Tarih: 03.03.2021 13:43

28 Şubat’ın ekonomi-politiğine dair bir açıklama denemesi

Facebook Twitter Linked-in

Türkiye tarihini daha geniş bir perspektiften okumaya tabi tuttuğumuzda, Batı-Doğu, Geleneksel-Modern, İslamcı-Seküler vs. tarzı yüzeyde kimlik savaşı gibi görünen meselelerin aslında, Türkiye’de gerçekleşmesi kaçınılmaz olan modernleşme biçimi, daha doğrusu küresel kapitalist sisteme entegrasyon biçimiyle ilgili olduğu görülür. Yüzeyde meydana gelen çelişki ve çatışkıların ardında, daha kalıcı olana çekidüzen verme, onu olması gerektiği mecraya oturtma çabaları yatmaktaydı.

Kurtuluş Savaşı yılları boyunca varlığını etkin bir şekilde göstermiş olan eşraf, toprak ağası ve küçük ticaret erbabının oluşturduğu ittifak, savaş sonrası süreçte Kemalist devrimlerle birlikte (devlet katındaki temsilcilerinin tasfiye edilmesi nedeniyle) geri çekilmek zorunda kalmıştı. 1950 seçimlerinde DP’nin iktidara gelmesiyle -daha sonra günümüz İslamcılarının nüvelerini oluşturan- mezkûr kesimler yeniden taarruza geçerek cumhuriyet eliti-aydın ve bürokrat ittifakına karşı zafer elde etmişti. Ancak '60 darbesi bu kesimin beklentilerinin büyük bir hayal kırıklığına uğramasına neden olmuştu. '60 darbesinden sonra 12 Eylül’e kadar sürecek dönemde modernleşme politikaları eskisi kadar radikal bir tarzda olmasa da yine de belirli bir istikrarla sürdürüldü.

Ancak sosyoloji üst yapıya ilişkin önlemlerle durdurulamaz, değişim kaçınılmazsa bunun önüne idarî tedbirlerle geçmek olanaksızdır. Tabandan gelen bir dalga vardı, artık yerini yeni siyasallığa bırakmış olan eşrafın uzantılarının oluşturduğu bu dalganın durdurulması pek mümkün değildi. Türkiye’deki mevcut politik yapı, Cumhuriyet’in kuruluşuyla başlatılan modernleşme politikalarının dindarların toplum ve siyasette etkin olmasıyla kesintiye uğrayacağından endişe etmekteydi. Halbuki Türkiye dindarlığı, Tanzimat'tan beri büyük dönüşümler geçirmişti. Bunda Namık Kemal, Ali Suavi, Mehmet Akif vs. gibi İslamcı aydınların hiçbir zaman modernleşme karşıtı olmaması, tersine modernliğin en büyük savunucuları olmalarının rolü barizdir.

Bu modernleşmeci İslamî çizgiye sempatik bakmayan farklı dinî yapılar bile, iş serbest ticarete, ekonomik refaha vs. geldiğinde hiçbir zaman muteriz bir tutum takınmamaktaydı. O nedenle Türkiye’de o dönemde görülen endişenin aslında hiç de yerinde olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Hidayet romanlarında, romanın başkahramanı İslamcı kadının sadece dinî prensiplere uymakla yetinmeyip temiz ve şık giyim adı altında son derece modern ve modaya uygun giyinmesinin anlamı biraz da budur. Modernlik Türkiyeli dindarda genelde mündemiçtir. Ama bu dindarlık, geleneksel Anadolu dindarlığından biraz farklılaşmakta, yeni bir farkındalığı ve modern bir bilinci deruhte etmektedir.

Bu anlamda 80’li yıllar, modernleşmeye uyum sağlayamayacağı ve kurulu düzenin çarkına çomak sokacağından korkulan eşrafın ve küçük ticaret erbabının (Şerif Mardin’in deyimiyle çevrenin), yeni sisteme göstereceği uyum noktasında kendini kanıtlaması için Turgut Özal tarafından sunulmuş önemli bir fırsattı. Dindarların bu fırsatı hiç de fena değerlendirmediği söylenebilir. Nitekim 80’li ve 90’lı yıllar boyunca dindarlığın yükselişi ve 28 Şubat’ta Anadolu dindarlığının sistemle kafa kafaya gelmesi, çatışmanın doruk noktasıydı. Hâlbuki bu çatışma, kapitalizmin mantığı açısından gereksizdi ve dindarlığın önemli bir bölümünün ne neo-liberalizmle ne de modernlikle alıp veremediği yoktu. Erbakan Hoca’nın Adil Düzen söyleminin muhafazakâr kitle arasında taraftar bulması ise, kitlenin İslamî bir düzen talep etmesi ya da İslam ekonomisine geçiş arzularını yansıtmıyor; bilakis, sistemin ranttan her zaman daha fazla payı almış kesimleri kayırması yerine, fırsatların eşit dağılımını talep ediyor, sisteme yeni katılan toplumsal kesimlerin de gözetilmesi arzusunu gösteriyordu. Hakan Yavuz’un da dediği gibi, İslamcılığın Türkiye versiyonu, İslamî bir devlet inşa etmekten çok, dindar ve muhafazakâr bir toplum kurmaya girişmiş bir kimlik hareketiydi. Ben buna kapitalizme kendi meşrebince eklemlenmeye çalışan bir toplumsal hareket demeyi daha doğru buluyorum.

Öte yandan Timur Kuran’ın, dindar ve muhafazakâr kitlenin ‘bilinçli Müslüman olma’ söylemiyle ılımlı bir modernleşme çizgisi tutturmaya çalıştığı tespiti de son derece doğrudur. Dindarlık, sadece modernleşmeye yeni bir çekidüzen vermeye kalkmamış, Müslümanlığı da neo-liberal ve kapitalist değerlerle uyumlu hale getirmeye çalışmıştır. Yine Kuran’ın dediği gibi dindarlık, bireysel zenginliğin yarattığı suçluluk duygusunu yumuşatmak gibi kritik bir görev üslenerek bu işlevini layıkıyla yerine getirmiştir. Bu anlamda sadece İslam’a değil, aslında sınırsız tüketim modelini asla onaylamayacak bütün tevhidî (monoteistik) dinlere ve bu dinlerin ilkelerine de ihanet edilmiştir.

Aslında “paranın dini olmaz” evet. Para girdiği yeri değişime maruz bırakır, sıcağın buzu erittiği, suyu buharlaştırdığı gibi dönüştürür, kendine benzetir. Bu yüzden Türkiye’de İslamcı sermaye gibi anaakım sermaye dışında ve ondan ayrıksı bir kapitalist yapının olmasına izin verilemezdi. Hatta izin verilmemesinin de ötesinde maksimum kârlılık gibi tek bir ahlak, tek bir ilkeden başka bir şey tanımayan kapitalist düzen içerisinde biri yeşil diğeri kırmızı ya da mor, bir başka renk tonunun domine ettiği bir sermayenin varlığı kapitalizmin doğasına aykırıydı. 28 Şubat bir anlamda, tabandan gelen hareketin baskısıyla kapitalizmin kendini güncelleme ve kendini yeni koşullara adapte etme çabası sonucu ortaya çıkmış bir tepkidir. Yüzeye çıkan kimlik çatışmaları ise meselenin özünü yansıtmaktan nispeten uzaktır. Nitekim dindarların faizle, bankalarla, seküler yaşam tarzıyla gösterdiği uyum, yazının en başından beri ortaya koyduğumuz tezlerin bir anlamda ispatıdır.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —