Cumhuriyet ve laiklik öncesi duruma bir bakış…
Sivas olaylarıyla ilgili o günden bugüne kadar medyada birçok şey yazılıp çizildi. Çok şey söylendi, konuşuldu vs.
Bu topraklarda meydana gelen birçok olayın, her ne kadar kendine özgü iç dinamikleri varsa da, vücuda getirilmesinde emperyalist güçlerin etkisinin ve katkısının varlığı gözden kaçırılmamalıydı.
Bu iç dinamiklerden birisinin ve belki e en önemlisinin Sünnilik-Alevilik bağlamında mezhebi dinamikler olduğu da dost, düşman herkes tarafından bilinmektedir.
Tek bir şartla ki, Osmanlı’nın, en azından ilk dönem insanı açısından dini olmaktan ziyade kültürel olarak kendisinin de içerisine bulunduğu Alevi-İslam geleneğinden; “saltanat ve fetihler” adına sıyrılması akabinde olan bitene bakıldığında “kol kırılır, yen içinde kalır” fehvası mucibince, Alevilere yönelik düşünce ve eylemlerin pek e “dış’a yansımadığı görülürdü.
Dışa yansıtmadığı içindir, sözde toplumsal plandan ziyade “İslam adına” fetih gerçekleştirdiği kabul gören askerin-yeniçeri- Hacı Bekdaş-ı Veli çizgisine bağlılığı ve yakınlığı düşünüldüğünde, bu “kol kırılır” düşüncesinin önemi kendiliğinden ortaya çıkardı.
Bununla birlikte cumhuriyetin ilk yıllarında meydana gelen Dersim katliamını mahiyetini, aslında, günümüzde düşünüldüğü gibi olmadığı bilinmeliydi.
Tamam, Dersim’dekiler de Aleviydi, ama onlar, resmi zevat ve dönemin birçok sosyal ve siyasal bilimcisinin, aydınını, yazarının, çizerinin düşüncesinde belirginleştirdiği gibi “Türk” olduklar halde Kürtleşmişlerdi, Zazalaşmışlardı. Bu, asla kabul edilemezdi!
Alevilik ise, Türklükle bağlantılı olup İslam’ın bizzat özü idi!
“…Horasan konusu yıllarca Dersimlilerin Türk, hem de ‘öz Türk’ oldukları yönünde şoven bir asimilasyon politikasının argümanı olarak kullanıldı. Dersimliler Horasan’dan gelmişlerdi ve Horasan ‘Türk yurdu’ idi… Bu ‘resmi’ görüşü Kürt Alevileri açısından ‘güncelleyerek’ halen savunan kalemler olduğu biliniyor. Bu kişilerin savundukları görüşe göre ‘İslam’ın özü’ olan Alevilik bir ‘Türk inancı’dır… Bu durumda hem ‘Türk yurdu’ Horasan’dan geldikleri hem de Alevi oldukları için Dersimliler ‘öz be öz Türk’ oluyorlar(!)”(https://www.goodreads.com/work/quotes/25428407-dersim-dersim)
Orası, yani Dersim haddizatında Türk yurdu idi(!) ve öyle kalacaktı!
Yani, kısacası, cumhuriyet hükümetinin derdi, ne gerçek anlamda Sünnilik ve ne de Alevilik idi. Onun esas derdi, gayr-i Müslim unsurları bir tarafa koyduğumuzda, bu topraklar üzerinde yaşayan farklı kavimlerden oluşan Müslümanları ulusalcılık saikiyle Türkleştirmekti.
Ama Dersim, onlar açısından he ne kadar Türk idiyse de, oraya arız olan Kütlük belası(!) ortadan kaldırılmalıydı. Ve zaten, olan, bitende bu açıdan değerlendirilebilirdi!
Bununla birlikte, devletin laiklik kartına rağmen, ülkeyi ve toplumu elde tutmak adına, tarihi bir derinliği bulunan, anlamı ve etkisi bulunan; İslam ve ona bağlı olarak Sünnilik içerisindeki Hanefi/Matûrîdîlik, salt din adına olmasa da, kültürel açıdan sağlam bir harç olarak yapıda kendine bir yer buluyordu.
