin. Nasıl öldüreceklerini yazmıyor. Açlığa mı mahkum edecek, vuracak mı? Dayım bu buyruğu dinlemiyor... Ermeniler teşekkür babında dayıma, Kudüs yakınlarında çiftlik hediye ediyorlar...”
Hasan Amça, Halep’te gördüklerini döndüğü İstanbul’da 1919 yılının Haziran ayında Alemdar gazetesinde açık bir dille yayımlamaya başlıyor:
“Bu dağlar, yaratılış tarihinden beri bu derece vahim sefalet taşımamış, görmemiştir. Dört gün devam eden bu seyahat, bana insan denilen mahlûkun ne derece yırtıcı, ne derecelere kadar dayanıklı olduğunu o kadar kati gösterdi ki; korktum, insan soyuna mensup olmaktan utandım. Mide ve ihtiyaç ıstırabı, insan doğasında ne iğrenç tabiatlar doğuruyor.
Hemcinsinin, ot, leş, kendi evladını yediğini görmekten, işitmekten insanlık ne hisseder? Bu duyguyu ve tesiri hangi kelimelerle izah eder!
Benim gibi âdem evlatlarının, mecalsiz adımlarla yürümeye çalışarak, hayvanlar gibi ot yediklerini, bir eşek leşini yırtıcı hayvanlar gibi, birbiriyle kavga ederek parçaladıklarını, bağırsaklarını paylaşmak için birbirinin boğazına sarıldıklarını gördüm. Bu leşin paylaşımı için benim dilimde konuştuklarını işittim. İnsanın bütün havası dönüyor, gözleri gördüğüne, kulakları işittiğine inanmak istemiyor... Fotoğraf makinesi ile yanlarına yaklaştığım zaman ehemmiyyet bile vermediler. İçlerinden biri bile dönüp bakmamıştı. İnsanların en yüksek gayelerine, en yüksek heyecanlarına lanet ederek buradan uzaklaştım.”
Alemdar gazetesi bir süre sonra gelen tepkiler üzerine hatıralarının yayınına son verir.
Sadece hatıralarını yazmakla kalmamıştır Hasan Amça, elindeki fotoğraf makinesiyle gördüklerinin fotoğraflarını da çekmiştir.
O fotoğraflardan birinde Halep’teki Ermeni mülteci kadınlar ölmüş bir eşeği yerken görülmektedir. O fotoğraf Erivan’daki soykırım müzesinde Hasan Amça’nın adıyla sergileniyor.
https://twitter.com/armenia/status/1385908054546427906?s=20
Hasan Amça, işgale karşı ise Milli Mücadele içinde yer almış.
Ama resmi hikayenin yine yanlış tarafında; Yeşil Ordu’da Çerkes Ethem’in yaveri olarak.
Ethem beyle Mustafa Kemal’in arası açılınca o milletdaşı Ethem beyin tarafında kalır. Onunla birlikte Yunanistan’a sığınır.
Ve Cumhuriyetin 150’likler listesinde yer alır.
Yüz elliklere af çıkınca Türkiye’ye döner. Vatan ve Dünya gazetelerinde gazetecilik yapar. Görüp yaşadıklarını “Nizamiye Kapısı" ve "Doğmayan Hürriyet" kitaplarında anlatır.
1961 yılında vefat ettiğinde cenazesinde olanları yine Agos’tan okuyalım:
“15 Mart 1961 günü Kadıköy'deki Osmanağa Camii’nde düzenlenen cenaze törenine sadece Hasan Amca’nın gazeteci yakınları ve akrabaları değil, pek çok Ermeni de katılır. Törende dönemin Ermeni Patriği Karekin Haçaduryan yüksek sesle şunları söyler: 'Ona minnet borçluyuz. Savaşta açlık ve sefaletten bizi kurtaran odur. O olmasaydı, biz de olmazdık.”
