Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

15 TEMMUZ'A DAİR...

15 Temmuz darbe girişimi akabinde, Özgün İrade Dergisi'nin 2016 Ağustos ve Eylül sayılarında yayımlanan iki yazıyı, bugünün önemine binaen yeniden yayımlıyoruz...

15 TEMMUZ

Sait Alioğlu Değerlendirdi...

15 Temmuz'a Dair...

FETÖ Hareketinin Evveliyatı ve Darbeciliği Üzerine...

 “15 Temmuz; Önden giden 'hain' atlılar, tankları ele geçirip üzerimize sürdüler…”

Hareketin evveliyatı

Bu hareketin temeli, M. Fethullah Gülen’in liderliğinde oluştuğu gözlemlenen ve Nurcu camia içerisinden çıkmış olup, zaman içerisinde birçok açıdan ondan farklılaştığı gözlemlenen bir harekettir. Yine belirtelim ki, sonuçta bu hareket temelde, Risale-i Nur hareketine dayanıyor ise de doğal olarak onu aşmış, ya da durumuna göre aşma meselesi söz konusu olabileceği halde, bazı kılasik ve ‘çağdaş’ yorum, durum ve duruş ve davranışlarında katıştırıldığı revizyonist bir harekettir!

Gelişim sürecinde hizmet hareketi

 Hizmet hareketi Said-i Nursi’nin vefatından sonra, ana gövde olarak bilinen Yeni Asya grubundan bir takım anlaşmazlıklar ve sonradan oluşan düşünsel ve stratejik değişimler sonucu Fethullah Gülen ve arkadaşları tarafından oluşturulan bir harekettir. “Kestane Pazarı Kur’an Kursu’nda çalışmaya başlayan Gülen, burada yaygın dersane ağının temellerini attı.” (1 Hulusi Şentürk, Türkiye’de İslami Oluşumlar ve Siyaset ‘İslamcılık’ s.258, Çıra yay. 2011 İst.)

 Bu hareket çerçevesinde, “1976 yılında Türkiye Öğretmenler Vakfı kuruldu ve ardında da Akyazılı Orta ve Yüksek Öğretim Vakfı kuruldu. Türkiye Öğretmenler Vakfı adına Sızıntı dergisi yayınlanmaya başladı.” “İzmir’de faaliyet gösteren Gülen 1980 ihtilalinden hemen sonra tutuklanacağı bilgisini alınca Erzurum’a gitti. Aynı yıl tayinini Çanakkale’ye aldırttı ve 1981 yılında da vaizlik görevinden istifa etti. Buna rağmen 12 Eylül askeri ihtilaline destek verdi.”…“ Sızıntı dergisinde askeri öven başyazılar yazdı.” (2; Hulusi Şentürk, a.g.e, s.259)

Fethullah Gülen’in darbeye ve darbecilere bakışı

Gülen’in 12 Eylül kadrosunun kendisini tutuklayabileceğini gördüğü halde bu ihtilale destek verdiğini görmekteyiz. Hatta bir adım daha atarak “Ve işte şimdi, bin bir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tuluû saydığımız, bu son dirilişi – yani darbeyi(s.a) son karakolun varlık ve bekasına alamet sayıyor, ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz.” (4; Hulusi Şentürk, a.g.e, s, 259diyerek, Hizmet hareketinin ‘yeni Türkiye’nin nevi şahsına özgü ‘yeni rejiminin kurucusu hükmündeki Ak Parti iktidarının, başta, askeri olmak üzere her alanda vesayeti sona erdirici, ne olursa olsun milli iradeyi baz alıcı ‘yasal’ operasyonlar çerçevesinde mahkemesi görülen Ergenekon ve Balyoz davalarında, kendi medyal organları üzerinden seslendirdiği vesayete karşı duruşu, elbette bir ilerleme olarak değerlendirilebilirdi.

Buna rağmen, zaman ve zemin değiştiğinde ise, yine vesayetçi yöntemlere başvurulacak ve yine vesayetçi yönetimlere methiyeler dizilecek mi, sorusunu sormamız gerekmektedir, yapılan ve Ak Parti iktidarını hedef alan 17 Aralık operasyonuna ve bunun bir sonucu olarak görmemiz gereken 15 Temmuz ‘ihanet’ darbesinin ortaya konmasına ve sonuçlarına baktığımızda…

Hareketin alamet-i farikası; Dinler arası diyalog…

Israrla Sünnilik vurgusu yapılmasına rağmen, dini bazda bağdaştırmacı/senkretik, ve ezoterik yönü bulunan ve Sünni hattı savunduğunu belirtmeye çalışan, bölgesel bazda ise, mezhep farklılığına ve ayrımcılığa vurgu yapan, ya saldırmacı, ya da suçlayıcı tavırlar içerisinde bulunan; küreselde ise, diyalogcu, daha açıkçası dinlerin arasını telif edici, onları dikkate alarak eritmeci, daha açıkçası Katoliklikten yola çıkarak Katoliklik dışı tüm dinleri ortadan kaldırma amacına yönelik bir dinler arası diyalog görüşünü savunan, başta Vatikan’ı ilgilendiren, oradan yola çıkıldığında da başını Bushların çektiği Evanjelist dinci anlayışa Neoconcu bir tarzda yaklaşılan flu bir manzara söz konusuydu.. Fethullah Gülen’in Papa’ya yönelik kullandığı bu ifadeler, meseleyi tamamen özetlemektedir; “En âciz bir şekilde, hatta biraz cüretle, bu pek kıymetli diyalog hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazı yardımlarımızı sunmak için size geldik.” (3; M. Fethullah Gülen, Papa’ya Mektup, Zaman Gazetesi, 10.04.1998)

Seksenli ve doksanlı yıllarda hizmet hareketi

Seksenlerde ANAP’ı destekleyen Gülen ve Hizmet hareketi bu dönemde hızlı bir yayılma göstermeye başlamıştı. Aynı zamanda Sızıntı dergisinin tirajını arttırdığı, yeni Işık Evleri açılmakta olduğu ve özellikle de orta büyüklükteki Anadolu sermayesi üzerinde ciddi bir nüfuzun ve ‘kalıcı’ bir etkinin kurulmaya başlandığı görülmektedir. Bu dönemde, hemen her kesimin ilgisini çeken Özalizm rüzgârına binaen, bu hareketin selefi olan Yeni Asya hareketine nazaran Demirel değil de Özal’dan yana tavır takınmaları, yine bir açıdan muhafazakâr bir yaklaşımın sergilendiğini ortaya koyuyor olsa da, bir kazanım olarak değerlendirilebilir özellikleri barındırmaktadır. Yani, Demirel’in değil de Özal’ın desteklenmesi yine bir açıdan ‘eski’ Nurcuların bir nevi kader gibi algıladığı ehven-i şer mantığının bir başka versiyonu olarak, tarihteki yerini alacağa benzemekteydi…

 Buna rağmen, “Fethullah Gülen, Kanal D’de Milliyet yazarlarından Yalçın Doğan’ın konuğu… Yalçın Doğan soruyor, Fethullah Gülen hocaefendi cevap veriyor(N. Erbakan’ı kasdederek) ” Ben bu şahısla hiç sevişmedim. Allah ruhları yarattığında bazı ruhlara ülfet peyda eder. Bu ruhlar bu dünyada da sevişir ve görüşürler. Ancak ben bu şahısla demek ruhlar yaratıldığında da sevişmemişim ki bu dünyada da sevişemiyorum.” (5; Hulusi Şentürk, a.g.e, s, 260) demektedir.

Adil olmak gerekirse, Milli Görüş lideri merhum Necmettin Erbakan siyasi, sosyal ve ‘dini’ görüşü bağlamında, milletin nazarında F. Gülen’den daha iyi bir yerdeydi. En azından, Gülen 28 Şubat döneminde gizlenmeye, saklanmaya çalıştığında, Erbakan Hoca’nın efkâr-ı umuminin sözcüsü edasıyla değerlerimizi savunduğu ve bundan dolayı da ona ‘savunan adam’ payesi verildiği görülmeliydi… 

2002 süreci ve Ak Parti ile ilişkisi

Dost düşman herkes şunda ittifak eder ki Ak Parti, 2002 ilk iktidar döneminde, en başta tüm toplumla ittifak yapmış, onun yönetimini üstlenmiş ve özelde de başta Gülen hareketi olmak üzere birçok STK ile birlikte, muhafazakâr yönü ağır basan çevrelerle daha özel ittifaklar yapmıştır. Ki bu ittifaklar sonucu, bir zamanlar ‘yeşil sermaye’ denilip dışlanan Anadolu sermayesi esas gücünü bu dönemde ortaya koyabilmiştir. Yapılan ittifaklar sonucu ‘peyderpey’ eli güçlenen Ak Parti iktidarı, gerek kendi toplumsal dinamikleri, gerek yerel ve gerekse de bölgesel ve küresel farklılaşmaların artılarından güç alarak Kemalist karakterli laik/sol askeri vesayeti bitirmek için sahaya inmiş ve 2010’da yapılan anayasa referandumu sonucunda da birçok görece başarılar elde edilmişti.