Yine buna bağlı olarak; en laikçi iktidar dönemlerde dahi, bu kimlik(Hanefi/Matûrîdî) Diyanet kurumu üzerinden elde tutuluyordu. Ki, bunun da elbette kendine özgü tarihsel, kültürel ve önemlisi de literal(metinsel dini kaynak) şartları vardı.
İnanç açısından İslam’ı dışlamış bulunan, ama onu salt kültürel ve yönetsel meşruiyet açısından elde tutmaya çalışan “yeni” devletin, zamanla geliştirmeye çalıştığı laikliğin toplumsal temel bulması için gözünü diktiği Alevi kitle, he ne kadar homojen bir yapı oluşturmasa da, o kitlenin Osmanlı döneminde görmüş olduğu eziyetlere binaen, adeta, “ölümün gösterilip sıtmaya razı edilmesi” gibi bir ikilem içerisinde yönlerini aradıkları kabul görürdü.
İşte, cumhuriyet dönemi ile birlikte, her iki kesimde hatırı sayılır sıkıntılar yaşadıkları halde, birbirlerinden korkutulur hale geldiklerinden ötürü; Kendileri istemese de çoğu kez bazı olayların onları içine çektiği yakın tarih sayfaları içerisinde bulunabilirdi.
O ZAMAN GELELİM 1993’E…
Niçin Sivas´ ya da hile bazlı´ oyunlar?
1., 2. ve 3. yıl etkinlikleri Sivas´a bağlı Banaz köyünde yapılan “Pir Sultan Abdal Kültür ve Sanat Ekinlikleri” nedense o yıl (1993) Alevilerle birlikte Sünnilerinde yaşadığı Sivas´a alınmıştı. Alınan bu karar bizce sıradan ve rastlantı sonucu değil, politik kaygılarla deruhte edilmek kastıyla alınan bir karardı. Zaten oluşan o vahim olayların künhüne vakıf olduğumuzda, alınan kararın ayrıştırıcı yönü ağır basan salt siyasi bir karar olduğu ayan beyan görülecektir. Alınan bu karar, belli ki birden çok drama sebebiyet verdi, vermesine, ama bu ülkenin ve Müslüman halkının kimyasını yok etmeye yönelik şeytani bir tuzak olduğundan örgütlü ve örgütsüz şeriat karşıtı çevrelerin ellerinde patlamıştı. Olayların akabinde çeşitli laik, Kemalist ve sol çevrelerin tertipledikleri “şeriat karşıtı” mitingler, bir nevi “fetret dönemi” olarak tanımlayacağımız kısa bir zaman dilimi sonrasında, en azından kültürel bazda bile olsa kendilerini şeriata, Kur´an´a ve İslam´a nispet eden halk yığınları tarafından zaman içerinde nefretle anılır oldu. Zira halk gerçeği görmüştü!
Şeriat, Müslümanlar için olmazsa olmaz bir hakikatti! Anlaşılan ifsad komitesinin hile ve tuzağı Anadolu halkı üzerinde bu kez de tutmamıştı? Bu defa da tuzakları boşa çıkmıştı?
Temelden alırsak?
12 Eylül ile birlikte birtakım sosyal değişimlerden dolayı birçok kitle gibi, özellikle de şehirleşme trendine bağlı olarak kendi sosyalitesi açısından çözülme emaresi gösteren Alevi kitleye yönelik bazı çabalar uzun yıllardır sürüp gitmekteydi.
