Dr. Gökhan Bozbaş(*)
İnsanlık tarihi incelendiğinde, toplumların sürekli olarak aynı değerler etrafında toplandığı ve yöneticilerinden de bu değerlere uygun hareket etmelerini istedikleri görülmektedir. Bu bakımdan Fransız devriminde atılan özgürlük, eşitlik ve kardeşlik sloganlarının, bu devrimden iki asır sonra Kahire meydanlarında duyulan ekmek, özgürlük ve sosyal adalet sloganlarından bir farkı yok. Bugün Paris´te sarı yeleklilerin haykırdığı sloganlar ile Mısır´da bastırılan ve belki de ileride bir gün tekrar sokaklarda yükselecek mottoların birbirine benzer olduğu görülecektir.
Elbette yaşanan devrimlerin bir görünen, bir de görünmeyen yüzü var. Görünen yüzü malum, milyonlarca insanın tek bir ağızdan bağırması, haykırması ve kendi geleceklerini kendilerinin oluşturma isteği. Bu taleplerin arkasında ise çok farklı toplumsal ve siyasal mekanizmaların, gidişata yön verdiğini görmekteyiz. Devrim ilk başladığı zaman, Mısır´da otoriter sisteme veda edildiği ve demokrasiye geçildiği düşünülmekteydi. Fakat otoriter bir sistemde toplumsal değişim ve dönüşüm taleplerinin ancak belli bir noktaya ulaşması halinde, demokrasiye geçiş rasyonel bir tercih olacaktır. Fakat gerek devrim sürecinde gerekse devrimden sonra geçen 8 yıl, henüz Mısır elitlerinin demokrasiyi rasyonel bir tercih olarak görmediklerini göstermektedir.
Demokratikleşme tüm bu yaşananlara rağmen en makul tercih değil ise 25 Ocak´ta Mısır´da neler yaşandı? Bunu anlamak için Mısır elitlerinin 2000´li yıllar ile birlikte yaşadığı dönüşümü anlamamız gerekiyor
Mısır´da Mehmet Ali Paşa ile birlikte askeri bir elit sınıf oluşturulmuş ve bu elit sınıf geleneksel toplumsal ve siyasal düzeni, ondan sonraki bir asır boyunca sekülerlik ve Mısır milliyetçiliği etrafında şekillendirmiştir. Bundan sonra gelen İngiliz işgalinde ise Mısır toprakları sömürgeci İngiltere tarafından daha farklı bir elit sınıf aracılığı ile yönetilmek istenmiştir. İngiltere özellikle 1882-1952 yılları arasında toprak ağaları ve daha sonra iş adamları ile Mısır´ı yönetmeye çalışmıştır. 1952 yılında Hür Subaylar darbesi gerçekleştiği zaman, Nasır tüm bu ekonomik elitleri, ülkeden kovarak tekrar askeri sınıfa dayana bir yönetim anlayışı inşa etmiştir. Hatta bu sebeple Mısır, asker-devlet olarak isimlendirilmiştir.
Mübarek´in son on yılına kadar süren bu asker-devlet anlayışı, 2000´li yıllarda yaşanan liberalleşme hareketleriyle değişime uğrarken, 2004 yılında gerçekleştirilen kabine revizyonu ile ülkeden gönderilen iş adamlarının yeniden siyasete dönüşüne imkan verilmişti. 2000´li yıllar aynı zamanda Hüsnü Mübarek´in oğlu Cemal Mübarek´in ülke siyasetine ağırlığını koyduğu bir dönem olmuştur. Cemal Mübarek´in parti sekreterliğine gelmesiyle birlikte, iş adamları siyasette kendilerine daha fazla yer edinmiştir. Nitekim 2000 yılında yapılan kongreden sonra, parti yürütme kurulunda tek bir asker kökenli kişi bırakılmamıştır. 2004 yılındaki kabine revizyonuyla Nasır´dan sonra ilk defa hükümette iş adamları sayısı asker kökenlilerden fazla olurken, bu iki elit grup arasında yaşanmaya başlanan rekabet ve tehdit algıları, demokrasiye geçiş çabalarına da balta vurmuştur. 25 Ocak´ta yaşananlar da, bunların yansımasıdır.