Bu vesayeti bitirme sürecinde, vesayetten on yıllardır muzdarip olan çeşitli toplumsal çevrelerden ziyade, Gülen hareketinin daha bir iştiyakla işin içerisinde olduğu, gerek kendilerine yakın iş çevreleri, STK’ları, gazetesi, dergisi ile hemen her fırsatı değerlendirdiği görülecektir. Kaldı ki diğer toplumsal çevreler belki de iktidara sunmaya çalıştıkları desteğin yeterli olacağını düşünerekten, topu Ak Parti’nin kucağına atarlarken, cemaat, ise, belki de dershane tartışmaları ve Hakan Fidan/MİT olayı üzerinden sağlama almaya çalışmış, çeşitli sosyal ve siyasal kehanetlerde bulunarak, diğer toplumsal kesimlerin aksine, hatırı sayılır toplumsal, siyasal, bürokratik, maddi ve küresel imkânlarını kullanma yoluyla kendini bugünlere getirmiş oluyordu. Buna rağmen şu ifadeyi de ilka etmiş oluyordu, bugünleri anlamaya çalıştığımızda; “Tamam vesayete karşı birlikte mücadele ettik, ‘ama ey Ak Parti, ey diğerleri, bizde hatırı sayılır bir iktidar taliplisiyiz!

-Bu meyanda 15 Temmuz’a bir vurgu-

Zaten bunun böyle olduğunu da, salt bir iktidar taliplisi olmaktan ziyade, 15 Temmuz’da halkın üzerine tankları sürüdüğünde, halkının evlatlarını şehit ettiğinde, güvenlik mahallerini bombaladığında ve özellikle de milli iradenin tecessüm ettiği meclis binasına saldırı düzenlediklerinde, düpedüz, başta  ihtiyar şizofren adam olmak üzere toptan şizofrenik vaka içerisinde bulunduklarını, olmayacak şeyleri sayıkladıklarından ötürü bilmekteyiz şu andan itibaren…

Serzenişleri şöyle sıralayabiliriz; 7 Şubat 2011 deki MİT operasyonu apaçık bir cemaat operasyonu olarak okunabilirdi. Şöyle ki, kendi cemaat tabanında hatırı sayılır bir Kürt kitle bulunan bir cemaatin, yapının, bu kitlenin, değil salt siyasete dayanan, en başta kültürel ihtiyaçları ve bu ihtiyaçların dışa vurumu sayılabilecek talepleri elbette vardır ve olacaktır da! Cemaat’te bu ihtiyaca binaen, Türkiye tarihinin Kürtçe yayın yapan ilk özel televizyonunu (Dünya TV) kurdu. Bu bir açıdan asırlık bir yara olan Kürt sorununa yönelik atıldığı gözlemlenen ilk adımdı. Bu bir açıdan evin içine yönelik bir iyileştirme, yara sarma ve belki de sus payı idi! 

Külli anlamda hareket ettiğimizde ise, var olan bu sorunun çözümü konusunda, başına Hikmet Fidan’ın getirilmesi yoluyla içeriği mümkün oranda bir temizliğe tabi tutulan, bilgileri güncellenen, daha operasyonel hale getirilip kendi hantallığından kurtarılmak istenen, devlet ve toplumun ‘güvenlik’ açısından en önemli asli bir kurumu olan MİT’in dolaylı değil de doğrudan –mantıklısı da buydu zaten-- PKK/KCK/Kandil’le görüşmeler ulusal ve uluslararası bir şebekenin deşifrasyonu sonucu ortaya döküldü ki, kamuoyunda iktidara yönelik ‘ihanet ettin!’ tepkileri çoğalsın, iktidar yüzü görmeyen müzmin, endazesiz ve çapsız muhalefette de saldırı için gün doğsun! Hatta, son dönemde artan canlı bomba eylemlerinin bir ucunun FETÖ’ye dayandığını söylemek zor olmasa gerekti…

