11 Kasım, Varlık Vergisi’nin yıl dönümüydü. Gayrimüslimlere, özellikle Yahudilere “karaborsacıdır bunlar” imasıyla, güçlerinin çok üzerinde keyfi vergilerin kesildiği “kara bir uygulama”nın yıldönümü.
Binlerce Gayrimüslim takdir edilen vergiyi ödeyebilmek için mallarını yok bahasına satmış, parası, satacak malı olmayanlar Erzurum Aşkale’ye çalışma kamplarına, dondurucu soğukta taş kırmaya gönderilmişlerdi. 20 Yahudi vatandaşın Aşkale’de hayatını kaybettiği bilinir.
O günlerde, savaş yıllarında, Avrupa’da esen anti-setimizmin de katkısıyla, bu uygulamayla niyet Gayrimüslimlerin ellerindeki varlığı Türklere aktarmak, sermayeyi Türkleştirmekti.
Başbakan Saraçoğlu, varlık vergisi kanunuyla ilgili şunları söyleyecekti mecliste:
“Bu bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Bu Kanun sayesinde piyasaya egemen olan azınlık tüccar sınıfı ortadan kaldırılarak Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz…”
İlk kez olmuyordu. Vahşet ve korkutmayla nicesinin yaşandığı İttihat ve Terakki dönemine hiç gitmeyelim. Cumhuriyet devrinde önce 1934’te Edirne’de de yaşanmıştı, bunun küçük çaplı örneği.
Edirne’de öğretmenlik yaptığı dönemde, Nihal Atsız’ın Orhun dergisinde Yahudileri hedef gösteren ırkçı yazıları bir tahrik fişeği olmuştu. Şöyle yazabiliyordu:
“Yahudi denilen mahlûku dünyada Yahudi’den ve sütü bozuklardan başka hiç kimse sevmez. Çünkü insanlık daima kuvvete, kahramanlığa ve iyiliğe tapındığı halde Yahudi zilletin, korkaklığın, kötülüğün ve seciyesizliğin örneği olmuştur … "Yahudi’den yumurta alan içinde sarısını bulamaz" gibi sözler bu alçak millete ırkımızın verdiği değeri gösterir … Hadlerini bilsinler. Sonra biz kızarsak Almanlar gibi Yahudileri imha etmekle kalmaz…”
Haziran 1934’te Çanakkale’de başlayan Yahudilere yönelik saldırılar, tecavüzler, hükümetin göz yummasıyla, 15 gün boyunca Edirne, Tekirdağ, Kırklareli, Babaeski, Silivri’ye yayılmış, 15.000 Yahudi mallarını bırakıp, yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalmış, Edirne’dekilere ise terk için süre verilmişti.
Mallar da böylece el değiştirdi.
Cebir ve keyfilikle gasp geleneğinin boyu çok uzundur.
1964’te İstanbul’da Yunanistan pasaportuyla oturan Rumlar sınır dışı edilirken mallarını haraç mezat satmak zorunda kalmışlardı.
Başka rezillik, “Vakıflar Meselesi” adı altında 1970’lerde boy göstermişti.
1936’da bir Vakıflar Kanunu çıkarılmış, buna göre eğitim, hayır, din hizmetleri gören azınlık vakıfları, akar ve gayrimenkullerine ilişkin beyannamelerini Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne teslim etmişlerdi. Ancak vakıflar ihtiyaç arttıkça yeni mallar edinmişlerdir. Gelin görün ki, 1974 yılında, 1936 beyannameleri birer “vakıfiye” olarak ilan edilmiş, vakıfların bu tarihten sonra edindikleri mallar ellerinden alınmaya başlamıştır. Hem de Gayrimüslimleri tam Türk ve vatandaş kabul etmeyen şu ünlü Yargıtay kararıyla:
“Türk olmayanların meydana getirdikleri tüzel kişiliklerin taşınmaz mal edinmeleri yasaklanmıştır. Çünkü, tüzel kişiler gerçek kişilere oranla daha güçlü oldukları için, bunların taşınmaz mal edinmelerinin kısıtlanmamış olması halinde, devletin çeşitli tehlikelerle karşılaşacağı ve türlü sakıncalar doğabileceği açıktır. Bu nedenle de karşılıklı olmak şartıyla yabancı gerçek kişilerin Türkiye’de satın alma veya miras yolu ile taşınmaz mal edinmeleri mümkün kılınmış olduğu halde, tüzel kişiler bundan yoksun bırakılmışlardır.”
Bu garabet ancak 2011 yılında sona erecektir.
Tarihin böyle yaprakları var, izleri hala olan, tortuları geride kalan…
Netflix’te bir dizi var: Kulüp…
İzlemediyseniz, bir yolunu bulup mutlaka izleyin…