Tarih: 08.01.2025 13:28

2025’te Dünya: Suriye ve İsrail-Filistin

Facebook Twitter Linked-in

Dünyada sarsıcı gelişmelerin yaşandığı bölgelerden biri Ortadoğu’dur. İsrail, Gazze’deki saldırılarına devam etti, buna Lübnan, Suriye’yi ekledi. Öte yandan Suriye’de 13 yıldan bu yana devam eden savaş HTŞ’nin Esad rejimini devirmesiyle şimdilik başka bir aşamaya geçti. ABD’de başlayacak Trump iktidarıyla beraber 2025’te nasıl bir Ortadoğu bizi bekliyor?

Suriye’nin 2024’ünü ve olası gelişmelerini İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesi olan Dr. Can Cemgil ile; İsrail’in Filistin politikasını, Gazze’deki durumu ve gelecek günlerin getireceği olasılıkları Toplumsal Tarih Dergisi Yayın Yönetmeni Dr. Erhan Keleşoğlu ile konuştuk.

İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Dr. Can Cemgil

 

Suriye’de denklemin neredeyse tamamen değiştiği bir 2024 gördük. İran, Esad, Hizbullah ve Rusya gibi aktörler devre dışı kalırken, İsrail, HTŞ ve Türkiye’nin yükselişini kısaca nasıl yorumlarsınız?

Dr. Can Cemgil: Suriye İç Savaşı’nın en azından bu aşamasının Esad rejiminin alaşağı edilmesiyle sona ermesi, Suriye’yi bir süredir gözlemleyen herkes için belli ölçüde sürpriz oldu. Dolayısıyla Suriye etrafındaki tartışmalar ilk aşamada meselenin jeopolitiğine yöneldi. Orada da ilk göze çarpan, Rusya’nın yaklaşık üç yıldır süren Rusya-Ukrayna Savaşı’ndan dolayı, İran’ın da ABD ile birlikte İsrail’in basıncıyla rejime verdikleri aktif desteği çekmesi oldu. Böylece bir süredir bu şekilde bir operasyonu planlayan ve İdlib’de hazırlıklarını sürdüren HTŞ’nin koordinasyonunda ve liderliğinde rejim düşürüldü ve Şam kontrol altına alındı.

Rusya, Ukrayna’da arzu ettiği kadar hızlı bir şekilde sonuca ulaşamadığı gibi, bir süredir ABD’nin savaşlarını nitelemek için kullanılan sonsuz bir savaşın içinde bulmuştu kendini. Her ne kadar Putin, Şam’ın HTŞ kontrolüne geçmesiyle sonuçlanan süreci değerlendirirken sorumluluğu rejim güçlerine yüklemiş olsa da Rusya’nın da Esad’la birlikte kaybedenler arasında olduğunu not etmek mümkün. Benzer şekilde, İran’ın dini lideri Hamaney, Türkiye’nin olan bitende dahli olduğunu ima ederken asıl sorumluların ve planlayıcıların ABD ve İsrail olduğunu iddia etti ve rejimin düşmesinin İran’ı etkilemeyeceğini savundu. İran’ın uzun zamandır “direniş ekseni olarak” tanımladığı koalisyonun “altın halkası” olarak nitelediği Esad rejiminin yıkılmasından olumsuz etkilenmeyeceğini düşünmek pek mümkün görünmüyor. Bir süredir Filistin üzerinden İsrail-İran geriliminin artmasıyla birlikte ABD ve İsrail’in İran üzerine uyguladığı basıncın, Trump ve ekibinin yönetimi devralmasıyla birlikte artarak süreceği dikkate alındığında, İran’ın belki de Esad’dan sonra Suriye İç Savaşı’nın en büyük kaybedeni olduğunu söylemek abartı olmaz.

 

‘TÜRKİYE’NİN HTŞ ÜZERİNDEKİ ETKİSİYLE SMO ÜSTÜNDEKİ ETKİSİNİ BİR TUTMAK HATA OLUR’

Kazananlara gelince, Hamaney’den Trump’a pek çok lider Türkiye’nin kilit rolüne dikkat çekti. Hatta Trump, Türkiye’nin dostane olmayan bir şekilde Suriye’de kontrolü ele geçirdiğini ve Suriye’nin geleceğinin anahtarını elinde tuttuğunu iddia etti. HTŞ kontrolündeki Şam’a dışişleri bakanı düzeyindeki ilk ziyareti gerçekleştiren Türkiye de bu izlenimin güçlenmesinde ciddi rol oynadı. Öte yandan, HTŞ’nin Şam’a yürüyüşü henüz devam ederken, Erdoğan dahil Türkiye’deki yetkililerin mütereddit ve mutedil açıklamaları, Türkiye’nin süreci tamamen planlayıp yönettiğine ilişkin algının pek de yerinde olmadığını gösteriyor. Ayrıca her ne kadar HTŞ ile Türkiye arasında Astana sürecinin başlamasından bu yana belli bir alışveriş olduysa da Türkiye’nin HTŞ üzerindeki etkisini SMO üzerindeki yönlendirici etkisiyle bir tutmak hata olurdu.