Amaç ise, Kendi yutar salkımı, halka verir talkını” misali, terör örgütleriyle işbirliği içerisinde olmasından dolayı, bir yandan terörden medet umma, bir yandan da Ak Parti iktidarını, daha açıkçası İslamcı camiayı ulusal ve uluslar arası arenada “yanlış yapıyorlar!” diye yalnız bırakmak ve iktidarı alaşağı etmekti…

MİT’in değil de bizzat Hakan Fidan’ı hedef alan saldırılara bakıldığında, bir ucunda İsrail, bir ucunda dış temsilcilikleri ile birlikte ABD ve yerel uzantılarını görmekteyiz. Belki de modern diplomasi tarihinde, bağımsız bir ülkenin, belki de ‘sıradan’ bir bürokratik atama çalışması, ulusal ve uluslar arası güçleri ilk kez bu kadar ilgilendirmekte, kaygılandırmakta, endişelendirmekte, korkutmakta ve onlar açısından tehlikeli addedilmektedir!

-FETÖ’nün Gezi’deki marifetine bir değini-

Dikkat etmişsinizdir belki, Gezi kalkışımı sırasında muhafazakâr iş çerçevesinde iki büyük kurumdan birinin, salt maddi gelecekleri açısından Ak Parti iktidarına yönelik yapmış olduğu eleştirilerin benzerleri o süreçte ve daha sonraki süreçte cemaat’in yayın organları olan Bugün gazetesi ve Zaman gazetesinde yayımlanıyordu. İleri sürülen iddiaların önemli bir kısmının doğrudan ‘mağdur’ olmuş toplumsal kesimlerle ilgili olmaktan ziyade ya bizzat cemaatin, ya da olası bir iktidar değişiminde iş başına gelebilecek olan laik iktidarların yanında ve karşısından güçten, takatten düşmeden var olmak, kendi hayatiyetini sürdürebilmesini içermekteydi…

Bu hareketi kim, kimlerden ve hangi saiklerle desteklemişti?

Fetullahçı yapının bugünlere gelmesinde hiç kuşkusuz yanlış ve sapkın din anlayışına meyyal insanlardan oluşan koca bir güruhun, gözü ve idraki kapalı, imanını –vardı ise eğer-sahih amelle süsleyeceğine, hurafen kinaye ve büyük bölümü İslam öncesi ezoterik dinsel anlayışlarla doldurulmuş bulunan bir dinsellikle hareket etme suretiyle, doğal olarak da, bu harekete emir eri olmaya namzet insanların etkisi ve katkısı söz konusuydu…

Karşımızda her ne emredilmişse, fertleri bağlamında o emirleri harfiyen uyguladığı bilinen bu gürühun yanında farklı birçok insan bloklarını da görmekteydik…

Bunlar, kendi ekonomik çıkarının –çoğu kez de- helal kazanç ve alın teri dökmeden, yapının gücünden yararlanarak ve aynı zamanda da cemaate ekonomik faydalar kazandırarak korunmaya çalışan birçok iş çevresi ve iş adamları, ticaret sahipleri ve birçok esnaf grubu; akademik kariyer yolunda, belki de hak etmediği akademik makamlarda olma düşüncesiyle, bu yapı sayesinde akademik işgal içerisinde bulunan birçok öğretim görevlisi,

Bunlar içerisinde, önemli bir kısmı, din algısı ve elde etmiş bulunduğu İslam düşüncesi açısından bu tür hareketlerle hiçbir uyuşacak tarafı bulunmadığı hemen herkes tarafından bilinen ve bir kısmı da ‘acemi akademisyen, gazeteci ve yazarların, o hareketin şasaalı dönemlerinde, hareketin etki alanına girmeye çalıştığı da kayda değer, ama İslamcı camiayı da rahatsız eden bir duruma sahip olmuştu. Allah’a şükür ki, -bir kısmı bazı indi mülahazalarla  bir anlık ‘kanmış’ olsalar da, paralel ihanetin safha safha yayılması sonucunda, kendi benliklerin, camiasına ve toplumuna döndüğünü söyleyebiliriz…

