1971-1980 cuntalarının temel mottosu: 'Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü'

Ümit Kardaş'ın Artı Gerçek'teki yazısı;

1971-1980 cuntalarının temel mottosu:

Politikacıların, akademisyenlerin, gazetecilerin bu denli antidemokratik bir mottonun tarihsel serüveninden, siyasi, hukuki ve ekonomik saikinden bihaber olmaları şaşırtıcı. Anlaşılıyor ki özgürlüklerin kısılması ülke sermayedarının da çıkarını koruyor.

1971 askeri cuntasının isteği doğrultusunda, CHP’nin de desteğiyle 61 Anayasası'nın özgürlüklerin sınırlanması başlıklı 11. maddesine "Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” gibi muğlak, özgürlükleri boğmaya uygun bir ek yapıldı.

Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, "sosyal uyanmanın ekonomik gelişmeyi geçtiğini"
belirterek anayasa değişikliği istiyordu. Bu arada Genelkurmay’da anayasa değişikliği çalışmaları yapacak olan bir "Planlama Grubu" oluşturuldu.

Yani Tağmaç’ın analizine göre, emeğin sömürü ve istismarına dayalı rejime karşı tabanda bir uyanış başlamıştı. 61 Anayasasının getirdiği özgürlük ortamı bu farkındalığı yaratmıştı. Sermaye bundan rahatsızdı. Bu durum bir gerilim yaratıyordu. O halde bu uyanışı bastırmak için anayasada hak ve özgürlükleri kullanılamaz hale getirmeye yönelik kısıtlamalar yapılması şarttı. Bu kısıtlamaların en başta geleni özgürlükleri sınırlayan "Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü" mottosuydu.

Başta CHP Genel Başkanı Özgür Özel olmak üzere birçok muhalefet partisi liderinin canhıraş bir şekilde savundukları bu motto geniş halk kitlelerinin hak ve özgürlük talepleri önünde bariyer görevi gören faşist bir aparatın norm olarak kabul edilmiş haliydi.

Üstelik özgürlükleri kısıtlamak için kriter olarak kabul edilen bu motto halkın sömürülmesinin yoğunlaştığı, 24 Ocak kararlarının uygulandığı dönemde Evren-Aldıkaçtı grubunca 82 Anayasası'nın hem başlangıç metnine hem özgürlükleri sınırlayan 14. maddeye konuldu.

Bununla da yetinilmedi, kurnazca 3. madde içine sokularak değişmez bir norm haline getirildi. Bu hamleyle emeğin sömürüsünün sürekliliği garantiye alınırken, Kürtlerin, Alevilerin ve diğer grupların hak taleplerinin bölünmez bütünlük karşısında kabul edilemez olması sağlanıyordu. Böylece özgürlükleri keyfi bir şekilde sınırlayan bir norm ölümsüz hale getiriliyordu.

Politikacıların, akademisyenlerin, gazetecilerin bu denli antidemokratik bir mottonun tarihsel serüveninden, siyasi, hukuki ve ekonomik saikinden bihaber olmaları şaşırtıcı. Peki önce özgürlükleri sınırlayan ve daha sonra başka bir cunta tarafından değişmez hale getirilen bu motto etrafında neden bu kadar fırtına koparılıyor? Anlaşılıyor ki özgürlüklerin kısılması uluslararası sermaye kadar ülke sermayedarının da çıkarını koruyor. Türkiye’yi güçsüz bırakan etnik, dinsel, mezhepsel farlılıkların yarattığı iç gerilimlerin ortadan kaldırılmasını engelleme görevini görüyor.

Şimdi 12 Mart 1971’e giden sürece ve 61 Anayasası’nda yapılan değişikliklere göz atalım.

1961 Anayasasının getirdiği ifade ve örgütlenme özgürlüğü hızlı bir şekilde çoğulcu ve dinamik bir toplum yaratırken, ülke ekonomik kalkınmayı sağlayacak sermayeden yoksundu. Bu durum devlet imkanlarıyla büyümeyi hedefleyen sermaye ile milli gelirden daha çok pay almayı isteyen başta işçiler olmak üzere geniş halk kitleleri arasında bir gerilim yaratıyordu.

Bu durumun sonucu olarak şekillenen siyasi ve toplumsal hayat sağ ve sol ideolojik kutuplaşmalara neden olmuştu. Özellikle solcu gençlik dış dünyayla yaptığı kıyaslamalar sonucu işçi sınıfı ile birlikte politik bir güç haline gelmişti.

Diğer taraftan Anadolu’da büyüme yolları arayan Batı’ya mesafeli orta ölçekli girişimciler kendilerini temsil edecek yeni politik arayışlara girişmeye başlamışlardı.

Bu ortam siyasal bir kargaşa yaratmış böylece ülke geniş kitlelerin siyasi mutabakatına dayalı koalisyonlar yerine küçük partilere verilen tavizlere ve aritmetik hesaplara dayalı koalisyonlarla idare edilmeye başlanmıştı. Bu durum ilkesiz siyasi hayatın çürümesine yol açtı...

Tekelci İstanbul sermayesi devletten ucuz krediler alarak büyüdüğünden, sendikal hareketlerden ve devlet desteğinin azalacağından endişe ettiğinden askerin müdahalesine sıcak bakıyordu.

Süleyman Demirel, Ordudan emin olmadığı ve güvenemediği için, doğrudan kontrolü altında olan polisi kullanarak sosyal muhalefeti ve özellikle işçi hareketini bastırarak geriletmeye çalıştı. Adalet Partisi kurulduğu günden beri 61 Anayasası'nın getirdiği hak ve özgürlük düzenlemelerinden rahatsızdı. Demirel başbakan olduğu günden itibaren 61 Anayasası'nın topluma haddinden fazla bol geldiğini savunuyordu.

1969 seçimlerine giderken AP bir anayasa ıslahat programı hazırlamıştı. Yürütmenin güçlendirilmesini, parlamentonun daha kolay çalışmasını, akademik özgürlüklerin sınırlanmasını, özerk kuruluşların yeniden düzenlenmesini, özgürlüklerin kötüye kullanılmasının önlenmesini istiyordu. Askerler de gerek MGK toplantılarında gerekse "Genişletilmiş Komuta Konseyi"nde Anayasa'nın toplumun bünyesine uymadığını, fazla özgürlükçü olduğunu belirtiyor, sendikacılıktan ve idari yargıdan yakınıyorlardı...

Ordu içinde sol ideolojiye mensup cuntanın 9 Mart 1971’ de yapmak istediği darbe bu darbeye katılması beklenen kuvvet komutanlarının çekilmesiyle bastırıldı ve 12 Mart 1971’de TSK adına Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları tarafından bir muhtıra verildi.

12 Mart 1971’de verilen “Muhtıra”da parlamento ve hükümetin tutumları yüzünden ülkenin anarşiye sürüklendiği, reformların yapılmadığı ve cumhuriyetin ağır bir tehlikeyle karşı karşıya olduğu belirtiliyor, partiler üstü ve anarşiyi durdurup reformları yapacak bir hükümetin kurulması isteniyor, bunlar yapılmadığı takdirde TSK’nın yönetime doğrudan el koyacağı bildiriliyordu. Askerler bir teknokrat hükûmeti istiyorlardı. Bunun için tarafsız bir milletvekili aranmaya başlandı. CHP Kocaeli milletvekili Nihat Erim ismi üzerinde anlaşıldı. Erim 26 Mart günü CHP'den istifa etti. Teknokratlardan oluşan partiler üstü reform hükümetini kurarak icraatlarına başladı.

TİP sendikal harekete ve Kürt taleplerine destek verdiği için kapatıldı, yöneticileri tutuklandı. DİSK 1970 Haziran eylemleri nedeniyle hedef haline geldiğinden yöneticileri tutuklandı, sendika baskı altına alındı. 12 Eylül ile pekişen durum halen sendikalaşmayı ve grev hakkının kullanılmasını engellemekte. Böylece darbe hukuku iktidar ve muhalefetin işbirliğiyle gücün egemen hukuku olarak meşrulaştırılmış durumda.

Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idam edilmesine kadar varacak olan süreç başlatılmış oldu. Erim bu uygulamaları "Gerekirse demokrasilerin üstüne şal örtmeli" sözüyle meşrulaştırmaya çalıştı.

Askerin istediği yönde değişiklikleri yapma konusunda AP ve Demokratik Parti gönüllüydüler. Ancak değişiklik için oyları yeterli değildi. CHP’nin İnönü önderliğindeki sağ kanadı destek verirken, muhtıraya karşı çıkan Bülent Ecevit önderliğindeki sol kanat pasifleştirildi. Böylece geriye gidiş CHP’nin desteğiyle yapılan anayasa değişiklikleriyle sağlandı.

Anayasada yapılan değişikliklerle yasama geriletilerek yürütme güçlendirildi. Buna örnek olarak hükümete vergi kanunlarında değişiklik yapma yetkisinin verilmesi gösterilebilir. (An. m. 61/ek fıkra) Diğer önemli bir yetki hükümete kanun hükmünde kararnameler çıkarma yetkisi tanınması oldu. (An.m. 64/2-6 ek fıkralar )

Asıl önemli olan temel hak ve özgürlükler alanında yapılan değişikliklerdi. Bu değişiklikler devlet otoritesinin toplum ve kişi aleyhine büyümesi şeklinde oldu.61 Anayasasının ilk şeklinde özgürlük kural, sınırlama ise istisna iken,11. maddede yapılan değişiklikle bu anlayış tersine çevrilmiş oldu.

“…Memurların sendika kurabilmeleri (An. m.46 ve 119),öğretim üyelerinin ve yardımcılarının siyasi partilere üye olabilmeleri (An.m.120) imkansız hale getirildi.

Bazı özgürlüklerin somut olarak sona erdirilmesinde hakim şartı kaldırıldı, “gecikmesinde sakınca bulunan hallerde” idari makamlara ,özgürlüklere müdahale yetkisi daha geniş bir şekilde tanındı. ( An. m. 22/3,29 ) Ayrıca 30. maddedeki gözaltı süreleri uzatıldı.

Tüm bu geriye gidişlerin dışında olağanüstü mahkeme niteliği taşıyan Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin yasayla kurulabilmeleri imkansız görüldüğünden bu mahkemelerin anayasa değişikliği yoluyla yaratılmaları yoluna gidildi.( An. m. 136 ) Bu nedenle de 32. maddenin başlığı “tabii yargı yolu” iken “kanuni yargı yolu” olarak değiştirildi.

Askeri bürokrasinin 1961 Anayasasının fazla özgürlükçü olduğu bunun da anarşi ürettiği görüşünden hareketle Anayasada değişiklik yapılmasına ilişkin talepleriyle Adalet Partisi’nin bu yöndeki talepleri örtüşmüş, asker-siyasetçi uyumu sağlanmıştı.

CHP her zaman ve bugün de olduğu gibi ikna olup, kendi içinden bir milletvekilini hükümeti kurmakla görevlendirince hak ve özgürlükler ve hukukun üstünlüğü hususlarında tam bir geriye gidiş gerçekleşmiş oldu. Toplum ise neleri kaybettiğinin farkında olmadı.

Söz konusu mottonun değişmez hale getirildiği 12 Eylül 1980’e gidiş süreci ayrı bir yazı konusu. Ancak şu kadarını söylemeliyim ki; monist (tekçi) bir anlayıştan plüralist (çoğulcu) bir kuruluş felsefesine geçme ihtiyacı bulunmakta. Tek etnik kimlik, tek din, tek dil, tek kültür, tek mezhep kurucu felsefesi toplumdaki çokluğu kuşatamamakta, gerilimi arttırmakta.

Başlangıç metni, değişmez maddelerindeki hak ve özgürlük kısıtlamaları, tutarsızlığı, dil hataları bakımından düzeltilmesi olanaksız, yurttaşlara ve topluma deli gömleği gibi giydirilen, demokratik, laik, sosyal, hukuk devletinin inşasını engelleyen, gelişmenin, yaratıcılığın, demokratikleşmenin, özgürleşmenin, barışın önünü tıkayan bu yükten kurtulmanın zamanı gelip geçmiş durumda.

Ancak bunun için geniş temsile dayalı bir kurucu meclise, toplumsal meşruiyeti sağlayacak bir yönteme, en geniş ifade özgürlüğünün ve hukuk güvenliğinin sağlandığı bir ortama ihtiyaç bulunmakta. Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararlarına uymayan bir iktidarla bu anlamda bir anayasa inşa etme imkanı bulunmamakta.