15 MART’IN HATIRLATTIKLARI

Süleyman Arslantaş, 15 Mart 2011’de Suriye’de başlayan barışçıl gösterilerin “rejim” tarafından şiddet kullanılarak bastırıldığını ve başlayan savaşın devam ettiğini belirtiyor.

15 MART’IN HATIRLATTIKLARI

15 Mart 2022. Bu tarih, Suriye iç savaşının 12.yıldönümü tarihidir. Önümüzdeki Mayıs ayının 14’ü de Siyonist İsrail Devleti’nin 74. Kuruluş yıldönümü olacak. İttihatcıların önde gelenlerinden Talat Paşa’nın Berlin’de Ermeni Taşnak örgütü tarafından katledilişinin de 101.(15 Mart 1921)yıldönümü.

Suriye’yi, Filistin’i, Irak’ı, Afganistan’ı unuttuk ya da unutturdular. Gün geçmiyor ki işgal altındaki topraklarda bir veya daha fazla Filistinli öldürülmesin. Siyonistlerin katliam ve işgalleri artarak devam ediyor. Suriye, ah Suriye yok edilen canlar, yok edilen tarih ve medeniyet. İçerisinde Yahya(as)’ın kabrinin de bulunduğu Emevi camii harabeye döndü, kimin umurunda. Ortadoğu kan gölüne dönmüş, sözde Allah rızası için, etnik ve mezhebi hamasetle Suriye’de bulunanların mı umurunda!

Yanlış anlaşılmasın bu ifadelerimle Ukrayna’ya yapılan saldırı ve katliamları asla hafife almıyorum. Zira ben de insanım, babayım, dedeyim ve Müslümanım. Benim Peygamberim öncelikle “rahmet peygamberi”, rahmetten anlamayanlara karşı da “harb peygamberi”. O nedenle Ukraynalı bir çocuk, bir anne, bir dede, bir ninenin göz yaşları, ızdırabı benim de yüreğimi sızlatır. Hele de annelerinin kucağında ağlayan çocuklar, çaresizlik içerisinde çırpınan anneler, bir daha eşlerine ve yavrularına kavuşma ümidini yitirmiş erkekler. Evet, bunlar gerçekten yürek parçalıyor. Rahmet Peygamberi olan Hz. Muhammed’in bir ümmeti olarak gördüklerim, duyduklarım karşısında beynim terliyor, sanki ılgın ılgın yüreğim kanıyor.

Söze 15 Mart’la başladık. Bundan tam 11 yıl önce Suriye’de iç savaş başladı. İç savaş dememe bakmayınız, aslında bu savaş bölgesel emelleri olanların Suriye ve Suriye halkı üzerinden yürüttükleri bir savaş. Değilse, Rusya’nın, Amerika’nın, Fransa’nın, İran’ın Suriye’de işi ne? Biliyorum içinizden neden Türkiye’yi de saymadınız diyenleriniz var. Evet bilinçli olarak saymadım. Zira Türkiye’nin Suriye’de bulunması için birçok neden var. Bir defa Türkiye’nin 911 km.lik bir sınırı var. Türkiye ve Suriye halkları arasında ciddi bir akrabalık var.1984’den bu yana Suriye üzerinden Türkiye’ye tahmil edilen bir terör saldırısı var. Bu saldırı Amerika başta olmak üzere çeşitli ülkeleri desteği ve çeşitli isimler altıda el’an devam etmektedir. Ayrıca 31 Ekim 1921’de varılan Ankara Antlaşması’nın tanımış olduğu hukuki gerekçelerle de Türkiye’nin Suriye’de bulunması zorunludur. Çünkü Suriye’nin Türkiye sınırındaki toprakları terör örgütlerinin saldırı mekanı halindedir.16 Eylül 1998’de dönemin KKK. ORG. Atilla Ateş Hatay’ın Reyhanlı İlçesi’nden açıkça Suriye’ye şöyle seslenmişti: “Bazı komşularımız, özellikle ismini açıkça söylüyorum Suriye gibi komşular iyi niyetimizi yanlış tefsir ediyorlar. Her fesat Suriye’den çıkıyor. İyi niyetimize karşılık alamazsak her türlü tedbiri almaya hak kazanırız. Artık sabrımız kalmadı.” (Yetim kalan Suriye AA sh.39) Bu nedenlerledir ki Türkiye mevcut coğrafi konumu nedeniyle toprak bütünlüğünü ve sınır güvenliğini sağlamak mecburiyetindedir. Yani Türkiye’nin Suriye’deki varlığı diğer var olanlarla da mukayese edilemez. Zira saydığım hiçbir ülkenin Suriye ile sınırı yoktur.

Suriye’de olaylar ve iç savaş nasıl ve neden başladı? 

Suriye’nin güneyindeki Dera’da 27 Şubat 2011’de Dera Lisesinin duvarına bir grup öğrenci: ’Halk rejimin yıkılmasını istiyor.’ Ve benzeri yazılar yazarak rejim karşıtı eylem ortaya koydular. Bunun üzerine 15 çocuk gözaltına alındı ve işkenceye tâbi tutuldu. Çocukların aileleri ve halk buna isyan etti, Dera halkı sokaklara döküldü. Zira Tunus’ta ‘Yasemin Devrimi ‘olarak başlayan ve bilahare Mısır ve Libya’da ‘Arap Baharı’na dönüşen olaylar da Suriye halkının Esed rejimine başkaldırısında ilham kaynağı oldu. Sonuçta Dera’da başlayan olaylar kısa zamanda ülke geneline yayıldı. Belki de ‘Arap Baharı’ rüzgarını Ortadoğu’ya tahmil eden güç odakları gelişmeleri ‘gezi parkı’ olaylarını izler gibi sevinçle izliyorlardı. Esed rejimi yıkılmadı. Ama aradan geçen 11 yıl içerisinde başta Şam olmak üzere Halep, Hama, Humus, Dera ve Deyr-i zor gibi birçok şehir, yerleşim yeri tarumar oldu. Londra merkezli Suriye İnsan Haklar Gözlemevi (SOHR)verilerine göre 600 bini aşkın insan öldürüldü. Yine aynı kaynağa göre Mart 2020’ye kadar 500 bin kişi hapishanelerde, çeşitli nedenlerle öldürüldü, kaybedildi. Suriye iç savaşında öldürülenlerin % 30’u çocuk ve yine öldürülenlerin %29’u kadınlardan oluşmakta. Yine aynı kaynağın tesbitine göre 14451 kişinin işkence sonucu öldürüldüğüdür. Tesbit edilen kayıtlara göre altı milyonun üzerinde bir nüfusun Suriye’yi terkettiğidir. El’an açlık sınırında 11 milyon insan yaşamakta. Niçin bu rakamları veriyorum, efendim, Ukrayna-Rusya savaşı nedeniyle neredeyse tüm ekranlar, haber kanalları Ukrayna’da yaşanan olaylara, yıkıma, ölümlere, göçe kilitlenmiş durumda. Elbette Ukrayna’da yaşananlara seyirci kalma lüksümüz yok. Rusların hangi nedenle olursa olsun Ukrayna halkına karşı işlediği cinayetlere bigane kalamayız. Dikkat çekmek istediğim nokta dünyamızda ve hele de İslâm coğrafyasında yaşanan katliamlar, zulümler, işkenceler, yıkımlar neden dikkate alınmıyor. Yoksa Afganistan’da hayatını kaybeden yüzbinler, Irak’ta katledilen yüzbinler, Suriye’deki yüzbinler insan değil mi? Neden aynı hassasiyet sekiz yıl süren ve bir milyonun üzerinde insanın hayatını kaybettiği İran-Irak savaşında gösterilmedi? Filistin’de, Yemen’de, Darfur’da yaşayanlar, hayatını kaybedenler yoksa insan değil mi? Ya da 16 Mart 1988”de Irak’ta-Halepçe’de kimyasal silahlarla katledilen 5000 yaşlı, kadın, çocuk insan değil miydi? Neden onlara ilgi gösterilmedi.