Teoman Duralı da geniş bir çevresi olan, aileyi çok etkilediği anlaşılan büyük dayısının cenazesinde yaşananların tanıklarından:
“1961’de öldüğünde, babamla cenazesinde İstanbul’a geldik. Bir baktık, Ermeni Patriği Karekin Haçaduryan da orada. Babam gidip “şeref verdiniz” deyince, o da “Bu adama namütenahi can borçluyuz. Onun adını, soyunu takdis ediyorum. Allah sizden gani gani razı olsun” şeklinde yanıt verdi.”
Hasan Amça’nın hikayesi 2003’de Müfıd Ekdal'ın "Eski Bir İhtilalciden Dinlediklerim" kitabı çıkana kadar unutulmuştu.
(Hayat hikayesi üzerine bir okuma için: https://www.birgun.net/haber/hasan-amca-9949)
Muhtemelen bu unutulma ailesinin de hayatını kolaylaştırmıştı.
Halaskaran-ı Zabıtan grubu üyesi, Ermeni tehcirinde Ermenilere yardım edip, daha sonra olan biteni bütün çıplaklığıyla gazetede yazmış, Çerkes Ethem’in yaveri, Cumhuriyetin vatan hainleri listesi olan 150’liliklerle ülkeye girişi yasaklı bir dayı gerçeğiyle bu ülkede yaşamak çok kolay olmasa gerek.
Özellikle de Alman bir anneden doğma dikkat çekici sarışınlıktaki bir Türk genci için.
Taşınması ağır bu yüklerin ortaya kimlik krizleri çıkarması kaçınılmazdı.
Nitekim Galatasaray Lisesi’nden mezun olacak ağabey Kaya Duralı, Türkiye’de istihbarata girdiğini, dış istihbaratta gizli görevler yaptığını öğreniyoruz kitaptan. Siyaseten ise Türkeş’i tuttuğunu hatta alenen nasyonal sosyalist fikirleri savunduğunu da...
Kendisinden 16 yaş büyük olan ağabeyinden haliyle etkilenmiş Teoman Duralı.
1965’de Ankara’da TED Koleji’nde okurken, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin kongresine gitmiş.
Osman Bölükbaşı’nın genel başkanlığı Alparslan Türkeş’e devretmesini görmek için.
Akşam babasına “ Türkeş, CMKP’nin başına geldi, yeni bir gün doğuyor” diye haberi müjdelediğinde babası ona yılların tecrübesiyle şu cevabı vermiş: “Oğlum bu ülkede hiç gün doğmaz, merak buyurma.”
Duralı “Milli olan bir toplumculuğu savunduğuna inandığım veya en azından inanmak istediğim MHP’ye oy vermişimdir” diye anlatıyor o yıllardaki siyasi tercihini.
1965 seçimlerinde ise TİP’e oy vermiş. AP’ye oy veren ağabeyinin “Yahudilere oy verdin” uyarısına rağmen.
1971’de Afganistan’daki bir dağ tırmanışı sırasında geçirdiği kaza sonrası ise o zamana kadar hayatında özel bir yeri olmayan İslam’a yaklaşmış, dindarlaşmış, milliyetçi fikirlerini Müslümanlıkla meczetmiş.
Bu dönemde kendisi etkileyen hocalardan biri de Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre.
Milli ve toplumculuk Duralı’nın siyasi fikirlerinde kritik kavramlar.
