[1 Aralık 2019] Cumhuriyetin nasıl başladığı ile o sırada Avrupa’daki genel durum arasındaki ilişkiye, yakın zamanda Alper Görmüş değindi (Cumhuriyet’in kuruluşunun en muhkem ezberi, 28 Ekim 2019). Bir 29 Ekim bayramının daha arifesinde Görmüş, Kemalizmin otoritarizmi hakkında gene Kemalist kesimden yükselen mazeretleri ele aldı. Bunlardan ikincisini Alper Görmüş şöyle özetledi: “Dönem, Avrupa’da otoriter ve totaliter rejimlerin işbaşında olduğu bir çağa tekabül ediyordu. Dolayısıyla böyle bir Avrupa’da demokrasi kurmaya çalışmak gerçekçi değildi.”
Bu apolojiyle ben de onyıllardır karşılaşıyorum. İki farklı aşamada, iki farklı reaksiyonum oluştu. Militan Marksistliğim sırasında, Kemalizmle devrimseverlik üzerinden kurduğum empati ve sempati ilişkisi, söz konusu fikri kabullenmeme (deyim yerindeyse yutmama) ve içselleştirmeme yol açıyordu. Bu kadar otoritarizm ve totalitarizm arasında, evet, diyordum, Türkiye’deki Tek Parti yönetiminin o kadar da sert yargılanmaması, belki bir nebze mazur görülmesi gerekir. Üstelik yer yer bu toleransı, jakoben Kemalizmin Türk Tarih Tezi gibi ideolojik safsatalarına dahi teşmil etmeye kalktım (bkz Cumhuriyet İdeolojisi ve Fuat Köprülü, 1983, 2. bas. Kopernik Yayınları, 2018, s. 67-79). Aynı söylem şimdi önüme geldiğinde ise karşılığım şöyle oluyor: Sizinkisi bir apoloji değil ki. Düpedüz bir itiraf. Zira aslında Tek Parti yönetiminin hangi “aile”ye mensup olduğunu; başka ne gibi rejimlerle karşılaştırılması gerektiğini; diktatörlükler arasında bir diktatörlüğü temsil ettiğini; fantastik tarih kurgularının da bilhassa Nazi ırkçılığına yaklaştığını, hattâ düpedüz oralardan esinlendiğini söylemiş oluyorsunuz.
Buna karşılık Alper Görmüş, ilk okuduğumda da farketmiş ve sonra yazarım diye düşünmüştüm, biraz farklı bir rota çizdi 28 Ekim yazısında. Bir kere, Cumhuriyeti daha ilk kuruluşundan (resmen 29 Ekim 1923’ten) itibaren hep aynı otoriter projeymiş gibi görmek anlamına gelen bir anlatım tutturdu. Oysa İttihatçı geleneğinden ve Millî Mücadelenin yürütülüp kazanılma tarzından kaynaklanan belirli bir otoritarizm damarı (bazen güçlü, bazen zayıf da olsa) atmaya devam ediyordu ama Tek Parti diktatörlüğü gene de 1923’te kurulmadı. İlk iki yılın biraz farklı, görece hafif liberal (ve birden fazla partiye ilk ağızda izin veren) havasını da ters yüz etmek pahasına, asıl 1925-27 kriziyle kuruldu. Ya da o krizin hemen başında Takrir-i Sükûn Kanunu’yla kuruldu ve bitiminde Nutuk ile tâyin edici meşruiyet söylemine kavuştu. Tarihin bu tür virajları, zigzagları ve yol kazalarının silinip herşeyin ilksel (primordial) bir “öz”ün, bir “niyet”in Hegelci bir şekilde kendi kendisini açımlamasına indirgenmesini fazla deterministik ve metodolojik açıdan hatâlı buluyorum.
Fakat Görmüş’ten asıl ayrıldığım nokta, Avrupa’daki ortam ile Türkiye’nin ilişkisini kurma tarzı oldu. Benim yukarıda ifade ettiğim, “evet, doğru, hepsi bir bakıma aynı fasiledendi ve bu da iyi değil kötü, hem de çok kötü bir şeydir” diye özetlenebilecek tavırdan farklı olarak Alper Görmüş, Kemalist apolojiyi (mealen) “hayır, Avrupa hiç de öyle değildi” diye çürütme yolunu tercih etti. Bu doğrultuda, Şükrü Hanioğlu’nun 2011’deki bazı yazılarından uzun alıntılar yaptı. Hanioğlu’nun özellikle
(a) “Harb-i Umumî sonrası Avrupa’sında yükselen eğilim ‘otoriter ve totaliterlik’ değil ‘anayasacılık, çoğulculuk ve demokrasi’ olmuştur. … Bolşevikler haricinde, üç eski imparatorluğun Avrupa topraklarındaki yıkıntıları üzerine kurulan tüm yeni devletler bu değerleri ön plana çıkaran rejimler inşa etmeye gayret etmişlerdir”;
(b) “Siyaset bilimcileri 1923’te Avrupa’da mevcut otuz iki devletten yirmi sekizinin ‘çoğulcu demokrasi’ rejimine sahip olduğunu tesbit etmişlerdir”;
ve (c) “Avrupa’da ‘otoriter ve totaliter’ karakterli rejimlerin egemenliği Büyük Depresyon’un etkilerinin ağır biçimde hissedildiği 1930’lu yıllarda belirginleşmiştir”
cümlelerine yaslandı. Alper Görmüş, buradan hareketle Kemalist otoritarizmin uluslararası bir zemini ve çerçevesinin mevcut olmadığını savunmaya vardı.
Bunun yanlış olduğu ve yanlışın tabii Alper Görmüş’le değil, son derece istisnaî olarak, günümüzde Türkiye’nin gerçekten en önemli tarihçileri arasında yer alan Şükrü Hanioğlu’yla başladığı kanısındayım. Geç Osmanlı, İttihatçı ve Erken Cumhuriyet dönemlerinin uluslararası ölçekte en önemli iki üç uzmanından biri olan Hanioğlu’nun Avrupa’ya bakışını, (herhalde aynen Alper Görmüş gibi) Atatürkçü mazeretçiliğe hiçbir pay bırakmama endişesinin biraz eğriltmiş olabileceğini sanıyorum. Fakat sonuçta, neresinden bakarsam bakayım 1920’ler ile 30’lar arasında çizdiği tezada katılamıyorum. Bir kere, tarihte mükemmel bir senkronizasyon (eş-anlılık) pek mümkün olmaz. Makro-dinamikler kendilerini her ülkede, aynı lâhzada açığa vurmaz. Tersten söylersek, büyük ideo-politik cereyanları, 1920’ler ayrı, 1930’lar ayrı diye bölebilir miyiz, doğrusu şüpheliyim. Bu bakımdan, (mealen) “Cumhuriyet 1923’te kuruldu, öyleyse 1930’ların eğilimlerinin dışındadır” tarzı bir genellemeyi hayli tereddütle karşılıyorum. Kendi payıma, Cumhuriyetin otoritarizmini 20’leri ve 30’larıyla o kısacık iki savaş arası dönemin bütünsel havası ve eğilimlerine son derece yatkın ve uygun buluyorum. Hele (Şükrü Hanioğlu’nun biraz fazla küçük bir paranteze aldığı) Sovyet modelinin 1919’dan itibaren kuvvetle hissedilen etkisinin bu bağlamda derinlemesine hesaba katılmasını; Kemalizmin kendi milliyetçi (anti-komünist) otoritarizminin, komünizmin otoritarizmi ile fazlasıyla paralel ve elele gittiğini, birbirlerini karşılıklı etkiledikleri ve içiçe geçtiklerini savunuyorum.
Bu Sovyet/Bolşevik faktörü de dahil, ikincisi, 20’ler ve 30’lar arasında Hanioğlu’nun çizdiği keskin ayırım bana olgusal bakımdan da yanlış geliyor. Otoritarizm ve totalitarizm tabii asıl 1930’larda doruğa çıktı. Ama bu trend 1920’lerin başından itibaren çok net biçimde mevcut. Kendi 1918-39 arasında, demokrasinin yükselişi ve çöküşü yazımda (11 Ağustos 2019) bunu göstermeye çalışmıştım. Horthy, Rivera, Pilsudski, I. Aleksandr, Metaxas, II. Karol ve Antonescu’ları tek tek hatırlatmıştım. Bunlardan ilk dördü (dört ayrı ülkede) hep 1920’ler demek. Sadece son üçü (iki ayrı ülkede) 1930’lara uzanıyor. İsterseniz baştan sayalım. SSCB’de Lenin ve Stalin, tabii bütün 1920’ler. Macaristan’da Amiral Horthy darbesi ve diktatörlüğü 1920-1944. İtalya’da Mussolini ve Faşizm, 1919-21 arasında yükselip 1922’de iktidara geldi. İspanya’da Rivera’nın darbesi ve doğrudan askerî yönetimi 1923-25, kral himayesindeki “sivil” başbakanlığı 1925-30. Polonya’da, Pilsudski’nin askerî darbesi 12-14 Mayıs 1926 (ve diktatörlüğü 1926-35). Portekiz’de Oscar Carmona’nın da aktif rol oynadığı, sonrasında mirasına Salazar’ın konacağı askerî darbe, 28 Mayıs 1926. Sonraki adıyla Yugoslavya’da, Kral I. Aleksandr’ın anayasayı (ve meşrutî monarşiyi) rafa kaldırıp kendi kraliyet diktatörlüğünü (royal dictatorship) kurması 1929. Ardından onları Almanya’da Hitler (1933), Avusturya faşizmi (1934), Yunanistan’da Metaxas (1936-41) ve Romanya’da Kral II. Karol (1938-41) ile Mareşal Antonescu izleyecek. Şöyle bir denedim; (Türkiye hariç) 11 diktatörlük sıraladım ki, 7’si 1920’lerde, 4’ü 1930’larda kuruluyor. Hani nerede, 1923’te 28/32 oranında teessüs etmiş ve Büyük Bunalım yıllarına kadar Avrupa’ya hâkim çoğulcu demokrasi ideali? Kaldı ki, yukarıda tek tek adını verdiğim diktatörlüklerin öncesinde veya etrafında da, demokrasiden söz etmek çok zor. Önemli bir bölümünde, sonunda otoritarizme açılacak olan istikrarsızlık koşulları hâkim (Weimar Almanyası gibi). İngiltere, Fransa, Hollanda, Belçika, İsviçre, İsveç, Norveç, Danimarka, Çekoslovakya. Bütün sarsıntılarıyla birlikte demokrasinin kapsamı, işte bu dokuz on ülkeden ibaret.
Bütün bunları şimdi gündeme getirmemin bir nedeni var. Türkiye’nin dünyayla (demokrasinin dünya çapında yükselişi ve çöküşüyle) ilişkisini, üç dört ay önce de gündeme getirmeyi denemiştim. Tabii fazla geniş tutmuştum kapsamını. Nâzım ve 1945’te dünyanın hali (9 Ağustos); Çığlıklar, feryatlar, haykırışlar (10 Ağustos); demin sözünü ettiğim 1918-39 arasında, demokrasinin yükselişi ve çöküşü (11 Ağustos); Demokrasinin 1945-2000 yükselişi (13 Ağustos); Formel ve informel imparatorluklar (14 Ağustos); Küçük ve büyük birimler (15-16 Ağustos); Pandora’nın kutusu açılınca (16-17 Ağustos); Galip Batı’nın hubris’i (ve sonuçları) (17-18 Ağustos). Tükenmiş ve bırakmıştım o noktada. Ama bırakmadan önce, şu noktaları gündeme getirebilmiştim en azından: (1) Türkiye de zerrece dışında değildi bu otoriterleşme ve diktatörleşme eğiliminin. Nitekim Cumhuriyet rejiminin kuruluşu için ister 1923’ü, ister 1925-27’yi seçin, Horthy - Mussolini - Rivera - Pilsudski - Carmona - Kral I. Aleksandr zincirinin içinde ve tam ortasında demekti. (2) Buradan hareketle, bugün demokrasinin dünyadaki konumu ile Türkiye’deki konumu arasında nasıl bir ilişki kurulabilirdi?
Buradan devam edebilmeyi umuyorum.