Bu çabadan amaçlanmak istenen şey mahiyeti ve keyfiyeti tartışılsa da gelişme istidadı gösteren İslami hareketi durdurmaya çalışmak; 79 Şubat devrimiyle birlikte İran´dan Alevilere uzanan dost eli kırmak ve 50´li yıllar sonrası devleti sahiplenme açısından Sünnilerden kısmen de olsa boşalan yere Alevileri oturtmaktı. Zira 12 Eylül süreci İran İslam devrimi ve küresel ölçekte ve ona koşut olarak gelişen bölgesel ve küresel İslami hareketlerin etkisiyle, başta gençlik kesimi olmak üzere Müslümanlar büyük oranda devletten ve sistemden kopuş atmosferinde kendilerini yeniden var etmeye çalışıyorlardı.
Bu, olaylara neden olan sadece bir yöndü. Kopuşun daha birçok yönü vardı. Bizce önem açısından ikinci bir nedende Kürt sorunuyla başı derde giren laik ve ulusalcı sistemin PKK´yı yok etme arefesinde Alevi kitlenin olabildiğince yoğun desteğini sağlamaktı. Sistem olası bir destekle PKK´yı ezip Kürt sorunu´nu kökten kazımayı(!) düşünüyordu! Gerçi PKK ortadan kaldırılmış olsaydı dahi Kürt sorunu toplumsal, kültürel ve ekonomik parametreleri olan bir sorun olarak yerli yerinde duracaktı. Ki, var olan bu sorun, laik sistem tarafından, bir amaca matuf olarak yıllar öncesinde oluşturulmuştu.
İşin ilginç tarafı Sünni kitlelerle birlikte Alevilerde bu sorunun oluşturulma arefesinde sistemin gadrine uğramıştı. Ör. 1937 Dersim olayları.
Ama buna rağmen Alevi kitlelerin Dersim özelinde laik ve ulusalcı sistem tarafından bir soykırıma tabi tutulması gerçeği halen ortadayken, onlarca yıldır, sanki başka bir alternatif ve düşünce, yol ve yöntem yokmuşçasına blok şeklinde, hemen hemen her seçimde oyların CHP´ye gitmesi garabet olsa gerekti!
Gerçi bu garabet Türkiye sathında çeşitli sağcı, solcu kitleleri de adım adım takip eden “ironik” bir inceliğe haizdi.
Sorular? Sorular?
Sivas´ta karanlık laik güçlerin tertiplediği bu olaylar yıllarca tartışılıp duracaktı belki. Ve belki o zaman asıl suçlular ortaya çıkarılır “nedenler ve nasıllar” üzerinde en sağlıklı değerlendirmeler yapılabilirdi.
Yeri gelmişken, ilgilisine şu sorular sorulabilir;
1-Yıllardır adına etkinlik nedir düzenlenmeyen bir kişi için, neden son yıllarda bir etkinlik düşünüldü?
2-Düzenlenmesi düşünülen etkinlikler Pir Sultan Abdal´ın doğum yeri Banaz´da yapılsaydı, daha doğal, şık ve daha anlamlı olmaz mıydı?
3-Alevi olmasına rağmen “laik ve Ateist´ olmayan bir insan adına düzenlenen etkinliklere laik ve ateist kimlikli ve bir o kadar da İslam karşıtı fikirleri bulunan biri neden ve niçin davet edilmişti?
4- Kendi halkına Müslümanlığından dolayı düşman olan bir bürokrata neden ve hangi sebeplerden dolayı Sivas gibi önemli ve kritik bir ilin valiliği verilmişti? Ki, zaten, burada devletin kendi halkıyla neden bir türlü barışamadı gerçeği de gün gibi orta yerde duruyor?
5-Daha makul bir insan, valilik makamına getirilemez miydi? Yoksa halkın anlayamadığı olağanüstü durumlarla mı karşı karşıya idik? Bunu da bilmek hakkımız olsa gerek!
6-Şehirdeki medrese duvarlarına Marx, Lenin ve Stalin gibi Marksist lider ve önderlerin fotoğrafları, halkı tahrik için mi, yoksa teskin etmek(!) için mi asılmıştı?
Aslında soruları daha da çoğaltabiliriz. Belki de bir grup azınlık dışında hemen herkes bu türden soruları, aklına getirmiş olabilir. Bu olan bitenin aklı başında olan insanları düşündür(t)memesi zaten neredeyse imkânsız gibiydi. Zira ortada resmen ve cebren bir düzenbazlık vardı!