Nehir söyleşisinde İkinci Dünya Savaşı’nda iki görüşün savaştığını anlatıyor:
“Almanların amaçladığı hayat bireye, kazanca, kara dayanmıyor. İnsan soyunun ürünüdür. Bu soy maddi ve biyotiktir, aynı zamanda maneviyatı da bağrında taşımaktadır. Geist yani maneviyat hayatımızı belirleyen en temel unsurdur. Maneviyatın yüksek olduğu toplumlar başattırlar, muzafferdirler. Bunun en önemli göstergesi sağlam ve savaşçı yönleridir. Savaşma yetisi bir toplumun sağlamlık ile sağlık belgesidir. Onun altında kültür yer alır. Bu da bir kültür yaratma işidir. Dolayısıyla bu üstün soyu elden geldiğince korumak gerekir. Kendini soyunu korumakla yükümlü gören başka bir kavim, İbranilerdir. Niye soylarını yüce görüyorlar. Tanrı dinini tek onlara emanet etmiş, onu korumaları lazım. Bunun için de soylarını sağlıklı tutmak mecburiyetindeler. Bu iki blok karşı karşıya geliyor. Yahudi 17. Yüzyıldan itibaren kendine can yoldaşı, müttefik olarak İngiliz’i buluyor. Bütün olayları bu ittifak belirliyor. Öncelikle ABD yaratılıyor. Kara Avrupasındaysa köprübaşı Fransız Devrimiydi. Artık bu eski usul idareden yenisine geçiliyor. Eski usule yani Yeniçağ dindışı Avrupa medeniyetine ancien regime deniyor. Bu terkedilip İngiliz- Yahudi milletinin belirlediği düzen, çağdaş/modern rejim benimseniyor.”
Teoman Duralı Malezya’da üniversitede görev yaparken “Batı medeniyeti” yerine “İngiliz-Yahudi medeniyeti” tezini geliştirdi ve bu konuda bir de kitap yazdı.
Bu tez siyasi ve felsefi arka planı dışında İngiliz ve Yahudilere karşı öfkeli fikirleri içeriyor:
“Bazı milletler aynı kişiler gibi kurnazdır, zekidir, akıllıdır, saftır. Almanlarda ise saflık vardır. Çok kolay bir şekilde aşırılığa kaçarlar. İngilizler ise tam tersidir, hin oğlu hindir. Yahudilere çok benzerler. Aralarında kavmî bir bağlantı olmamakla birlikte benzerler. İngiliz-Yahudi medeniyeti burada birleşir.”
Anlaşılan bir noktadan sonra Yahudilik ve masonluk her kapıyı açan bir anahtara dönüşmüş onun için.
Türkiye’deki sosyalistler “sonradan anladık ki üç beş Türkün dışındakilerin hepsi Yahudidir”. Osmanlı’yı bölen Türkçü fikirleri Yahudiler aşılamıştır. İkiz Kulelerin indirilmesi İngiliz ve Yahudiler arasında işbirliğinin çatlamasının sonucudur, muhtemelen Yahudilerin gözdağıdır. Türkiye tarihinde mason olmayan iki başbakan ise Menderes ve Erdoğan’dır.
2020 yılındaki nehir söyleşisinde “Ne yazmak istiyorsunuz” sorusuna iki kitap fikriyle cevap vermiş: Eflatun kitabı ve Nasyonal sosyalizm üzerine bir kitap:
“Bu ele alınmamış, son derece yanlış kanılarla dolu bir konu. Taraf tutmadan, ne aleyhte ne lehte bir kitap hazırlamağı istiyorum.”
Teoman Duralı Cumhurbaşkanlığı Bilim, Teknoloji ve Yenilik Politikaları Kurulu üyesiydi ve Cumhurbaşkanlığı Kültür Ödülü’nü de almıştı.
Nehir kitabında Erdoğan’a karşı inancını da ortaya koymuş:
“Cumhurbaşkanımız, telafisi mümkün olmayan bir hata işlememezse Türkiye’yi iyi bir yere götüreceğine inanıyorum. Bunun bana tevdi ettiği yeni görevlerle bir ilgisi yok.”
Hayat hikayesini okuyunca bunu samimiyetle söylediğini anlamak zor değil.
2020 yılında Turkuvaz’dan çıkan kitabı üzerine Sabah gazetesinde verdiği röportajın başlığı şöyleydi:
Babası Türkmen, annesi Alman, karısı Fransız ama o diyor ki: Türkoğlu Türküm ben.”
O “ama” kimlikler arasında kalmış bu 74 yıllık hayat hikayesinin belki de kısa bir özeti...