Tekrar 15 Mart’a dönmek istiyorum.15 Mart günü Emevi Camii’nde öğle namazını kılan halk, namaz sonrası Emevi Camii’nin bitişiğinde bulunan Hamidiye Çarşısında bir araya gelerek Esed Rejimi aleyhine kitlesel bir protesto eylemi ortaya koydu. Ardından Muhaberat onlarca Suriyeliyi gözaltına aldı. Hamidıye protestosunu 22-23 Mart 2011’de Dera protestoları takip etti. Meşhur Ömeriye Camii Esed güçleri tarafından kuşatıdı, onlarca kişi orada katledildi. Olaylar, yıkımlar, katliamlar birbiri ardınca devam etti ve etmeye de devam ediyor. Tıpkı 14 Mayıs 1948’den bu yana işgal altındaki Filistin topraklarında olduğu gibi. Gün geçmiyor ki işgal altındaki topraklarda Siyonistler katliam yapmasınlar. Ama dünya sessiz.

Hani İbn-i Haldun’a atfen: “coğrafya kaderdir” sözü var ya! Gerçekten coğrafya kader ise ve bu coğrafyada insanların başına gelenlerde kaderin tecellisi ise İsrail’e, Amerika’ya, Rusya’ya, Esed ve Saddam rejimlerine kızmak niye? Ben, coğrafyanın bir kader olduğuna inananlardan değilim. Zira kader en genel ifade ile Allah’ın eşyada yarattığı özelliklerdir. Coğrafyamızda yaşananlar bir kader değil, kaderde var olanların tatbikine hükmeden aklın yeterince kullanılmamasıdır. Ne var yani İran, Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan vb ülkeler olaylara müdahil oldular olayların halli için yeterince çaba sarfettiler de mi bunca katliam ve yıkım yaşandı? Acaba adı geçen ülkeler el birlik olup; Esed’e ve rejimine karşı bir tavır ortaya koysa idiler olaylar bu boyuta gelebilir miydi? Hakşinas olarak olaylara ilişkin Türkiye’nin Arap Baharı sürecinde barışcıl ve arabulucu yaklaşımını teslim etmemiz gerekiyor. Ama aynı süreçte Türkiye’nin Libya politikasını da tasvip etmediğimi belirtmeliyim. Bir örnek vermek gerekirse dönemin Türkiye dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu 9 Ağustos 2011’de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yazılı bir mesajını ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın şiddet olaylarının sona erdirilmesi çağrısını Beşar Esed’e bildirmek üzere Şam’a gitti. Şahsen 2011’in Kasım’ında Sayın Davutoğlu’ndan İstanbul Emirgan Köşkünde bizzat dinlediğim o seyahate ilişkin Sayın Gül’ün Esed’e hitaben: “Bir gün geriye baktığınızda yaptıklarınızın çok geç ve çok az kaldığı şeklinde hayıflandığınızı görmek istemem” mesajı ile Sayın Erdoğan’ın Esed’i Türkiye’ye davet etmesi önemli bir girişimdi. Keza Davutoğlu Cumhurbaşkanı Gül’ün ve Başbakan Erdoğan’ın mesajlarından Esed’in oldukça etkilendiğini ifade etmişti. Ne var ki Türkiye’nin bu yapıcı yaklaşımı bölge ülkeleri tarafından ve yine Esed’in anası Enise Mahluf ile Baasçılar tarafından hoş karşılanmadı. Oysa tarih özellikle İran ve Türkiye’ye adil devlet hakem devlet rolünü vermişti. Aradan geçen 11 yıllık süre içerisinde Türkiye yeterince hakem devlet rolünü yerine getiremedi. İran ise bırakın hakem devlet adil devlet olmayı mezhebi ve etnik yayılmacılık peşine düştü. Sonuçta kaderimiz kaybetmedi kaderimizde var olan akıl nimetini yeterince kullanmamak kayba neden oldu. (18.03.2022)