Birebir tanışıklığım olmadı. Ancak hep o fotoğraf, gözümün önüne gelen; üzeri gazete ile örtülmüş bir “gazeteci”; her ne kadar kendisi bir gazeteci ve yazar olmadığını söylese de… Eskilerin deyimiyle gadre uğramış; haince bir pusu ile yaşamdan koparılmış, boylu boyunca Agos’un önünde… 19 Ocak 2007.
“Adını iki dilde ortak olan ve ‘sabanın toprakta açtığı, içine tohumun konulduğu ve bereketin fışkırdığı yer’ anlamına gelen Agos deyişinden alan gazete” binasının kaldırımı şimdi öyle bir tohuma yataklık ediyordu ki… Ermeni’si Türk’ü, Kürt’ü, Laz’ı ne yapsalardı da bu tohuma can verebilselerdi… Bir tohum ki, Anadolu topraklarında nerdeyse yüz yılı aşkın zamandır kökü kurutulmak istenen “özgür, eşit ve birliktelik üzere bir var oluş” mücadelesinin herkes için imkânını muştuluyordu. Benim gibi, muştusuna o hayattayken elveremeyen on binler, “buradayız Ahparig” demeye gelmişlerdi, acıyla ve utançla…
“Barış’a ne zaman kanmadım ki?” diyordu, bütün “sözde” barış yanlılarını bilerek. “Barış dendi mi fırlarım hiç düşünmeden, ‘ben varım’ derim önkoşulsuz… Bu savaşa biz karar vermedik. Ama Barış’a karar verebiliriz… Barış isteyenler, gelin Barış için barışalım. Barış için bir milyon imzamız olsun. Barış’a birer imza verelim… Verdim gitti be… Savaşın ölümü imzamdan, benimki de Barış’tan olsun.” sözleri nasıl da bir hesapsızlık ve koca yüreklilikti… Büyük harfle Barış içindi bütün çabası; bu çaba, onun yaşam düsturunu işaretlemekteydi… İnsanlar ölmesin, yerlerinden yurtlarından edilmesin, sevdiklerinden uzakta özlemlerinde boğulmasınlar istiyordu… Barışı umut edebilmekti onun varlığı; Hrant’ı sevdiklerinden koparan kötücüllerin hedefi ise yokluğuydu…
Kütüphanesinden bir kitabı alarak heyecanla konuşuyordu; meram anlatmak istiyor, anlattığının anlaşılacağına inanarak, umutla… Yer yer gözlerine tereddüt gölgeleri düşse de vazgeçmeden, usanç veya kızgınlıkla değil ama kırgınlıkla, ne dediğini ne demek istediğini ve hatta ne hayal ettiğini anlatıyordu… Hrant Dink denince gözlerimin önündeki ikinci kareydi bu da…
Üzerine bir güvercin tedirginliği sinmişti… “Benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı” diyordu kendisine yamanmaya çalışılan “Türklüğü aşağılamak” yaftasını reddetmek için. Zira “aşağıla(n)mayı” en iyi kendi biliyordu, yaşamıştı: “1986 yılında Denizli 12. Piyade Alayı’na kısa dönem askerlik (sekiz ay) için gittiğimde, devremdeki tüm arkadaşlarıma yemin töreninden sonra erbaş rütbesi taktılar ve bir tek beni ayırıp er olarak bıraktılar. İki çocuk sahibi koca bir adamdım, umursamamam gerekiyordu belki. Üstelik bir tür rahatlık dahi sağlamıştı. Nöbet ya da daha zorlu görevler de verilmeyecekti. Amma ve lakin fena koymuştu bu ayrımcılık. Tören sonrasında herkes ailesiyle mutluluğunu paylaşırken, teneke barakanın arkasında, tek başıma iki saat boyunca ağladığımı hiç unutamıyorum” diye dile getirdiği ayrımcılığı nasıl başkalarına yapabilirdi ki? “Sonuçta bu ülkenin bir yurttaşıyım ve ısrarla herkesle eşit olmak istiyorum” feryadıyla bu ayrımcılığı ifşa ve reddediyorken, nasıl ötekileştiren olabilirdi ki?
“Kürtçemi istiyorum” derken, “Anadolu harmanında ne Kürtçe salt Kürtlere, ne de Ermenice salt Ermenilere terk edilebilir. Türkçe bilmek kimseyi Türkleştirmediği gibi, Kürtçe bilmek de bir Ermeni’yi Kürtleştirmez. Kürtçeyi salt Kürt’ün tekeline bırakmak olsa olsa Kürtçülüğü, Ermeniceyi de Ermeni’nin tekeline bırakmak Ermeniciliği besler. Bu topraklara yakışan, birbirlerinin dillerini bilen ve konuşan farklılıkların biraradalığıdır. Yedi düvelin dilini getirip okullarımıza sokuşturuyoruz da, bir arada yaşadığımız insanların dilini kendimize ait hissetmekten ve öğrenmekten niçin kaçınıyoruz?” sorusunu zihinlere mıh gibi çakıyordu.
“Tek yolumuz ‘bir arada yaşamayı savunmak’ olmalı. Bu yol hem aklın hem de vicdanın gereği. Aklın gereği, çünkü ‘bir arada yaşama’nın alternatifi olan ‘paralel yaşama’, bu dünyanın sorunlarına hiçbir zaman çözüm getirmedi” sözleri ise güç odaklarını, toplumu kutuplaştırıp çatışma üretmek isteyen ulusal ya da uluslararası egemenleri korkutuyordu. Geçmiş denemelere bakıp “Onlar denedi ama başaramadılar o halde biz de başaramayız yenilgisine düşmemenin bir tek yolu var… Denemek, denemek, sürekli denemek” diyerek azim, kararlılık ve umutla sesleniyordu…
“…Şunu bir kez daha açıklıkla ifade edeyim ki ifade özgürlüğü, tüm özgürlüklerin, insan haklarının ve evrensel ilkelerin anasıdır, o olmadan diğerlerinin zaten hiçbir anlamı olmaz… İnsan konuştukça ancak, değişir…” Değişim olumluydu, olumluyaydı; umut içindi, gelecek içindi. Ama özgür fikirler dile gelebilmeliydi, öncelikle. Hiçbir gerekçe, ifade özgürlüğünün bırakalım ortadan kaldırılmasına, sınırlandırılmasına dahi bahane edilemezdi. Bırakın fikrini ifade etmeyi, fikir özgürlüğünün savunusu bile telaşlandırdı karanlık mahfilleri; susturdular…
Bir çığlık yükseliyordu gökyüzüne, yeryüzündeki zalimleri işaretle… “…Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim” diyordu… “Sevgili dostlar; bugün bedenimin yarısını, sevgilimi, çocuklarımın babasını, sizin kardeşinizi uğurluyoruz” derken, sesinde kederin her tonu… Yürekleri kuşatıyordu… O, zulme uğramışlığın en zarif isyanı… İşte kulaklarımdan gitmeyen bir de… Sevgilisinin, hayat arkadaşının, Rakel Dink’in sesi…
En zorlu meseleleri dahi bir o kadar kolay anlatışına tahammül edemediler…“…Kürt, Türk bir de Ermeni üç arkadaş yolda gidiyorlarmış…’ diye başlarmışız birbirimizi ‘ti’ye alacak denli atışmaya, sevişmeye. Hey gidi günler hey… Farklılığımıza kızacağımıza, farklılığımızla eğlenirmişiz” diyerek hüznü sımsıcak anlatısıyla örten Hrant için, adalet için “bir Türk bir Kürt bir Ermeni bir…bir… bir… buradayız Ahparig!”
(1)Tırnak içi ifadeler Hrant Dink’in Hrant Dink Vakfı sitesindeki yazılarından alıntılanmıştır. Bkz.: https://hrantdink.org/
Kaynak: Farklı Bakış