Sivas´tan Başbağlar´a?
Gizli, mülevves ve “derin” eller tarafından sahnelendikten sonra Müslümanlara mal edilmek istenen oyunlardan bir, iki gün sonra bir grup terörist; Erzincan /Kemaliye -eski adıyla Eğin- ilçesine bağlı Başbağlar köyüne baskın düzenleyerek, ortlığı yakıp yıkarak bir katliam gerçekleştirdiler. O olayda tam 33 Sünni köylü, köyü basan teröristlerce katledilmişti. Başta bu vahşet derecesini de aşan mahiyetteki katliamı TİKKO ve PKK üstleniyordu. Bölgeyi ve bölgenin mezhebi ve etnik yapısını düşünüldüğünde TİKKO faktörü bir anlam ifade edebilirdi, zira birçok terör örgütünün üstlenmiş olduğu rol gereği, TİKKO’nun, o bölgede derin devlet adına faaliyet göstermesi için kurulduğu, kurdurulduğu pek de imkânsız gibi görünmüyordu.
Daha sonra medyada çıkan haberlere göre, adı geçen katliamı Dr. Baran kod adlı teröristin başını çektiği bir grubun gerçekleştirdiği belirtiliyordu.
Katliamın sorumluları kim?
Olay, dönemin PKK’sinin başında bulunan Abdullah Öcalan, İmralı’daki yargılama esnasında olaydan kendisini haberi olmadığını belirtmişti.
“Öcalan, Başbağlar köyüne düzenlenen terör saldırısının “Doktor Baran” kod adlı örgütün yerel sorumlusu tarafından düzenlendiğini ifade etti.
Katliam gerçekleştiğinde Erzincan Valisi olan Recep Yazıcıoğlu, baskının PKK tarafından düzenlendiğini, örgüt üyelerinin baskın sırasında bildiri dağıttıklarını söyledi.” (https://tr.euronews.com/2020/07/05/basbaglar-katliam-yil-donumu-turkiye-yi-yasa-bogan-1993-temmuz-unda-neler-yasandi-sivas)
Bu tavır bir klasik Öcalan taktiği idi. O, çoğu olayla ilgili olarak şu meyanda ifadeler kullanıyordu; “Ben, emir vermesem de, arkadaşlar, kendi inisiyatiflerini kullanırlar.” Yani, lider onlara bir şeyleri emretmemiş olsa da, onlar, örgüt adına “yerelde” eylem gerçekleştiriyorlardı.
Böyle bir anlayış, örgüt mantığı açısından düşünüldüğünde söz konusu idi. Ki, devrimci(!) kendi adına inisiyatif geliştirmeliydi
Kumpas ve katliam?
Yukarıda bir yerde belirttiğimiz gibi 12 Eylül sonrası diğer toplumsal gruplar gibi hızla kimliksizleşen Aleviler adına onlara yeri bir kimlik kazandırmak, eğer mümkün ise salt bir dinsellikten yola çıkarak uluslaştırmak ve imkan dahilinde de sistem adına kullanmak gayesiyle onlarda gizli eller tarafından kumpas içerisinde çekilerek Sünni kitleye karşı oluşturulmak istenen çetrefilli bir kumpas adına oltaya düşürülmek istendiler. Gizli eller, bu konuda mülevves amaçlarına bir müddette olsa ulaşmış oludular. Olayların akabinde sair sol çevrelerinde katılımıyla şeriata karşı mitingler düzenleme yoluyla kendi çıkarlarını korumaya çalıştılar. Ama zamanla mızrak çuvala sığmaz olmuştu? 90´lı yılların kudretli komutanları, katliamlara, kampanyalara katılan, daha doğrusu tertibe sokulan örgütler, tetikçiler ve tetikçileri besleyen güçler bir bir ifşa edilince, etekleri tutuşmuştu.
Kullanıldıkları zehabıyla kitlesel bazı Alevi kuruluşları geçmişte içerisinde bulundukları kumpası ikrar etmek zorunda kaldılar. Nedamet getirdiklerini belirttiler. Bu türden ifşaatlar gazete manşetlerinden düşmedi. Her gün yeni bir ifşa, yeni bir pişmanlık haberi artık sıradanlaştı ve olağanlaştı?
” Madımak´ı yaşadım CHP´den tiksindim”
İşte bu hakikat çok iyi bilindiğinden itirafların bini bir para yerlerde sürünmekteydi. 6 Temmuz 2009 sayılı Vakit Gazetesi nüshasında ‘Madımak´ı yaşadım CHP´den tiksindim? diye itirafını dile getiren Bülent Kaya, gazeteci yazar Serdar Arseven´e verdiği demeçte şöyle demektedir;”?2-3 Temmuz günü Sivas´ı tahrik için giden gruptaydım, şimdi tövbe ettim? diyor. “Sivas´ta yaşadıklarımızı düşününce tiksindim. Çünkü koca Sivas oyuna getirilmişti O otelde BBP´liler sayesinde kurutulmuştum” diye devam ediyor. Bkz. Anadolu´da Vakit Gazetesi 6-Temmuz-2009 tarihli nüshaları.
Bu kişi Eski bir CHP yöneticisi olup daha sonra BBP Kahramanmaraş/Nurhak İlçe Başkanlık görevini üstlenmişti.. Sanırım Bülent Kaya´yı itirafa sevk eden esas neden birkaç gün önce Sivas´ta çeşitli kitle örgütlerinde düzenlenen mitingde bir kişinin “münferiden´ taşıdığı ve Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı merhum Muhsin Yazıcıoğlu´na yönelik olarak taşıdığı “Yakarak güldün, donarak öldün” yollu hiçte hakikate yönelik olmayan hezeyanlarını dışa vuran posterimsi iğrençliğiydi. Ama hakikate de bakılırsa eğer, Bülent Kaya´nın da belirttiği gibi bir yığın insan BBP parti il binasına sığınarak dumandan ve haliyle de ölümden kurtulmuşlardı. Ki o insanların ölmekten kurtulmaları için memleketi olan Sivas´ta bulunan Muhsin Yazıcıoğlu´nun gayretleri vicdanı olan insanları itirafa sevk etmektedir.
Bülent Kaya´dan önce bu türden bir itirafın belki hakkında bir yığın şayialar bulunduğundan dolayı bizzat Arif Sağ´dan gelmesi daha anlamlı olurdu Arif Sağ beklentimizi kısmen de olsa boşa çıkarmıyor ve Zaman Gazetesi´nin 7 Temmuz 2009 sayılı nüshasında “Madımak Oteli´nde 40´tan fazla kişi BBP´liler sayesinde kurtuldu” Diyerek kendince bir itirafta bulunuyordu. Haberin devamında ise; “Sanatçı Arif Sağ, 2 Temmuz olaylarını “senaryosu yazılmış bir oyun´ olarak nitelendirdi. Sağ, kendisiyle birlikte 40´tan fazla kişinin kurtarılmasında BBP´lilerin önemli rolü olduğunu söyledi. Demek ki, Muhsin Yazıcıoğlu hiç kimseyi yakarken gülmemişti!
Sonuç yerine?
Bazı bulanık görüntülere rağmen dünyanın gittiği noktaya sarf-ı nazar ettiğimizde artık her şeyin eskisi gibi yerli yerinde kalmayacağı konusunda bolca örnekle her gün karşı karşıyaydık. Doğu’sunda da Batı’sında da süregelen yerleşik yönetim mekanizmaları kendi özgül ağırlıkları içerisinde de kalsalar, kıyısından köşesinden kırılmalara uğramaktadırlar. Bu kırılma hadiseleri ya yapının çürümeye başladığından, ya da yapısı itibarıyla dünyanın var olan -mahiyeti tartışılsa bile- gidişatına uygunluk arz etmediğindendir diyebilirdik.