Çeyrek asır sonrasında 28 Şubat’ın mağdurlarının sesinin duyulması, hatta aktörlerinin bile o dönemi kabul edilemez bulması iyi bir gelişme. Ama asıl olması gereken, gündelik hayatımıza değmese de yaşanan dönemin içindeki mağduriyetleri, adaletsizlikleri, keyfiyetleri görmek ve bunların karşısında durabilmek…
28 Şubat postmodern darbesinin üzerinden çeyrek asır geçmiş. 2010 yılında darbenin 13’üncü yılında halen süren başörtü yasaklarının kaldırılması için “28 Şubat 1000 Yıl Süremez” sloganıyla bir kampanya başlatmıştık. İmzaya açtığımız metin şöyle bitiyordu:
"Dönemin Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu, ‘28 Şubat’ın etkisi 1000 yıl sürecek’ demişti. 13 yıl gitti, geriye 987 yıl kaldı… 987 yıl boyunca bu ayrımcılığın sona ermesini ve adaletin sağlanmasını beklemek yerine, adalet talebimizi bugün, şimdi, burada, ertelemeden ve başka herhangi bir sorunun çözülmesine tahvil etmeden dile getiriyoruz. 28 Şubat’ın en koyu tortusu, halen başlarını örtmeyi seçen kadınların üzerindedir. Bu karabasana dönen tortunun 1000 yıl sürmemesi için, başörtüsüyle ilgili bütün yasaklar kaldırılmalıdır."
"Aşağıda imzası bulunan kurum ve kişiler olarak bizler darbeler tarihi ile yüzleşme inisiyatifinin toplumun çeşitli kesimleri tarafından ortaya konduğu ve darbe planlayanların yargılandığı bu süreçte 28 Şubat’ın temel taşı olan bu vahim yasağın ortadan kaldırılmasını talep ediyoruz. Bizler ‘bu ülkede kadınların kıyafetleri yüzünden aşağılanmasını, haklarının gasp edilmesini, tacize uğramalarını istemiyoruz’ diyen herkesi bu vahim yasağa karşı sesini yükseltmeye ve ‘ama’sız bir mücadeleye çağırıyoruz. Hükümeti de bu vahim yasağı hayatın her alanından kaldırması için derhal göreve davet ediyoruz. Zira yarın ‘denedik ama olmadı’ sözünün mağdurlar indinde hiçbir değeri olmayacaktır."
"Başörtülü kadınların sabırla yaşayacağı 987 yılı daha yok!
Kurumsal olarak AKDER üzerinden yürüse de Buluşan Kadınlar platformunda yer alan kadınların öncülüğünü yaptığı bu imza kampanyasında binlerce imza toplanmıştı. Ama bu imzaları toplamak öyle kolay olmadı. Çünkü özellikle muhafazakâr kesimler ve AK Parti tabanı, partinin iktidarda olduğu yıllar boyunca başörtü yasakları konusunda ses çıkarmak noktasında pek istekli değildi. Başörtülü kadınların bu konudaki talepleri hep ‘şimdi zamanı değil’ denilerek erteleniyordu. Önceki bazı kampanyalarımızın hükümete yakın medyada yer alabilmesi için kulis yürütmemiz gerekmişti. O yüzden önce liberal, özgürlükçü sol kesimlerden, daha popüler isimlerden imza arayışına giriştik. Sezen Aksu ve Tarkan’ın imzalarından sonra kampanya epey büyüdü. Sezen Aksu’nun geçmiş yıllardaki şarkısı etrafında süren hedef gösterme günlerinde bu kampanyaya olan desteği de gündeme geldi.
Sonraki yıllarda Başörtülü Aday Yoksa Oy Yok kampanyamız daha da büyük tepkiler aldı. Üst perdeden ‘yakışıksız kampanya’ tepkisi de aldık, ‘beyaz casuslar’ gibi suçlamalar da… Hatta 28 Şubat yıldönümlerindeki çıkışlarımız ‘28 Şubat bitti neyin derdindesiniz?’ çıkışlarıyla karşılandı. Oysa yargı süreci bile ancak 2013 yılında, o da çok sembolik bir şekilde başlatılabildi.
Tarihi bugünden değerlendirmek pek sevdiğimiz bir alışkanlık; buna bir de tarihi bugünden yazmak eklendi. Öyle ki 28 Şubat’taki tutumunu, başörtü meselesine yaklaşımını sadece manşetlerden değil bizzat deneyimleyerek hatırladığımız Bahçeli, bugün 28 Şubat zihniyetiyle hesaplaşmaktan söz edebiliyor. Ve yine bugünkü anlatılara bakarsak, 28 Şubat sürecinde tüm kesimler, cemaatler, gruplar çok dik bir şekilde durmuş, medya işlevini yerine getirmiş, başörtülü kadınlar da hiç yalnız kalmamış! Bu yetmiyormuş gibi bir de tüm toplumsal dönüşümün faturasını da yine kadınlara çıkarıyorlar. Başörtü yasaklarından fotoğraflarla, sosyal medyadaki başörtülü kadınların gündelik hayattan fotoğraflarını yan yana koyup ‘Bunun için mi mücadele ettik’ serzenişinde bulunmayı kendilerine hak görüyorlar.
90’lı yıllarla ilgili anlatılar da aynı şekilde bugünden ve durulan yerden bakmakla şekilleniyor. Bir taraftan o yıllar nostaljik bir bakışla yüceltiliyor bir yandan da sanki herkes için aynı karabasanın deneyimlendiği varsayılıyor. Oysa 28 Şubat’ın da içinde olduğu 90’lı yıllarda da, ötekilerin yaşadığı sorunlardan, travmalardan bihaber şekilde steril bir hayat sürenler vardı. Kendi durdukları yerden ‘devleti yücelterek’ yapılanları meşrulaştıran kesimler de oldu hep. Tıpkı bugün olduğu gibi…
Keyfiyet Hukuku ve Cezasızlık
İster 90’lar ister bugünler için devamlılık esas diyebileceğimiz bir konu, keyfiyet hukuku ve cezasızlık… 90’lı yıllardaki çoğu dava zaman aşımı ve cezasızlıkla geçiştirildi. Aynı durum bugünkü davalar için de geçerli… Tahir Elçi davası bunlardan sadece biri. Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da bir basın toplantısı düzenleyen Tahir Elçi Vakfı bu konuya dikkat çekmeye çalışıyordu. Toplantıda konuşan Tahir Elçi’nin eşi Türkan Elçi, ilk duruşmada sanık muamelesi gördüklerini belirterek, “Salondan atılmakla tehdit edildik. Hiçbir talebimizin kabul edilmeyeceği hususunda ikna olduk, yine de umutlanarak yola devam etmek istedik. Mahkemenin bizim kadar toplumu düşünmediğini, toplumun huzuru için çaba içinde olmadığını görüyoruz. Bizi üzen budur. Yedi yıl öncenin suikast dosyasının üzüntüsünü, ağırlığını her defasında hissediyoruz” dedi. Keyfiyet hukukundan bahsedince Osman Kavala’nın yıllardır tam da bu şekilde cezaevinde tutulduğu bugün herkesin malumu. Bu herkese, düzenin yanlışlarını meşrulaştırmayı yaşam biçimini haline getirenler dahil değil tabii. Yukarıda da söylediğim gibi, bu konuda da devamlılık esas…
Çeyrek asır sonrasında 28 Şubat’ın mağdurlarının sesinin duyulması, hatta aktörlerinin bile o dönemi kabul edilemez bulması iyi bir gelişme. Ama asıl olması gereken, gündelik hayatımıza değmese de yaşanan dönemin içindeki mağduriyetleri, adaletsizlikleri, keyfiyetleri görmek ve bunların karşısında durabilmek… Belki o zaman 28 Şubat 1000 yıl sürmemiş olur.
Kaynak: Farklı Bakış