2021 yılı boyunca, herkesin bir şekilde gündemine girmiş olan sokak röportajlarında, yaşlıların gençlere “Öyleyse cep telefonunu göster!” itirazına dair vidyolar muhakkak gözünüze çarpmıştır.
“Öyleyse cep telefonunu göster!” ikazı/ihtarı, hayatın gidişatını anlamak ve anlamlandırmak noktasında önemli bir ara başlık. Bu ara başlık üzerinden, yaşlılarla gençleri karşı karşıya getirme ve aralarına derin bir hendek açma girişimi olarak niteleyebileceğimiz bu durumu dikkatle ele almamız gerekiyor.
İsmet Özel “Ben yaşarken oldu her şey” dediğinde 20. yüzyıldaydık. Biz 20. yüzyılın ikinci yarısında doğanlar, hatıralarımızdan tefekkür damarı inşa edip yaşadığımız yılları değerli kılabilecek miyiz? Yoksa “Bizim zamanımızda...” diye başlayan cümleler eşliğinde, bizimle birlikte herkesin ve her şeyin solmasını dileyen şikayet dili içinde çürüyecek miyiz?
Alınan yaşları değerli kılmak da elimizde, yaşanan yılları çürütüp kokutmak da... Yaşanan yılları değerli kılacak olan, bir hâli bir hâle, bir derdi bir derde tercüme etmektir. Biz -yirmi yüzyılın ikinci yarısında doğanlar-, bizden evvel doğanlar ile bizden sonra doğanlar arasındaki iletişimi açık tutmak, aradaki köprünün bakımını yapmak ile yükümlüyüz.
20. yüzyılın ilk yarısında doğanların payına sadece yaşlılık düşmüyor, “bildiği dünya”nın artık var olmadığını, her şeyin bir daha geri gelmeyecek şekilde değiştiğini anlama güçlüğü de düşüyor.
Yaşlılar alışkanlıklarına tutunarak yaşamak ister. Oysa hayatın hızlı değişimi, yaşlıları tutamaksız bırakır. Yaşlandıkça insanların sohbet ihtiyacı artar, ne ki onu dinleyecek kimse yoktur. Dün ile günü birbirine teyellemek, ister dinleyici olsun isterse konuşan, herkesin harcı değildir. “Dinleyen söyleyenden arif gerek”. Hız ve haz çağında “ağzı olan konuşur”, lâkin kulağı olanların pek azı aktif dinleme kapasitesine/erdemine sahiptir.
Gündelik hayatın değişmesi, özellikle yaşlılar için yorucudur. Onlar bir önceki devrin âdâbımuaşeretine, öncelikler sıralamasına tâbidirler ve herkesin de öyle olması gerektiğini düşünmektedirler. Oysa âdâbımuaşeret değişmiş, öncelikler sıralaması ve ihtiyaçlar piramidi tepe taklak olmuştur.
Âdâbımuaşeret dedim de... Belki biraz açmak icap ediyor... İnsanlar bir dünyanın içine doğarlar ve doğdukları dünyanın kurallarıyla ömürlerini tamamlarlar. Ama değişimin hızlandığı, zamanın çarkının şiddetlendiği zamanlarda bilinirken bilinmez olanların rengi ve şekli değişir.
Hâl böyle olunca evvel gelenler, “dünkü çocukları” pek ukalâ, pek nadan, pek müsrif bulmaya başlar.
Değişimin hızı, hayatımıza giren teknolojik aletler üzerinden artar. “Dün öyle, bugün böyle” ihtarı, en çok teknolojik aletlerin inşa ettiği yeni hayat düzeneğinde ortaya çıkar.
2021, sokak röportajları üzerinden kotarılan, gençlerle yaşlıları birbirine karşı kışkırtan viral vidyolar yılı oldu. Yaşlı kuşak, genç kuşağın ekonomik durum, hayat pahalılığı üzerine getirdiği eleştirileri “Madem fakirsin, cep telefonunu göster o halde” diyerek geçersiz kılmaya çalıştıkça “birileri” buradan ucuz reyting devşirme fırsatı bulmuş oldu.
Medyanın, sosyal bilimcinin görevi, en uzaktaki ile en yakındakinin dillerini birbirine tercüme etmektir. Tıklanma uğruna amansız bir yarışın içine hem de hiç emek vermeden girmek isteyenlerse, gençlerle yaşlıları karşı karşıya getirerek, kuşaklar arasındaki mesafeyi açarak ve derinleştirerek, çatışma ve şiddet inşa etme yoluna gidiyorlar, “Göster cep telefonunu” parodisi üzerinden.
TÜRKİYE’DE TELEFON KULLANIMININ KISA TARİHİ
Z kuşağına, “Bu çevirmeli telefonla nasıl iletişim kurulmuş!” şaşkınlığını yaşatan telefonlar, bir zamanlar lüks idi. Telefona yazılırdınız, ama yıllarca beklediğiniz halde hat çıkmazdı. Hatta bazıları yazıldıkları telefon çıkınca hatlarını başkasına satarak iki yakalarını bir araya getirmeye çalışırdı.
1970’li yıllarda bile evinde telefon olan aileler zengin sayılırdı. Bir insanın mal mülk sahibi olduğunu belirtmek için kurulan cümle şuydu: Kapısının önünde arabası, evinde telefonu var.
Buzdolabında her daim ikrama hazır gazoz bulunması da çocukların dünyası için bir zenginlik alameti idi.
Her mahallede bir iki telefon ancak olurdu. Hâl böyle olunca o bir telefon, “kamu malı” gibi hizmete açık tutulurdu. Ev sahibi telefonuna kumbara taktırır, telefon etmek isteyen kişi ev sahibinden jeton alarak konuşmasını yapardı.
1990’lara kadar köylerde telefon sadece muhtar odasında bulunur, arayan biraz sonra tekrar arayacağını, filanla görüşmek istediğini söyler, köyün korucusu filanca kişinin evine gidip çağırır, çağrıya uyan kişi de muhtar odasında oturup telefonun kendisi için “gelmesini” beklerdi. Özellikle bayram günlerinde telefon için bekleyenlerin sayısı bir hayli fazla olduğu için konuşma cümle alemin içinde yapılırdı.
1990’larda hayatımıza önce çağrı cihazı girdi. Erkeklerin pantolon kemerlerine taktığı çağrı cihazları serbest meslek erbabı ve doktorlar için bilhassa önemliydi. Çağrı cihazının ardından cep telefonları geldi. İlk cep telefonları tuğla büyüklüğündeydi. Derken 2010’da hayatımıza akıllı telefonlar girdi ve her şey bir daha eskisi gibi olmayacak şekilde değişti.
Çevirmeli telefonların dünyasında kalanlar, değişen dünyayı anlamakta zorluk çekiyor.
İhtiyaçlar sıralamasında akıllı telefonun önemini, ilk gençliğini tarım toplumunda, orta yaşını şehirde işçi olarak geçirmiş olan yaşlı kuşağa bir slogan ile anlatmak gerekirse... Hizmet toplumunda cep telefonu, tarım toplumundaki bir çift öküz ile aynı sosyal-ekonomik değere sahiptir.
Tarlalar ekilip biçilirken nasıl bir çift öküze ihtiyaç varsa, iletişim toplumunda hizmet sistemi/iş organizasyonu çalışanı, eğitim sistemi de öğrencileri “akılla telefona” mecbur tutuyor. Akıllı telefonu olmayan bir gencin, işini yapması, eğitimini yürütmesi, hayat ile bağını sürdürmesi pek mümkün değil.
2020’den itibaren hayat ziyadesiyle sanal âleme taşındığı için ve taşınma giderek hayatın pek çok sahnesini kuşatacağı için gençleri cep telefonu modeli üzerinden suçlamak yerine onları “sanal âlemin” cazibesinden kurtaracak hakiki sohbetler inşa etmek ile yükümlüyüz. Suçlamadan, yargılamadan. Sadece dinleyerek.
“Dışarda bir bardak çay içemiyorum” diyen gence “Çayı evinde iç” diyen
“yaşlı amca”nın, o gencin sabah erkeden kalkıp üç vasıta değiştirerek okuluna gittiğini, kafein ihtiyacından başının ağrıdığını bilmesi gerekiyor.
“Çayını evinde iç” demek yerine “Niye okulların kantininde çay bu kadar pahalı?” diye dertlenmesi, ya da “Haklısın evladım. Benim torunum da bundan müşteki. Onun için termosunda kahve/çay taşıyor” diye dert paylaşımında bulunması gerekiyor.
Ama böyle bir “sohbet”i gençler ve yaşlılar kendi hallerinde inşa edemez. Bu noktada toplumun önde gelen isimleri, derdi derde tercüme etmek için seferber olmalı. Medya bu tercüme faaliyetine ön ayak olmalı, “arif” yaşlılar ile “alim olacak” gençleri buluşturmayı başarabilmeli.