30. 07. 2018 Pazartesi
Dinin toplumu bir arada tutmak, huzuru sağlamak, toplumu kaynaştırmak, barışı temin etmek gibi işlevleri üzerinde sıkça durulur. O kadar ki, sosyolojinin en büyük isimlerinden biri olan Emile Durkheim toplumu bir organizma olarak tasavvur etmiş ve her toplumsal kurum veya birimin bu yapıda bir beden içindeki organlar gibi bir işlevi yerine getirdiğini düşünmüşken dine daha da ötede bir işlev yakıştırmıştır. Din bütün bu organların birbirleriyle uyumlu çalışmasını sağlayan birarada tutan ve kaynaştıran bir sistem unsuru olarak çalışır. Bu işlev için çimento veya tutkal gibi mecazlar da kullanılmıştır.
Üstelik Durkheim dinin bütün bu işlevlerinin altını çizerken aslında dine veya dinin hiçbir iddiasına olduğu gibi inanmamaktadır. Ona göre dinin iddiaları doğrudan kabul edilebilecek iddialar olmamakla birlikte her birinin özel bir anlamı vardır. O anlam da toplumun varlığını ve bütünlüğünü kurmak ve korumaktır. Aslında böylece Durkheim dinin kökeninin ne olduğu sorusuna da kendine göre bir cevap vermiş oluyor: Din toplumun bizzat kendisinin bireylere empoze ettiği ve nihai amacı kendini kurmak ve hayatiyetini devam ettirmek olan bir şeydir. İnsanlar tanrıya taptıklarını zannederler ama taptıkları aslında toplumun kendisinden başka bir şey değildir.
Yüzyıl önceki dinin kökeni ve anlamı tartışmalarında Durkheim, Tanrı´nın öldüğü veya ölmesi gerektiği iddialarına karşılık, ne öldüğü ve ne de öldürülebileceği şeklinde ilginç bir cevap veriyordu. Ancak toplumsal işlevi dolayısıyla ölmemiş veya ölmeyecek olan Tanrı zaten onun için hiç yoktu. O, toplumun bizatihi kendisiydi ve insan toplumsallığı var olduğu sürece de yaşamaya devam edecekti. Çünkü insanın toplumsal varlığı bu beraberliğe bir ruh ve anlam verebilecek bir simgeselliğe her zaman ihtiyaç duyacaktı. Belki tanrıların türü, rengi veya görüntüsü değişecek ama bir tanrıya hep ihtiyaç olacaktı.
Bu tartışma bir yana bugün dinin barışı temin etme veya toplumsal bütünleşme ve dayanışma işlevini yerine getirme hususundaki performansına bakıldığında başka bir paradoksla karşı karşıya kalıyoruz. Din birleştiriyor mu, daha mı çok parçalıyor? Din barıştırıyor mu savaştırıyor mu? Dinin çatışmaları gideren ve huzuru temin eden yanı mı daha ağır basıyor yoksa dünyanın her yanında çatışmaları körükleyen yanı mı?
Bugün dünyanın süper gücü olan ABD´de tam da Durkheim´in istediği türden bir sivil din anlayışının hakim olduğu kabul ediliyor. Ama ABD´nin bugünkü din anlayışı dünyaya bir barış ve huzur getirmek bir yana, dünyayı tam bir din savaşına sürüklemek hususunda emsali görülmemiş bir ihtiras ortaya koyuyor. ABD´de din, bazı özel seanslarda sergilenmeye çalışıldığı gibi insan sevgisi aşılamak bir yana, sürekli olarak bazı ırklara veya dinlere mensup kafirler-şeytanlar varsayıp bütün bir ABD halkını onlara karşı kışkırtmakla meşgul.
Evanjelizm insanları içinde bulunduğumuz binyılın başında kopacak büyük savaşa hazırlıyor. Bu savaşta bilhassa kafir, putperest olarak tanımlanan Müslümanlar tam bir nefret ve düşmanlık hedefi olarak kopacak savaşta acımadan yok edilecek düşmanlar olarak kurgulanıyor. Bugün yürüttükleri terörle mücadele tiyatrosunun teröristten ziyade sivil insanların hayatına mal olması o yüzden zerre kadar üzmüyor, endişelendirmiyor onları.
Çünkü ölenler nasılsa nefret edilen, bütün kötülüklerin taşıyıcısı kafir, barbar Müslümanlardır. Bir dinin insanın gözünü bürüyecek kadar nefret ve ırkçılık üretebiliyor olması aslında sorunun başıdır. Üstelik bu din tam da bu agresif performansıyla gerçekten de Durkheim´in tasarladığı gibi ABD içinde belli din cemaatleri arasında daha fazla grup dayanışması, bağlılığı ve kimliği oluşturuyor. Durkheim´in söylediklerini ciddiye alan din sosyolojisinin çözmesi gereken asıl paradoks da burada yatıyor.
Kuşkusuz kin, nefret ve düşmanlık üretme potansiyeli bakımından ABD´deki Evanjelizm yalnız da değildir. Bugün İsrail´de Yahudilerin de gözü önünde Filistinlilere yapılan apaçık zulüm ve haksızlıklar, bu kadar çok din mensubunu kendileri için istemedikleri bir kötülüğü başkalarına rahatlıkla yapma noktasına nasıl getirdiği sorusunu sordurmaz mı? Bir topluluğun başka bir topluluğa zulümde bir kaynaşma ve dayanışma noktasına gelmiş olması bir din anlayışı veya yorumu tarafından körükleniyor. Tabi buna bugün Myanmar´da Müslümanlara yapılan zulümde Budist dininin sergilediği performansı da, Srebrenitsa´da işlenen zulme karşı sergilenen Hıristiyan duyarsızlığı da ekleyebilirsiniz.
Dinin birleştirici veya grup dayanışmasını artırıcı performansı konusunda sanırım bizi kuşkuya düşürecek örnekler değil bunlar. Çünkü bilhassa dinler arasındaki karşılaşmalar veya çatışmalar her din grubunun kendi içindeki dayanışmasını ve birliğini daha da artırmaktadır.
Bugün dinin küresel ölçekte gördüğü işlevi hep birlikte daha fazla yaşamış oluyoruz. Sahne bir çok konuda olduğu gibi din alanında da küresel ölçekte bir sahne ve dinin rolü de küresel ölçekte oynanıyor. Bu ölçekte de her dinin kendi karakteri, nitelikleri ve dünyaya söyledikleri giderek temayüz etmektedir.
Hangi din insanlara ne vaat ediyor, ne sağlıyor ve ne getiriyor? Bu dinin mensupları da dinin mesajını ve misyonunu küresel ölçekte yüklenmek durumunda kalıyorlar. Ne kadar istense de bundan kaçış olmadığını görüyoruz son zamanlarda. Siz vazgeçseniz diğer aktörler vazgeçmiyor. Siz başka türlü bir dünya arzulasanız da size o dünyaya bir kaçış imkanı sunulmuyor. Bakalım bindi(ril)diğimiz bu alamet bizi nereye götürecek?
Kaynak: yenisafak.com