 

‘İSRAİL SURİYE’DE NASIL BİR REJİM KURULACAĞINDAN BAĞIMSIZ SURİYE ASKERİ ALT YAPISINI TAHRİP ETTİ’

Suriye’de şu an itibariyle en büyük kazanan İsrail gibi görünüyor. İsrail sadece Suriye içinde kontrol ettiği alanı Golan Tepelerinin ötesine genişletmekle kalmadı, aynı zamanda Suriye’de nihayetinde nasıl bir rejim kurulursa kurulsun yakın bir gelecekte ciddi bir askeri kapasite gelişmesini engelleyecek şekilde Suriye’nin askeri altyapısını tahrip etti. Ama en önemlisi, İran’ın Suriye’deki varlığını ortadan kaldırdı, Lübnan’da Hizbullah’la olan doğrudan kara bağlantısını kopardı ve en genel anlamıyla İran’ın üzerindeki basıncı ciddi olarak arttırdı.

Geçici hükümeti yöneten HTŞ, anayasa sürecinin üç, seçimlerin dört yılı bulacağını söyledi. Öte yandan askeri güçte birlik iddiasıyla SDG dahil tüm unsurlardan silah bırakmaları isteniyor, Ankara ise İmralı ile görüşmeleri başlattı. Bu faktörleri dikkate alırsak, elbette kestirmek güç ancak, 2025’te nasıl bir Suriye göreceğiz?

Suriye’nin geleceği hakkında yorum yapmak için henüz erken. Bu kadar çok iç ve dış aktörün birbiriyle çelişen ve zaman zaman kısmen örtüşen hedeflere yönelik stratejiler geliştirmeye çalıştığı bir ortamda da son derece zor. Nihayetinde tam da bu karmaşıklık nedeniyle büyük ihtimalle hiçbir aktörün hedeflediği sonuca tam olarak ulaşamamasının yarattığı bir sonuca doğru ilerleyeceğiz. Bugünkü gelişmeler ışığında yorumlayacak olursak HTŞ’nin ve lideri Ahmed Şara’nın hem Suriye içinde hem Suriye dışında mümkün olacak en geniş desteği arkasında toplamaya çalışacağının işaretlerini görebiliyoruz. Genel olarak ılımlı bir tablo çizmeye çalışan Şara, bu imajı Hıristiyan ve Dürzi liderlerle görüşerek de pekiştiriyor. Batılı ülkelerin sadece siyasi liderliklerinin değil, medya ve kamuoylarının da Şara’nın değişimine odaklandığını dikkate alırsak Şara’nın bu çabalarının belli ölçüde bir karşılık bulduğunu söyleyebiliriz. ABD’nin Şara üzerindeki para ödülünü kaldırması ve genel olarak Batılı ülkelerde HTŞ’nin terör örgütleri listesinden çıkarılmasına ilişkin tartışmaların gündeme gelmesi de aynı yönde bir işaret.

 

‘ŞARA’DAN HTŞ İDEOLOJİSİNDEN SOYUTLANMIŞ, PRAGMATİK BİR YÖNTEM İZLEMESİNİ BEKLEMEK ANLAMLI DEĞİL’

Diğer yandan Şara’nın ve HTŞ’nin ideolojiden tamamen soyutlanmış, pragmatik bir yöntem izleyeceğini beklemek de çok anlamlı değil. İstihbarat şefi olarak yine terör listesinde adı geçen Enes Hattab’ın atanması, liderlik kadrolarının cihatçı ideolojiden ne kadar uzaklaştığına ilişkin yaygın tereddüt ve son olarak anayasa ve seçim için sırasıyla 3 ve 4 sene bekleneceğinin açıklanması şüpheleri derinleştiriyor. Bu süre içerisinde HTŞ ile birlikte diğer silahlı grupların resmi devlet örgütlenmelerine ve askeri yapısına dahil olmaları mümkün. Sizin soruda da işaret ettiğiniz üzere bu yol haritasında aşılması en güç görünen mesele Suriye Demokratik Güçleri’nin, kurulması planlanan bu düzene nasıl entegre olacağıyla ilgili. HTŞ liderliğinin SDG ile geçtiğimiz günlerde ilk görüşmeyi gerçekleştirmesi, SDG’nin kontrol altında bulundurduğu alanlarda yeni Suriye bayrağını dalgalandırmaya başlaması, Türkiye ile ABD arasında SDG’nin gelecekteki konumu ve rolü hakkında süregelen karşılıklı pozisyon belirleme çabaları, SDG liderliğinin Türkiye’nin PKK ile ilgili kaygılarını gidermek üzere bazı açıklamalar yapması, Türkiye içinde Devlet Bahçeli’nin inisiyatifiyle birlikte Öcalan ve DEM Parti temsilcileri üzerinden başlatılan yeni süreç bu konuda tarafların adım atmaya niyetli olduğunun göstergesi.

 

‘HTŞ’NİN KURDUĞU GEÇİCİ YÖNETİMLE SDG İDEOLOJİSİ ARASINDA ÖRTÜŞMEZLİK VAR’

Elbette yine her karmaşık meselede olduğu gibi burada da sürece içkin pek çok çelişkili husus var: Şara, federatif bir yapıyı ya da SDG gibi merkezden bağımsız bir askeri gücü kabul etmeye niyetli değil, öte yandan SDG de tam silahsızlanmaya ve tümüyle bir üniter yapının içinde herhangi bir özerklik unsuru olmayan bir sonucu kabul etmeye hazır değil; zaman zaman katılımcılık ve hoşgörü gösterileri yapılsa da Suriye’deki geçici yönetimin ideolojisiyle SDG’nin ideolojisi arasındaki örtüşmezlik, Türkiye’de terörle bağlantısı olduğu iddiasıyla görevden alınan Ahmet Türk’ün süreçte merkezi bir rol oynaması, Öcalan’ın meclis kürsüsünde konuşması gündemdeyken Selahattin Demirtaş’ın tabiri caizse içeride unutulması, hükümetin ve Erdoğan’ın pozisyonunun kamuoyunca net olarak bilinmemesi ve sürecin etrafındaki genel sis havası gibi hususlar da bu karmaşık sürece içkin çelişkiler. Belki de en kilit mesele şu: her ne kadar iç ve dış barış kendi başına son derece kıymetli hedefler olsa da, Türkiye’deki otoriter yönetimin bu otoriterliğinden vazgeçemeyeceğini düşündüğümüzde demokrasisiz bir barışın sürdürülebilirliği tartışmalı. Yine de bu sürece cepheden karşı çıkmayı değil, sürecin yönüne tüm siyasi aktörlerini hem süreci hem de sonuçlarını demokratikleştirme gayretiyle müdahale etmesini gerektiriyor. Öyle görünüyor ki, ilk çözüm sürecinin bitmesinde merkezi rol oynayan Suriye İç Savaşı’nın sona ermesi, bu kez yeni bir sürece kapı aralıyor.

Toplumsal Tarih Dergisi Yayın Yönetmeni Dr. Erhan Keleşoğlu

 

‘GAZZE’DE SOYKIRIMIN ARKASINDAKİ EN BÜYÜK NEDEN ABD’NİN İSRAİL’E KOŞULSUZ DESTEĞİ VE BATI’NIN ASKERİ VE MALİ YARDIMLARINI SÜRDÜRMESİ’

2023'te başlayıp 2024'te şiddetini artıran İsrail'in Gazze işgali/savaşı, son olarak Lübnan ve Suriye'ye sıçradı. Bu çerçevede 2024 yılını nasıl değerlendirirsiniz?

Dr. Erhan Keleşoğlu: İsrail’i yöneten Başbakan Netanyahu ve aşırı sağcılardan oluşan kabinesi bu savaşı başından itibaren Gazze’yi Filistin nüfusundan arındırma ve “nihai çözüm” fırsatı olarak gördü. 7 Ekim’in hemen ertesinde başlayan İsrail’in hava saldırıları ve kara harekâtı neticesinde şu ana kadar yarısından fazla kadın ve çocuklar olmak üzere 50 bine yakın Filistinli hayatını kaybetti, 150 binden fazlası da yaralandı. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) Kasım 2024’te insanlığa karşı işlenen suç isnadıyla Netanyahu ve Gallant hakkında yakalama kararı çıkarması yaşananların bir soykırım niteliği taşıdığının göstergesi olsa da uluslararası hukukun, savaş hukuku ile birlikte ayaklar altına alındığı Gazze soykırımı 2024 yılı boyunca sürdü. Bunun arkasındaki en önemli neden ABD’nin İsrail’e verdiği önkoşulsuz destek ve başta Almanya olmak üzere Batılı ülkelerin İsrail’in işlediği suçları göz ardı ederek askeri ve mali yardımlara devam etmesiydi.

Bundan güç alan Netanyahu Hükümeti, Filistin ile dayanışmak için İsrail’in kuzeyinde cephe açan Hizbullah ile yıpratma savaşına girişti. Bu süreçte çağrı cihazlarına bomba yerleştirilmesi vb. örtülü operasyonlarla ve doğrudan hedef alarak Hizbullah’ın Hasan Nasrallah başta olmak üzere neredeyse tüm üst düzey lider kadrolarını tasfiye etti. Özellikle Nasrallah’ın öldürülmesi, Hizbullah’a ve İran’ın 2000’li yılların başlarından itibaren ördüğü “direniş ekseni”ne vurulmuş en büyük darbelerden birisi oldu. Neticesinde Kasım 2024’te Hizbullah ile 2006 Savaşı sonrasında alınmış BM Güvenlik Konseyi’nin 1701 nolu kararına paralel bir ateşkes anlaşması yapıldı.

 

Devamı >>>

 




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —