M. Sait Çekmegil Hocamızın doğumunun yüzüncü yılı münasebetiyle, hem onu anmak, hem de genç kuşaklara tanıtmak babında aşağıdaki sorularımızı cevaplandırmanızı istirham ediyoruz.
M. Sait Çekmegil
S.1- M. Sait Çekmegil Hocamızla nasıl tanıştınız; üzerinizdeki etkileri ne oldu?
C.1- Ben Elaziz doğumluyum. Babam Tren Şefi idi. Üç yaşımda iken Maden kasabasına altı yaşımda iken de Diyarbekir’e tayinimiz çıktı. İlk mektebi Diyarbekir’de okuduktan sonra bu sefer babam Malatya’ya tayin edildi. Böyleceortaokul ve lise hayatım, hatta ebeveynlerimiz vefat edinceye kadar fakülte dönemindeki hayatım da Malatya’da geçti. Ailemizin baba evi artık ve daima Malatya’da idi. Doğum ve maddi bağ itibariyle Elazizli olan ben deyim yerindeyse manen tam bir Malatyalı olmuştum. Ergenlik dönemim orada yaşandı, fikir, sanat ve inanç alanındaki her tür ilgi ve bilgi akışını bu şehre borçlanmıştım.
Malatya Lisesine kayıt yaptırdığımda namazlarını aksatmamaya çalışan enikonu bir yurdum insanıydım. Ancak yaz aylarını geçirdiğimiz Elaziz ve anne tarafından dedemin Harput Buzluk’taki bağına her gidişimde Elaziz’de yaşayan babam gibi Tren Şefi olan amcamın benden iki yaş büyük oğlu Halil ağabeyimle buluşur, türkü, şiir, edebiyat üzerine konuşurduk. İkimiz de sanki doğuştan birer türkü ve şiirseverdik. Şüphesiz Harput’un o zengin folkloru bilinçaltımıza böylesi bir haz ve ilgi bırakmıştır diye düşünüyorum. Elazizlilikten ziyade bu durum beni Harputlu kılmıştı. Çünkü zaten Elaziz diye bir şehir adeta dün gibi Sultan Abdülaziz döneminde şehre tren yolu gelmeye başladığında kurulmuş, Harput yoksa kendine mahsus bir kimliği de bulunmayan nevzuhur bir şehirdi; eski şehrin mezrasından başka bir karakteri bulunmuyordu.
Liseye başladığımda hem ağabeyim olan Halil’in hem de benim artık birer hatta bir kaçar hatıra/şiir defterlerimiz vardı. Kendi şiirlerimizle beraber sevdiğimiz şairlerin ürünlerini yazıyorduk oralara. Kitap alacak kadar bir harçlığa o tarihlerde hemen hiçbir zaman sahip değildim başlangıçta. Babamın ilk gençliğinde okuyarak unuttuğu kitaplardan oluşan minik kütüphanesi benim hazinem olmuştu. Bir de Halil ağabeyimin harçlıkları ne hikmetse her zaman benimkinden daha fazlaydı ve onun kitaplarını da emaneten okuduğum olmuştur.
Kitap satın alamasam da kitabevlerinin vitrinleri her gün mutat ders dışı uğraklarımdı. İlk defa Yeni İstiklal, çok kısa bir süre sonra da Büyük Doğu mecmualarını vitrinlerde görmüş ve ne yapıp edip artık temin etmeye başlamıştım. Özellikle Büyük Doğu’daki her yazı ve satır üzerimde müthiş etki bırakıyor, beni yazma hususunda kışkırtıyordu. Halil ağabeyim biraz çekingendi. Ben daha cesur davranarak şiirlerimi dergilere postalama arzusuna erkenden kapıldım ve Yeni İstiklal ile işe koyuldum. Unutmak adlı şiirim orada sanat sayfasında, altında adımla birlikte yayımlanmıştı. Mecmualardan öğrendiğim isimler arasında Necip Fazıl ve M. Said Çekmegil vardı. Onun Limon Ağacım adlı şiir kitabını kendisini tanımadan önce okumuş, sevmiştim.
Şiir okumayı çok seviyordum, galiba iyi de beceriyordum; bunu fark eden bazı hocalarım dersten önce ya da sonra beni tahtaya kaldırarak şiirler okutmaya başladılar. Kılık kıyafetim, fizik görüntüm besbelli taşralıydı. Okula geldiğim mahalleden postallarımda çamurlar taşıyordum. Ancak okuduğum şiirlerle artık kendime şehirli bir imaj kazandırmış olmalıydım ki, solcu olmasına, okul dergisinde kimliğimden ötürü şiirlerimi yayımlamamasına rağmen edebiyat hocamız bir münazaraya katılmamı sağladı.
Okuduğum dergilerden iyi bir çalışma yapmış ve ekibim mağlup olsa da ben en iyi konuşmacı seçilmiştim. Lisenin geniş kantinindeki münazarayı izleyenler arasında meğer M. Said Çekmegil varmış. Kalfalarına beni bulmalarını ve kendisiyle tanıştırmalarını ısrarla tembih etmiş. Günün birisinde onun terzi dükkânı önünden rastlantıyla geçiyorken, içeriden cama vuruldu ve çağrıldım. Kalfası ve damadı Alaaddin Kürün’dü beni çağıran. Bu dükkânın Çekmegil üstada ait olduğunu söyleyince, Çekmegil’in ismini dergilerden zaten hatırlıyordum; Çarşamba ve Cumartesi akşamları yaptıkları sohbetlere davet edildim büyük bir sevinçle kabul etmiştim.
Ailem ve ben Malatya’da garip sayılırdık; öyle herkesi tanımıyorduk. Hele benim okul dışında hiçbir arkadaşım yok gibiydi. Çünkü ikamet ettiğimiz babamın işi gereği istasyona yakın mahallemiz şehrin banliyösündeydi. Buradaki ailelerin çocukları ise genellikle okumamış ve türlü mesleklerde çıraklık, kalfalık yapıyorlardı. Onlarla temasım yoktu. Okuldaki yerli arkadaşlarıma söz konusu tanışma imkânından söz açınca hemen beni uyarmaya kalkıştılar. Çekmegil hakkında hayli olumsuz şeyler söylediler. Kendileriyle beraber gitmek istiyordum, ne yazık yalnız kalmıştım. Ancak arkadaşların olumsuz yorumları beni daha da kışkırtmıştı. İyi ya, ne tür insanlar olduklarını görür öğrenirdim, ufkum açılırdı.
Evet, Rabbime sonsuz şükürler olsun ki M. Said Çekmegil gibi bir üstatla, Bilge Terzi ile yollarımızı böylece kesiştirmişti. Sıradan yurdum insanı artık tevhidin ve tekbirin fedaisine dönmüştü. Evde öğrendiğim ilmihal dindarlığının üzerine şimdi entelektüel ve estetik bir perspektif ve de medeni cesaret aşısı almış yepyeni diskurlar kazanıyordum.
Çekmegil’le tanışmanın üzerimdeki ilk etkisi, ailemin içerisinde öğrendiğim, edindiğim din ve ahlak anlayışının değişmesiyle, aile içi çatışmanın başlaması şeklinde tezahür etti. Yetmedi meğer ne kadar düşmanı ve muhalifi varmış bu anlayışın, üstada yönelik muhalefetin benzeri bana da uygulanmaya başlandı. Artık üzerimizde geniş bir kitlenin hem de “Allah rızası adına” amansız düşmanlığı sergileniyordu. Öyle ki sohbet ettiğimiz ahşap yapının merdivenlerine benzin dökerek içerisinde bizi yine “Allah rızası için” diri diri yakmaya kalkışan Müslüman kardeşlerimiz bulunduğunu öğreniyorduk.
Herkese açık oyunsuz çayevlerinde bizimle sohbet eden ikinci Said namlı Said Ertürk hocanın sesi işitilmesin diyerek, hemen yanımızdaki masaya davul ve zurnacı çağırarak konuşmayı yine “Allah rızası adına” sabote eden Müslümanlar vardı çevrede.
Muhitimizi tanıyanlar şaka etmediğimi iyi bilirler. Ancak bu tanışma bana ileride Düşünmek Farzdır adlı bir kitabın müellifi olmakla iftihar edebileceğimin kapısını da aralamıştı. Kulaktan dolma kültürle özellikle de İslam adına asla yetinilemeyeceğini, Allah ve O’nun elçisi adına delilsiz, desteksiz konuşulamayacağını öğrenmiştim. Kitap medeniyetinin mensupları olarak kitabi bir dindarlığın talibiydim şimdi. Tenkidin ibadet olduğu, ikaz ve hüsnü zan kurumlarının ihmale gelmeyecek kadar değer taşıdığı aşikârdı. Ataların dini ile Allah’ın dini arasında bilinçli bir tercih yapamamış insanların iman hadisesini yeniden sorgulamaları gerektiği tarafımdan bu tanışma sonrasında net biçimde anlaşılmıştı.
Günümüzde İslami meseleler biraz da iletişimin, haberleşmenin hız kazanması sonucu artmıştır. Ancak benim başladığım tarihlerde zannımca bu meseleleri tartışan yegâne grup bizlerdik. Bütün aforizmalar M. Said Çekmegil’in şahsı üzerinden onun düşüncelerini paylaşan herkese uzanıyor ben de üniversite hayatımda bundan olabildiğince zarar görüyordum. Örnek istenecek olursa yedi çocuklu memur ailesinin en büyüğü sıfatıyla güçlükle temin ettiğim üç ayrı burs imkânını ikişer üçer ay aldıktan hemen sonra, düşüncelerim ve iddialarım sebebiyle kaçırmıştım. Bana bile epeyce mağduriyet yaşattı fikri anlamdaki Malatyalı kimliğim. Manevi baskıları saymak istersem, 1973 yılında ilk baskısı yapılan Gavur Kayırıcılar adlı eserim hurafeci çevrelerin ihbarıyla, yayınevimizin kapatılması, esere mali polis tarafından el konulması sonucunu doğurdu. Bitmedi, dönemin çok sevilen bir camisinde görevli hoca eserimin ve benim ismimi vermeksizin, eserden alıntılar yaparak aleyhimde tam dört yüz sayfa tutarında adı Mezhepsizlik Furyası olan bir kitap yayınladı. Dahası da var ama burada asıl konudan uzaklaşmadan söyleyeyim bu olayın da faturası, herhalde beni çocuk yerine koydukları için Malatya Ekolüne dolayısıyla M. Said Çekmegil üstada çıkartılıyordu.
S.2- M. Sait Çekmegil Hocamızın düşünce dünyamıza en önemli katkıları neler? Özellikle "Malatya ekolü" denen bir akımın doğmasındaki etkileri nedir? Bu ekolü öne çıkaran yönü ne idi ve düşünce dünyamızda etkisi ne oldu?
C.2- M. Said Çekmegil, bir ömür “ben talebeyim” diyen biriydi. Kendisine hoca denilmesinden hoşlanmazdı. “benim ilmim yok” derdi ancak bu herhangi bir alanda uzmanlığı bulunmadığının itirafıydı. Yoksa âlim geçinen birçok insandan daha keskin bir ilmi metoda sahipti. Ne demektir ilmi metot; iddia ve tezlerin bir belgeye dayandırılması demektir. Onun yüz küsur sayfalık eserlerinin arkasında yedi sekiz yüz civarında kaynak bulunduğu eserlerini okuyanlar tarafından görülmüştür. Her ne kadar söz konusu kaynakların bir kısmı birincil karakter taşımıyor olsa da, kendisinin uzanabileceği her kaynağa yine de ulaşma çabası göstermesi hayranlık uyandırıcıdır. Daha ziyade arz eden birisi gibi görünen Çekmegil’in, arz ettiğinin yüz mislini talep eden bir karaktere sahip bulunduğunun ilk elden en yakın şahitlerinden birisiyim ben. Bu manada bir talebeydi o.
Eğer bir “Malatya Ekolü”nden söz açılacaksa burada hakkını teslim etmek bakımından her ikisi de Kahire Ezher Üniversitesi mezunu Bekir Keşşafoğlu ile Malatya müftüsü İsmail Hatip Erzen’i hatırlamak gerekmektedir. Çekmegil üzerinde büyük etki ve emekleri bulunan iki değerli hoca, şehirde yaygın atalar kültü dindarlığına karşı ciddi mücadele vermiş ve insanları sahih İslam idrakine ana kaynak olan İlahi Vahye çağırmışlardır. Çekmegil, onlardan öğrendiklerini hem zekâsı hem de yılmak bilmeyen mücadele azmiyle geniş bir çevreye yaymayı ve de sayısı kırkı aşan eserleriyle okuyucu kitlesine ulaştırmayı bilmiştir.
Malatya ekolü düşünce dünyamıza bence her şeyden önce delilli, belgeli konuşma ve yazmayı öğretmiştir. Malatya Fikir Kulübü resmen açık olduğu tarihlerde tüzüğüne derneğin maksat ve gaye maddesi olarak, “doğru düşünmenin metotlarını öğrenmek” gibi bugün bile birçok dindar çevre bakımından lüks, fantezi sayılabilecek harika bir madde eklemişti. Biz de bu düşünce kulübüne o tarihler bakımından kaçak yoldan dâhil olmuştuk. Çünkü resmen dernek kapalı ve yasaklıydı. Ama Çekmegil, terzi dükkânının arka bölümünde bir yer tahsis ederek faaliyeti sürdürmeyi göze almıştı. Zaman zaman emniyet bakımından zorluklar yaşamasına, rızkını temin ettiği mekânı riske atmasına rağmen yolundan şaşmamış, devam ettirmişti.
Bu ekolün neler öğrettiğini anlamak maksadıyla bir test yapmak arzusu taşıyanlara şöyle bir teklifte bulunayım. Müslümanlık hatta İslam âlimi titri taşıyan birçoklarına soralım: ibadet, millet, medeniyet, ahlak, sünnet nedir diye. Alınacak cevapların büyük ekseriyeti, ya mevcut müfredat üzerinden Batı kopyası bir tanım ya da son derece klasik kocakarı ağzı halinde gerçekleşecektir. Mesela düşünme/düşünce nedir, insan neresiyle düşünür sorularının da sahih bir cevabını bulmak çok zordur. İslam’ın şartı, imanın şartı, otuz iki yahut elli dört farz gibi ezberlenmiş hususlarda bile hocaların çoğu ne yazık dökülecek ve dediğimiz gibi sıradan insanların hizasında cevapla yetineceklerdir. Malatya ekolü işte bütün bu acı reçeteleri öğreten bir bilgelik ve hikmet mektebi olmuştur.
İyi hatırlıyorum üstadın Sünnet-i Sen’iyye adlı eseri yayımlandığında ben de yeni öğreniyordum. Sünnet kelimesi halk ağzında ya erkek çocukların hitanı ya da farz namazlara bağlıymış zannedilen nafile namazlar anlamına geliyordu. İlim adamı görünüşlü hocaların bile dilinde ne yazık ancak bu çerçeve tanıma sıkışmıştı. Çekmegil’in söz konusu eseri sonrasında öğreniyorduk ki Sünnet kavramı farzı bile içerisine alan ve çağrışımıyla tam bir paradigmaya işaret eden muhteva yüklüydü. Sünnet “iz takibi” demekti. Gazali’nin dediği gibi “Biz peygambere benzemekle değil, onu örnek almakla mükellefiz” anlayışı egemen kılınmalıydı. O halde Peygamberi bile taklit etmeyecek, ancak takip edecektik. Ben bu görüşten hareketle Düşünmek Farzdır adlı eserime şöyle yazmıştım: “Müslümanlar taklit kavramını lügatlerinizden atın!” Oysa bugün bile hala kimi klasik kitaplarda “Taklidi iman caizdir” sözü din tahsili iddiasındaki okullarda çocuklara ezberletilmektedir. Malatya Ekolü yirminci yüz yılın ilk çeyreğinden itibaren benim aralarına katıldığım altmışlı yıllarında da bu kanaatlerin tartışıldığı sahici bir düşünce mektebi idi.
İbadet denildiğinde klasik beş farzı anlayan geniş Müslüman kitleye müminlerin meşru bütün davranışlarının ibadet olduğunu yirminci yüzyılın ellili, altmışlı yıllarında, fikir haysiyeti taşıyan kaç imza İbadet Anlayışımız gibi bir eserle dile getiriyordu acaba? Evet, bu husus mesela Elmalılı Hamdi Yazır tefsirinde okunabilirdi. Peki, o tarihlerde kaç Müslüman evinde okunur halde bu tefsir mevcuttu? İşte M. Said Çekmegil’in “Anlayışımız” genel başlığı altındaki hacmi küçük görevi çok büyük eserleriyle bir zihniyet inkılabı adımı atılmaktaydı. Öncelikle mahalli çapta ardından da merkeze yayılarak büyüyordu. Bugün için birileri bakımından en fazla dili ve ikincil kaynakları münasebetiyle dudak bükülen bu eserlerin dönemi sırasındaki rolünü hatırlayanlar azalmıştır belki. Ancak küçük bir araştırma yapmak isteyenlerin geriye dönerek oradan bakmalarını tavsiye ederim. Çok ama çok farklı kazanımlar elde edeceklerinden, göreceklerinden eminim; çünkü ben orada bizzat yaşamış tanıklardan biriyim.
S.3- Günümüzde onun düşünsel mirasını değerlendirmek ve ilerletmek için ne gibi çalışmalar yapılmakta veya yapılması gerekir. Bu konuda tavsiye ve önerileriniz var mı?
C.3- Elbette en sahih düşünce ve inancın yegâne kaynağı ve merkezi Malatya’dır diyecek halimiz yoktur. Ancak şunu unutmamak lazımdır ki M. Said Çekmegil’in eserlerine yönelerek ilk baskı tarihleri üzerinden bir okuma yapanlar, aynı dönemdeki İslami eserlerle mukayeseye giriştiklerinde, ne demek istediğimizi iyi anlayacaklardır. Kendi hesabıma ben, kitabi bir inanç ve eylem yolu seçmeye kolları sıvadığımda, Türkçe dilinde bana sahih anlamda İslam’ı öğretecek kaç kitap vardı dersiniz? Bin yıllık tarihi boyunca Anadolu coğrafyasında Türkçe konuşan insanlara okutulan orijinal bir Kur’an meali ve de yine orijinal kaç ilmi/İslami eser vardı dersiniz?
Mızraklı İlmihal ile şerh ve haşiyelerden mürekkep nesir metinleri bir kenara bırakalım. Bu memlekette din kitapları olarak bilinen Ahmediye, Muhammediye, Kara Davut, Siyer-i Nebi, Mevlid-i Şerif, bilindiği gibi manzum eserlerdi. Halkına ancak şiirle din öğretmeye kalkışan bir toplum iflah olabilir miydi? Türkçenin daha eski destan metinleri de malumdur ki birer şiir kitabıydı. Söz gelimi lakabına Mevlana diyerek kutsanmış olan Celalettin Rumi acaba ne yazmıştı? Bırakınız Türkçeyi, Anadolu Kürtçesinde de ne yazık mesela Ahmed-i Hani’nin Akide-i İman adlı eseri de manzumdur.
Malatya Ekolü bana bu tarihi hakikatleri görmeyi öğretti. Onu izleyen herkese öğretti. Ve bu öğreti giderek Türkiye sathına yayıldı. Ama artık Malatya mührü ile değil belki onu bile aşarak ilmi platformda elhamdülillah daha yükseklere çıktı. Şimdi telif ve tercüme Türkiye kütüphanelerinde dört yüz sayıya ulaşan meal ve tefsir yanında, bir hayli telif, orijinal eser de üretilmiştir. Başladığımız o ilk günlerle mukayese edildiğinde, sadece elli yıl öncesi itibariyle değil kim bilir kaç adet elli yıl önceye göre bile bence kaynaklarımız, literatür daha sahih bir hal alma yolundadır. Ne var ki Müslüman camianın en büyük kusuru, düşmanlığı bizzat kendi içerisinde sürdürmesinden doğmaktadır. Çünkü neredeyse bütün Müslüman coğrafyalarda, mezhep asabiyeti dine bağlılığın önünde seyretmektedir. Ayrıca ahlak dinden önde gelmeliyken, önce düşünüp, anlayıp inanmak gerekliyken, insanlar önce inandırılıyor, sonra da artık düşünmen gerekmez kapat gözünü yoluna devam et denilerek salınıyorlar.
Ellili, altmışlı yıllarda “Allah rızası için” bize reva görülen düşmanlık şimdi de az biraz düşünen, kaynaklara dayanarak okuyup yazan herkese yöneldi. Sahici ilim ehlini aforizmaya uğratan fanatiklerin sayısı her zaman sahih düşünenlere galebe çalmaktadır. Güç ve iktidar sahiplerini de arkalarına alan bu çevreler, hala kendilerine benzemeyen, yeni fikir üreten, daha fazla çalışanları bazen kıskanarak bazen de mezhep ve meşrep taassubu sebebiyle yok etme, görmezden gelme ve benzeri ithamlara maruz bırakarak yıldırmaya çalışmaktadırlar. Ancak elli yıl öncesini hemen bütün birikimi, kavgaları ve temalarıyla beraber hatırlayan ben, gelecek hakkında ümit besleyecek oranda ciddi uyanış ve dirilişi bütün Müslüman dünya çapında görmekten memnuniyet duyuyorum.
Tefsir yazarı bir ilahiyatçı televizyon konuşmasında, on sekizinci yüz yılda bugünkü kadar Kur’an okunmamasına rağmen, o günlerin dindarlarının daha iyi ve samimi olduğu iddiasında bulunmuş ve bunları yazmıştı. İsmini vermeden bir cevabi yazıyla hayretimi ve şaşkınlığımı belirtmiştim. Evvela bütün Müslümanlar şunu bilmeli ve bunun iddiacısı olmalıdırlar ki, yanlış anlasalar, yanlış yorumlasalar dahi, Kur’an’ın okunduğu, anlaşılma çabası duyulan her dönem, onun okunmadığı ve anlaşılmadığı her dönemden ileri ve üstündür. Zira Kur’an’ı eline alan herkes bir kere Allah ile konuşmaya başlamış demektir. Kur’an ise âlemşümul bir hidayet/kurtuluş rehberi olduğuna göre, kendisine yönelen kişi Voltaire, Goethe, Tolstoy, Arthur Rimbaud bile olsa onlar üzerinde illa da bir iz bırakacaktır. Bu sebeple Kur’an ve onun çerçevesinde okunan, yazılan, yorumlanan hiçbir şeyden korkmamak gerekiyor. Çünkü bu İlahi Hitabın muhafızı bizzat onu gönderen Allah’tır. O halde asla Kur’ansız bir dindarlık hiçbir dönem bakımından model gösterilemez. Gösterilseydi, Müslüman toplumlar bugünkü halde olurlar mıydı?
Birileri televizyonlarda yapılan tartışmalardan usanmış görünerek bunların boşuna olduğunu zannetmesin. İnsanlar konuşmadıkları zaman asıl tehlike baş gösterir. Çünkü bir şey bilmiyorlar demektir. O halde konuşmaktan değil konuşmamaktan korkmalıdır. “İnsan konuşan hayvandır” diyen Arap atasözünü önemserim. Konuşan elbette yanılacaktır; yanılırım korkusuyla konuşmayanlardan korkmak lazımdır diye düşünüyorum. Konuşmalar yanında bugün gerek periyodik anlamda ve gerekse kitabi anlamda Türkçede bile yığınla telif eser üretilmektedir. Şimdi sıra bunları yeni nesillere okutmaktan geçmektedir. Ben altmışlı yıllarda Elmalılı Hamdi Yazır tefsirini adeta üniversite tahsili gibi tam dokuz ayda kendimi odaklayarak okumaya kalkışmış ve bitirmiştim. Onun beni heveslendirdiği bir eser vardı: Ragıp el-İsfahani’nin el-Müfredat adlı Kur’an lügati idi. Bugün kütüphanelerimizde dört beş farklı çevirisi bulunan bu eseri dikkatle okuyanların Kur’anı büyük ekseriyetle daha doğu anlayacaklarını düşünüyorum. Özetleyecek olursak Malatya ekolü mademki delilli, belgeli düşünme, konuşma ve yazma yolunda bir çaba harcamıştı. Böyle bir yola girmeye niyetlenen her müminin önünde zengin bir leteratür telif ve tercüme olarak durmaktadır. Yeter ki birileri “aman sakın Fazlurrahman, Cabiri, Hanefi, Arkun, Atay, Hatiboğlu okuma sapıtırsın” dediğinde, imanından, düşünme mekanizmasından şüphesi olmayanlar büyük düşünür Numan bin Sabit’in yolundan giderek şöyle bir cesareti gösterebilsinler: “Onlar adamsa ben de adamım!”