Darbeler mi hukuksuzluk ve adaletsizlik üretir, yoksa hukuksuzluk ve adaletsizlik mi darbe üretir sorusu can yakıcı bir sorudur. Tıpkı meşhur “tavuk mu yumurtadan çıkar, yoksa yumurta mı tavuktan çıkar?” paradoksu gibi…
Sanırım bahsettiğimiz paradokslar biri birini besleyen olgulardır, bu durum inkâr edilemez gerçektir.
Tersine, askeri ya da bürokratik darbeler hukuk, adaletin, iyi idarenin olduğu yerde oluşma vasat ve imkânı bulamaz.
Örneğin, gelişmiş hiçbir ülkede askeri darbe olmamıştır. Amerika ya da Avrupa veya Japonya’da bir darbe olmamış ve böyle bir risk yakın tarih için öngörülebilir değildir.
Ancak bizim ülkemiz başta olmak üzere, hukuk, sosyal, eğitim ve adalet gibi parametrelerde olgunluğunu tamamlamamış ve gelişmemiş ülkelerde bu risk hep vardır ve geçmişte olup bitenlerde bunun ispatıdır.
Türkiye bu hususta kötü bir şöhrete sahiptir. Cumhuriyetin kurulmasından bugüne son yüz yıllık yakın tarih yazık ki sivil iradenin şu ya da bu biçimde sıklıkla askeri darbelerle büyük krizlere sokulduğu ve sivil yönetim geleneğinin de bu sebeple yeterince olgunlaşmadığı bir vakıa.
En yakın darbe ise 15 Temmuz kanlı darbesi oldu. Hepimizin şahit olduğu ve ülkenin en mahrem yerlerinin bombalandığı, yüzlerce insanımızın katledildiği kanlı bir gece yaşadık.
Geçmiş darbelerdeki kötü şöhretin zihinlerde yarattığı travma, sokakların harekete geçmesiyle boşa çıkarıldı ve ülke uçurumun eşiğinde döndü.
15 Temmuz darbesinde bir önceki darbe ise 28 Şubat darbesiydi. Bu darbeyi farklı kılan saik ise diğer darbelerde sokaklara inen askerlerden önce yine bu çevrenin teşvik ve desteğiyle zamanın ruhuna uygun olarak üniversite ve STK’ların başrolü paylaşmasıydı.
28 Şubat darbesinin yeni hedefi ise başörtüsüyle üniversitelerde eğitim almak isteyen Müslüman öğrenciler idi ve bu bahane ile iktidardaki Necmettin Erbakan hükümeti de sebepler arasındaydı.
Askeri merkezden koordine edilen üniversite ve STK’lar sokakları harekete geçirerek müdahale ortamını var ettiler.
Böylece on binlerce öğrenci sudan sebeplerle okullardan atıldı. Eğitim hakları engellendi. İkna odalarında psikolojik işkence ile başörtülerini çıkarmaya zorlandılar. Direnenler İşkenceye uğradılar. Aşağılandılar. Tehdit ve şantaja uğradılar.
Eğitim hakkı engellenen binlerce öğrenci yurtdışına çıkmak zorunda kaldı.
Büyük acı ve travmalar yaşandı.
Daha önce kız çocuklarını neden okula göndermiyorsunuz diye aşağılanan dindar halk, bu kez kız çocuklarını üniversiteye gönderiyorlar diye yine aşağılanıyorlardı.
Müslüman halkı tanımak ve inançlarına saygı göstermesi gereken vesayetçi rejim ve kurumları, tersine birey ve toplumun inanç ve değerlerini tanımlama yoluna giderek büyük cinayetler işledi.
Aileler fişlendi. İşyerleri irticacı diye takibata uğratıldı. Bu zulüm ve haksızlığa direnen her kes düşman kategorisine sokuldu.
Ve nihayet dindar bir sosyolojik zemine dayanan refah partisinin bir yıllık iktidarına son verilerek darbe önemli bir eşiği geçti.
Dönemim generalleri bu zulmün bin yıl devam edeceği müjdesini (!) vererek kudretlerini ilan ediyorlardı nihayet.
Ancak bu nara beş yıl sonra darbeciler açısında büyük bir hayal kırıklığıyla sonuçlandı.
Ve…
“-Karanlıkta dile getirmekten çekindiğiniz hakikat, bir gün aydınlıkta işitilecek ve gizli mekânlarda öğrendiğiniz inancı, bir gün çatılardan haykıracaksınız!” Hz. İsa –
2002 yılında yüz yıllık Kemalist rejimin bütün dayatma ve ayak oyunlarına rağmen Ak Parti iktidar oldu.
Ak parti çevrenin, dışlanmışların, üvey evlat muamelesi görenlerin, irticacı diye etiketlenenlerin ve adam yerine konulmayanların hareketiydi.
Bir ümit idi yoksul ve dışlanmış halk için
Allah milyonlarca mazlumun duasına bir cevap olarak iktidar olma nimetine eriştirmişti Ak Partiyi ve onun şahsında mazlum halkı.
İlk on yılda Kemalist rejimin toplumsal bünyede yarattığı tahribatı önemli oranda onardı.
Kürt meselesine insani temelde yaklaştı. Kürtçe önünde önemli yasakları kaldırdı. Üniversitelerde Kürtçe bölümler açıldı. Kürtçe yayın yapan tv kanalı açıldı.
Adım adım ilerleme kaydediliyordu.
Başörtüsü meselesi üniversitelerde serbest hale getirildi. Başörtülülere yasak olan Askeri ve polis evleri serbest hale geldi. Ordu ve emniyette dileyen başörtüsü ile eğitim alabiliyor.
Hâkim ve savcılarda artık başörtüsü ile görev yapabiliyorlardı.
Ülke büyük bir ekonomik ve imar faaliyeti içine girdi.
Bütün bu kazanımlar Ak partinin iktidar olduğu ancak muktedir olmadığı dönemde başardığı şeylerdi.
Ancak…
“İnsan savaşta öldüğünde değil, düşmanına benzediği zaman ölür”
Aliya İzzet Begoviç’in enfes ifadesiyle yeniden hayal kırıklığı oluşmaya başlandı ne yazık ki.
Kemalist rejim ustalıkla, iktidara gelen her hareketi zamanla zehirleyerek ruhundan transfer edip kendine benzetti.
Evet, başörtüsünü kazandık ancak bu defa başörtüsünü takan generaller ile karşılaştık.