Bürokrasinin çeşitli kademelerinde görev yapan kamu elemanları ve 15 Temmuz kalkışmasında, TSK içerisinde çöreklenmiş olduğu apaçık ortaya çıkan ve ne gariptir ki, bir laylaylom bir iman’na tabi olduğu bilinen ve artık ihanet içerisinde oldukları bilinen askeri yetkililer…

-Meclis binasının vurulmasının anlamı üzerine-

15 Temmuz darbe girişiminde dikkat çeken en önemli saldırılardan birinin ve belki de en önemlisinin TBMM binasının vurulması olmuştur.  Bu bir tesadüf olmamakla birlikte, ortaya konan eylem planında olmadığı halde, bir iki askerin işgüzarlığı olarak da okunamazdı. Bu başta, Türkiye’nin –yanlışı ve doğrusuyla- doksan küsur yıllık bağımsızlığının, başta Amerika olmak üzere emperyalizm adına yok sayılmasının olası bir ihalesi ve aynı zamanda da o bağımsızlığı ‘ti’ye alacak oranda halkın iradesini ve parlamenter demokratik yapının, partilerin şahsında bir itibarının olmadığını göstermekti.

Birde buna bağlı olarak, o karmaşık ruh halinden aldığı güçle(!) kendini mehdi/mesih ilan eden, hatta kâinatın imamı olduğunu söyleyen Fethullah Gülen’in, Mehdi geldikten sonra -Sahi Mehdi diye bir varlık var mıydı ve de gelecek miydi acaba?- insanları Allah adına yönetme ve ‘sürüleştirme’ imkânı oluşacaksa, ne Şura’ya, ne demokrasiye yer olmayacaktı.  Adam işi biliyordu ve hem de Amerika onu bizler için frofan(Laik) halife olarak işliyordu. Bu zat ne diye Amerika’daydı sanıyordunuz!!!

Kısacası, bu hareket ezoterik, Mehdici, Mesiyanik ve hurafeci bir karaktere sahip olup hem klasik doneleri, hem pozitivist doneleri kullanan, 20.yüz yıl mantığıyla hareket eden ve 21 yüz yılın ilk çeyreğinde, kalkışımda bulunan, ama artık tankların önüne yatıp ülkeyi ve meydanı darbecilere kaptırmayan asil halkın asaletli duruşuna ve direnişine mağlup olan bir hareket olup ömür boyu ihanetiyle ve bağiliğiyle anılıp duracaktır….

***

FETÖ’DEN HAREKETLE; CEMAAT’İN “ÖRGÜT”E DÖNÜŞMESİ …

 “FETÖ putuna karşı ilk taşı, sırtında kamburu olmayanlar atabilirdi ancak…”

Ortaçağ boyunca kilisenin ‘kesinlikli’ hakimiyeti sonrasında oluşan rönesans, aydınlanma, Fransız ihtilali ve sanayi devrimi sonucuna bağlı olarak Batıda insanlar modernizmin marifetiyle salt maddi kümeler ve ulus olgusu içerisinde yeniden şekillenmeye tabi tutulmuş, din hayatın çeperine itilmişve kilisenin içerisine hapsedilmiş ve niteliğini kaybeden Hıristiyan cemaatlerde bu hemgamede ya salt baskı altına alınmış, ya da oluşan seküler algıya binaen toplumsal hafızadan silinmişti.

Batıda olduğu üzere bizde de cemaat olgusuna farklı anlamlar yüklenmiş, işin esprisi olan hayatın bizzat kendisi sayılması gereken din/İslam es geçilmiş Müslüman toplumun önü, kesilmeye çalışılmıştı. Buna bağlı olarak klasik bir tarzda süren din-devlet ilişkisi farklılaşmıştı.

Buna bağlı olarak din-devlet ilişkisi, genel olarak Müslüman kitle ve buna bağlı uygun bir tarzda tarikat-cemaat –‘örgüt’ bağlamında süre gelen ilişkiler, devletin, daha açıkçası modern rejim açısından tamamen farklılaşmış olup ve bu olgu iki süreç içerisinde rejimsel değişikliklerle, ama modern paradigmalar korunarak karşımıza çıkmış bulunmaktadır.

İLK REJİM…

Sahi “Yeni Rejim” bugünleri görmüş ve olabilecekleri de öngörmüş olabilir miydi?