25 Ocak 2011´de Mısır halkı temel bir takım değerler etrafında birleşerek insanlık tarihinde sıkça görülen bir yola başvurdu. Fakat halkın iyi niyetli talepleri, bahsi geçen iki elit sınıfın güç mücadelesine kurban edilmiştir. Halk, tüm dünyanın karşısında sosyal adalet, ekmek ve eşitlik diye bağırken; dünya kamuoyu, ekranların arkasında yürütülen kirli pazarlıkları sonraki dönemlerde fark edecekti.
Mısır´da devlet başkanının ölmesi veya görevi bırakması durumunda, başkanlık doğrudan devlet başkan yardımcısına geçmektedir. Enver Sedat ve Hüsnü Mübarek de bu şekilde devlet başkanı olmuşlardır. Hüsnü Mübarek, 29 Ocak´ta, ordunun devlet başkanı olarak görmek istediği Ömer Süleyman´ı devlet başkan yardımcılığına atadığını deklare etmiştir. Nitekim Mısır´da halk devrim yaparken, 11 Şubat 2011´de Hüsnü Mübarek, tüm yetkilerini Askerî Konsey´e devretmiş; ordu da son yıllarda iş adamları lehine kaybettiği iktidarını, bir ?darbe´ ile geri almış oluyordu.
Askeri elitler için 11 Şubat 2011´de iş adamlarına karşı on yıldır verilen mücadele kazanılmıştı. Fakat özellikle 2011 yılının başında tüm dünyadan canlı olarak izlenen Mısır Devrimi´nde durum hiç de askerin beklediği gibi yürümedi. Dünya kamuoyunun demokrasiye geçiş beklentisini sürekli gündemde tutması, devrimin idaresini ordu mensuplarının elinden çıkarmıştır. Halk sürekli olarak meydanlarda sivil parlamentonun önünün açılması, sivil anayasaya destek verilmesi ve sivil devlet başkanı seçilmesi için askerî yönetime baskı yapmaktaydı. Halk, bu taleplerini kendisinin tek kozu olan yeni medya araçları üzerinden dile getiriyordu. Bu noktadan sonra on yıllardır kuluçkada bekleyen Müslüman Kardeşler ise artık meydanları yönetmeye başlayarak, yeni ve güçlü bir siyasi aktör olarak sahneye çıkmış ve dengeleri değiştirmiştir. Lakin bu halk devrimi, gerek onların deneyimsizliği gerekse eski elitlerin ideolojik ve baskı aygıtlarına hâkim olmaları sebebiyle, hem Müslüman Kardeşlerin hem de halkın elinden çalınmıştır.
Devrim sonrasında, Mısır anayasasında yıllardır sorun olduğu düşünülen dokuz madde, referandum neticesinde değiştirildi. Özellikle sol, liberal ve milliyetçiler ?hayır´ oyu kullanırken, İslâmcılar blok halinde ?evet´ demişti. Bu referandumdan sonra eski rejim içerisinde bulunan gerek askerî elitler ve gerekse diğer ideolojik unsurlar açısından demokrasi, istenen bir rejim olmaktan çıkmıştı. Nitekim referandumdan 10 gün sonra, Askerî Konsey yeni bir anayasal deklarasyon yayınlayıp geçiş sürecinin kendi kontrolünde yürütüleceğini beyan etmiş ve askeri yönetimin devam edeceğinin sinyalini vermiştir. Bu aslında askerin yapılan referandumu çöpe atmasıydı. Fakat halkın pes etmeye niyeti yoktu ve nitekim meydanları da terk etmediler.
Bu siyasal ve sosyal şartlar Mısır´ı, askerin muhalefetine rağmen tarihinin ilk özgür ve adil seçimlerine götürdü. Seçimlerden Müslüman Kardeşler yüzde 37,5 oy alıp parlamentoda yüzde 45,8 temsil nisabı yakaladı. Seçimlerden sonra asker ile Müslüman Kardeşler arasında çatışma ortamı doğrudan ortaya çıkmasa da bir ittifak ortamı da oluşmadı, aksine Mısır siyasal yapısı içerisinde bir huzursuzluk başladı. Tartışmalar, yeni parlamentodan çıkacak kurucu meclisin üyelerinin seçimi ve daha sonra ortaya konan taslak, anayasa çalışmaları sırasında da devam etmiştir.
Parlamento, eski rejimin baskı aygıtı olarak görülen Mısır Anayasa Mahkemesi tarafından ilga edildi. Bu durum aslında Mısır´da demokratikleşme sürecinin henüz makro düzeyde yerleşmediğinin en büyük göstergesidir. Gerek kurucu meclisinin ilgası, gerekse daha sonra seçilmiş meclisin feshedilmesi demokrasi yolundaki eksiklikleri en belirgin haliyle ortaya çıkarmıştır. Mursi´nin devlet başkanı olarak seçilmesiyle birlikte, Mısır´da derin bir kutuplaşma ortamının da başladığı görüldü.
Mursi, Mısır´da özellikle seçilmiş olan parlamentonun aldığı ve yaptığı eylemleri, Mübarek döneminden kalma yargı sisteminden koruyabilmek adına bazı adımlar attı. Mursi´nin ilk icraatı, yargı tarafından ilga edilen seçilmiş organlara görevlerini yeniden vermek oldu. Bu adımlar devletin kurucu ideolojisine tehdit olarak algılandı ve bu sefer meydanlar yeniden kitlesel gösterilere sahne oldu.
İslâmcılar ve özellikle Müslüman Kardeşler, Mısır toplumunda arzulanan ulusal kimliğe ait olmayan ve devleti yıkmak isteyen terör unsurları olarak resmedilmişti. Bu şekilde ?terörist´ olarak nitelenen bir yapının bir anda devletin başına geçmesi, özellikle devlet içerisindeki bürokratlar tarafından kolay kolay kabul edilebilir bir durum olmadı. Nitekim tüm ulusal ve uluslararası siyasi aktörlerin sessiz kalmasıyla birlikte insanlık tarihinin en büyük dramlarından biri olan 3 Temmuz askeri darbesi ve Rabia katliamı gerçekleştirildi.
25 Ocak 2011 devriminden bugüne kadar geçen sekiz yıl içerisinde yaşananlara bakıldığında, insanlığın geçmiş acı tecrübelerinden alınacak derslerin olduğu görülmektedir. 1990´lı yılların başında Cezayir, 1995 yılında Türkiye, 2007 yılında Filistin ve 2012 yılında Mısır halklarının sandıkta ortaya koyduğu demokratik çağrılar, askerler ve diğer siyasi aktörler tarafından bertaraf edilmiştir. Bu haksızlıklara ses çıkaran Türkiye ise 15 Temmuz FETÖ darbe girişimiyle terbiye edilmeye çalışıldı.
Sonuç olarak bölge toplumlarının geçmiş acı tecrübelerden dersler çıkararak gelecekte daha uyanık olmaları elzemdir. 15 Temmuz 2016´da Türk halkının ortaya koyduğu ruh, tüm bölge halklarına ilham kaynağı olmalı.
(*)Mısır´da Toplum ve Siyaset kitabının yazarı Dr. Gökhan Bozbaş, Necmettin Erbakan Üniversitesi´nde öğretim üyesidir ve Ortadoğu Araştırmaları Merkezi (ORSAM) Nil Havzası ve Filistin Çalışmaları Direktörü´dür.