28 Şubat askeri darbesinin yargılandığı davada sona gelindi ve 21 darbeci ağırlaştırılmış müebbet cezası aldı. Usul yönünden bana göre bu dava en baştan ve yepyeni bir iddianameyle yeniden görülmeliydi. Bu konudaki görüşlerimi 22 Aralık 2017 tarihli Habertürk köşe yazımda ifade etmiştim.
28 Şubat darbecilerinden ne kadar nefret de etsem bu ilkesel görüşüm değişmez. Hukukun en temel ilkesi olan ?Usul esastan üstündür? ilkesini bu ülkenin her kesimi ihlal ediyor ve önemsemiyor maalesef.
Öte yandan 28 Şubat askeri darbesi hiç şüphesiz her askeri darbe gibi insanlığa karşı işlenmiş suç kapsamındadır. Şüphesiz darbeci generaller usulüne uygun bir yargılama sonunda en ağır cezaları almalıdır. Sanırım darbe taraftarları hariç bu konuda ülkemizde artık herkes uzlaşıyor. Ama 21 kişinin ağırlaştırılmış müebbet alıp serbest kaldığı bu davada tuhaflıklar da görmüyor değilim.
21 darbeciye yaş haddinden ötürü serbestiyet verildi ama başka davalarda bu 28 Şubatçılardan daha büyük yaşta olan sanıklar hapiste yatıyor. Burada bir adaletsizlik yok mu? Mahkemenin müebbet vermesine de serbest bırakmasına da saygı duymak zorundayız, ama o zaman benzer kriterlere sahip başka sanıklar niye içeride? Onların da adaletin gereği olarak serbest kalması gerekmez mi?
********
40 YILDA 1
SABA H 05.45´te başladığım günlük maratonumda 15.08 itibarıyla ilk kez durup etrafıma bakmış bulunuyorum. Çoğu kez buna da fırsat olmuyor. Hayat, arada çıkıp kenarında dinlenebileceğinden daha hızlı akan bir nehir sanki. Ve o nehirdeki yolculuk bir kere başladı mı giderek daha da hızlanıyor.
Buna kendini kaptırmak deniyor galiba. Sürekli çok meşgul olduğumuza inandıran, hep acele ettiren, durup düşünmeye zaman bırakmayan, adeta hayatı emen, tüketen bir virüs giriyor bünyeye. Rutin görevlerin hayatın tamamı olduğuna bizi ikna ediyor. Öyle ki sanki o rutindeki bir halka kopsa bütün zincir darmadağın olacak...
Halbuki hiçbir şey olmuyor. Kendimize icat ettiğimiz ve zorunluluk zannettiğimiz bir sürü iş yapılmasa da hayat aynen devam ediyor. Hatta daha güzel ve hafif devam ediyor.
Ama galiba biz biraz kendimizi kandırmayı seviyoruz. Kimbilir belki?meşgul olma hali? insana kendini ?önemli hissettirdiği? için. Veya belki de dursak, sorgulamamız gerekeceğinden. Ve hakiki bir sorgulamayı çok azımızın hayatının kaldırabileceğini derinden hissetmemizden...
Nereden çıktı tüm bunlar? Bugün benim doğum günüm. İnsan belli bir yaştan sonra doğum günlerini kendiyle konuşma günü gibi görmeye başlıyor. Galiba bu sayıklamalar onun sonucu. Ben neredeyim? Kimim? Hayat anlamlı geçiyor mu? Sevdiklerimi yeterince mutlu ediyor muyum? İstemeden kırdığım kardeşim, annem ya da dostlarımdan af diliyor muyum? Peki ya kendi gönül kırıklıklarımla yüzleşebiliyor muyum? Muhataplarına bunu söylüyor muyum? Yoksa ?Ağzımızın tadı kaçmasın?korkaklığıyla hayatı idare edenlerden biri mi oluyorum giderek? Bunları yazarken hafiften gözlerim mi doluyor? Yoksa... Yaşlanıyor muyum?
Galiba doğum günü vesilesiyle de olsa, tek başına bunları sormak bile bir terapi. Hele bir de eskilerden gelen telefonlar var ya... Ortaokuldan, liseden, üniversiteden dostların kutlamaları... Bir de hiç tahmin etmeyeceğiniz telefonlar... İnsana kendini bir tuhaf hissettiriyor. Biraz nostaljinin getirdiği hüzün, biraz da hatırlanmanın getirdiği gurur...