Bu olumsuz ve tehlikeli eylemde, -cumhuriyet rejimi tarafından desteklenmiyor olsalardı bile- insanlık ve Müslümanlar açısından olumlu tarafı hiçbir zaman varit olmayan saltanatçı düşünce ve pratiğe karşı, Kur’ani kıstaslarla olaya bakıldığında şura ve meşveret temeline dayalı, daha sonra ise, giderek demokratik bir düşünceyi önceleyen İslamcı yapıya karşı olumsuz bir duruş sergilenmişti.

Bunu 28 Şubat Sürecinde milletin değerlerini oligarşiye ve dünyaya karşı ‘milletin savunan adamı’ merhum Necmettin Erbakan önderliğinde Milli Görüş’ün iktidara gelme ve buna mukabil olarak Kemalist oligarşi tarafından devrilme olayında görmekteydik…

Bu olaydan çıkaracağımız en önemli ders, sistemi sahiplenen oligarşik yapının, kendileri gibi Batıcı ya da muhafazakâr tüm bileşenleriyle, var olan Türkiye’yi, bulunduğu noktadan daha yükseğe çıkarmak bile olsa, İslamcı bir iktidar yerine, bizzat eski rejimin çıkarına da hizmet ettiği ve hizmet edeceği oranda FETÖ örneğinde olduğu gibi; İslam’ı ne kadar anladığı, anlamadığı, ya da anlayamadığı mes’elesi onlar açısından önemli olmakla birlikte, görünen o ki, “kendine Müslüman” bir kimliğe, ya da açıkçası kirli bir kimliğe sahip birçok dinsel yapının(tarikat vb.) İslamcı düşünce, İslamcı yapı ve kadrolara nazaran öncelenmesi ve sistemin bekası için oy deposu olarak görülmesi ve buna istinaden düşünülmesi öne çıkmaktaydı…

Böyle olduğundan dolayı; cemaatleri toplumun dini anlam arayışını sağlama alma işini üzerine aldığını varsaydığını düşündüğümüz yeni rejimin, bugün içerisinde yaşadığımız kakafonik durumların oluşumunu ta o günden görüp ‘kendince’ tedbirler aldığını bildiğimiz, ama buna rağmen cemaat olarak değil, fert bazında arkadaş topluluğu olarak yaşayan, okuyan, yazan ve mücadele eden–ör. Mehmed Âkif- İslamcı aydınların önünü sistemli bir şekilde kesilmeye çalışmıştı.

İşte yeni rejim o günlerden miras kalacak oranda bugünkü “hurafeci, mehdici, Mesihçi” ve aslında vahyedilmiş dine/İslam’a karşı ‘İslam adı altında ‘uydurulmuş’ “öteki” dini ve onun vücut bulan anlayışını ‘şiddetle salık veren ve bunu da olamazsa olmaz olarak değerlendiren, günümüzün bir nevi leviathenleştiğine şahit olduğumuz FETÖ özelinde olduğu üzere üyelerinin çokluğu bazında ‘ulusal ve kürsel’ çerçevede mankurtlaşıp kendini var eden ulvi ve toplumsal değerleri hiçe sayıp ‘sahibinin sesi’ konumuna erişip(!) zombi türü varlıklara dönüşen cemaat/ler gerçeğine zemin hazırlamış olmuyor muydu?

Yeni, yani ilk rejimin, artık hangi saiklerden hareketle kendini meydana getirdiği çok açık bir şekilde ortada olmasının yanında, Osmanlı sonrası ‘ulusal’ birliği tesis bağlamında, din olgusu ve hakikatinden yola çıktığı ve dini argümanları kullandığının yanında, saltanatçı sisteme karşı tüm çıplaklığıyla Kur’ani mantaliteyi öncelediği bilinen İslamcı kadroları tasfiye etmeye çalışmasına bakıldığında, işin esasının başka olduğu görülebilirdi artık… 

Bu da, önceleri, önplana çıkarılan ve dile pelesenk edilen o meşhur “akla ve mantığa uyumlu, ‘en son’ ve mükemmel din” anlayışının yerine yeniden hurafeci bir anlayışın geçmiş olması bir tesadüf müydü, yoksa var olan rejimin bir öngörüsü, ya da var olan rejimi de aşacak oranda kürese bir senaryonun parçası mıydı? Bu türden soruların ‘esaslı’ cevap ya da cevaplarını bulduğumuzda iş kendiliğinden vüzuha kavuşacaktı.

Din ve cemaat açısından ilk rejimin olaya yaklaşımı 1920 lerden 2000 lere kadar ki süreçte laik karakteri bariz bir şekilde önplanda bulunan, ama bununla birlikte kendi meşruiyetlerini sağlama almada din olgusunu, din karşıtı olmalarına rağmen fütursuzca kullanan tüm siyasi partileri ve devlet bürokrasisini vb. kapsamaktadır.

İKİNCİ REJİM…

Hizmet Hareketi, İslamcılığa karşı neden hep önplanda olmuştu…

İkinci rejim ise, laikliğe yaptığı vurgu ile birlikte, laik rejim ve avanesi hükmünde bulunan bilumum Kemalist, ulusalcı, solcu, liberal, ‘sağcı’ vb. çevreler açısından İslamcı olarak değerlendirilen, ama İslam’a yaptığı vurguya rağmen, yine modern paradigmal bir bakış açısıyla değerlendirdiğimizde ‘muhafazakâr’ kulvarda gördüğümüz Ak Parti iktidarının –17/25 Aralık operasyonu ve 15 Temmuz darbe/işgal girişimi olmasaydı eğer- kurulu bulunan ilişkilerin boyutunun artacağını düşündüğümüz bir vasata karşılık geliyordu.

İkinci rejim, önceleri açısından ‘eski' adlandırmayla söylersek “Hizmet Hareketi”ne kapıları ardı ardına açmakta bir beis görmemişti, ama 15 Temmuz sonrası ise, sanki bu yapılıp edilenlerde kendisinin bir dahli yokmuşçasına ‘ortada bulunan’ yanlışı ve hatayı büyük oranda başka mahfillere atıyordu, ama süregelen tahkikatlar sonucunda yapılan ve yapılabileceklerden tamamen aklanabilecek miydi? Kısmen olsa da, büyük oranda bu aklanma işi uzun bir zaman dilimini kapsayacaktı!

2002 SÜRECİ VE İKTİDAR – HİZMET HAREKETİ/FETÖ İLİŞKİSİ

-Ne istediniz de vermedik-

Kendi bağlamında ortaya iyi bir pratik koyan ve bu açıdan hem Batıyı da etkileyip ve hem de ona yön verdiği görülen Endülüs pratiğinin ortadan kalktığı dönemden bu yana, İslam’ın kuşatıcılığının ve insanı aydınlatıcılığının, münevverleştirdiğinin,  entelektüel kıldığının yanında Müslüman kitlelerin büyük oranda, bu gereğe rağmen, iletilen/vahyedilen dinden, uydurulmuş dine ve onun literatürüne itibar etmesinin acı bir sonucu olarak Müslümanların genel anlamda, din ve onunla birlikte dünyadan ve su gibi akıp giden hayattan da bihaber olduğu anlaşılıyordu. O aydınlatıcı pratiğin yerine tevhidi gerçekliği şirke kurban eden,, onun üzerini adeta bir parmak toz katmanıyla kaplayan ve kirleten bir vasatta oluşan ve sahih bilgi olgusunu kesintiye uğratan olaylar, olgular, şahıslar ve yapılar penceresinden bakıldığında, bu bulanık miras Osmanlı bağlamında adeta kutsal olarak ele alınmış, konumu gereği işin üzerine titreyen bir avuç ulema, âlim ve insan kümelerini istisna kıldığımızda genele teşmil etmede bir mahzur görmeyeceğimiz bir atalet dönemi içerisine girilmişti.  

Bu vasatta, kendi adımıza tasavvuf düşüncesini uygun görmeyecek olsak da, yanlışı ve doğrusuyla kendi özgül ağırlığından hareketle düşünsel ve ‘felsefi’ bağlamda bir yerlere iliştirdiğimiz tasavvufla ilişkilendiren, ama onun, yani tasavvufun entelektüel/irfani tarafını değil de, hemen her işi karikatürize edecek oranda bayağılaştırdığı görülen bilumum tarikat yapılarının, cehaleti total olarak içselleştirdiği ve aynı zamanda da kimlikselleştirdiği görülmektedir.

Bu anlayışın bir nişanesi olarak çeşitli tarikatların yanında, ‘zamanının alt edilmesi gereken en temel meselesi’ konumunda bulunan materyalist/seküler anlayışa karşı ‘imanın korunması ve elde tutulmasını’ ön gören Nurculuk hareketi içerisinde bulunan, ama daha sonra revizyonit bir şekilde o damardan kopan ve dönemin Kemalist rejimi tarafından Müslüman kitlenin önünün kesilmeye devam edilmesinde bir koçbaşı olarak kullanılan ve bilahare NATO konseptinde Atlantikçi paktın İslam dünyasının ‘modern temelli kandırmaca usullerle’ sahte bir hürriyet içre esir edilmesinde önü açmada, iktidara gelen Amerikancı iktidarlarca da kullanılan, kullanılır görülen ve kendini giderek ülkenin tek ve meşru sahibi konumunda görme eğilimine giren eski adlandırmayla “Hizmet Hareketi” 2002 den sonra Ak Parti iktidarı ile birlikte iş tutmaya çalışmıştı…

Önceki sağcı, Amerikancı iktidar dönemlerinde yaklaşık kırk küsur yıldır bürokraside, tevhid-i tedrisat’a rağmen bütün bir eğitim kurumunda, polis, ordu ve çeşitli ‘resmi’ birimlerde hile ve desiselerle kadrolaşan, daha sonra ekonomi sahasına, iş adamları çevresinde palazlanan bu mülevves yapı, ne yazık ki AK Parti iktidarında da, bir nevi ‘arz ve talep’ bağlamında kendisinden isteneni yerine getirmiş ve karşılığında da yerine getirdiğinden dolayı iktidardan alabildiğine daha fazla oranda, nemalanmıştı.

Bu nemalanma her alanda olan bitenden ziyade 12 Eylül anayasa referandumu döneminde HSYK içerisinde palazlanma sonucunda, bünyesine girip yıllarca kemirmeye çalıştığı iktidarla çeşitli konularda ters düşülünce, bu işi, bir fırsata çevirme suretiyle, vurulacak olan ilk, ya da en son darbeyi vurmak için 17/25 Aralık’ta düzenlenen, ama ‘yasal kılıfla’ bir yolsuzluk operasyonu üzerinden polis ve adalet kurumu içerisindeki potansiyel gücün ve daha sonra da, ordu içerisindeki gücüyle 15 Temmuz’da bu işi Atlantikçilik adına düpedüz darbeye, ve aslında bir işgale dönüştürmüştü…

Cemaat olgusu üzerinden hadiseye bakmak…

19. Yüzyıl da İslam dünyasının başta Hindistan alt kıtası olmak üzere Batının sömürgesi haline gelmesi ve bunu takip eden olaylar zincirine bağlı olarak, Müslüman kitlenin bir iki ana grup şeklinde konumlandığını görmekteyiz.. Bu ana grupları; 1) İslamcılar 2) modernistler, daha açıkçası İslam modernistleri ve 3) Gelenekçiler olarak belirtebilirdik. Konumuz açısından gelenekçileri ise iki ana gruba ayırabilirdik; a) Selefi kamp, b) Tasavvuf ve tarikatçı kamp…

Bu ikinci kampı sarf-ı nazar ettiğimizde, birinci kampta bulunan Selefilerin sahih doneleri devam ettirme gayretlerinin yanında, telifi imkânsız bir oranda geleneği de yer yer donuklaştırdıkları görülür. Buna rağmen, gelenekçi kamp mensupları, aynı zamanda ortak düşman Batı olduğundan dolayı, süreç içerisinde antiemperyalist bir özellik kazanmışlardır. Tabii bunun olumsuz anlamda istisnaları da varit olmuştur. Ör. FETÖ… Gelenekçi kampı oluşturan diğer tali grup ise çoğu kez irfani boyutla ele alınan, ama bu irfan her ne ise, sahih damarı kansız ve dermansız bırakacak oranda iletilen vahye değil de, üretilen ve çoğu da şeyhin keşf ve kerametine(!) bağlı donelere dayanan bir özellik taşımaktadır.

İşte konumuz açısından FETÖ de bu keşf, keramet(!) ve kendisiyle amel edilmesi ‘ulema’ tarafından pek de onaylanmayan rüya kabilinden soyut ve kesinliği şüpheye dayalı bir din anlayışına istinat edilmektedir.

 



Anahtar Kelimeler: TEMMUZ' ...

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER