Meclis’in açılışının 100. Yılını idrak ettiğimiz günlerdeyiz. Dile kolay tam yüz yıl olmuş. Yüz yılda neler olmadı, neler değişmedi ki. Çok şey. Dünya değişti, biz nasıl değişemezdik ki. Yeni dünyalar kuruldu “biz de yerimizi aldık”
Ama değişmeyen de çok şey oldu. Değişir gibi olup da değişmeyen. Şöyle ağza bir parmak bal çaldıktan sonra çalan düdükle beraber ‘deja vu’lerle hafıza tazeleten. Sadece hafıza mı, topluma bizatihi “bu cendereden öyle kolay çıkamazsın, siyasi ilkeler felsefe kitaplarında güzel durur ama hayat felsefeyle inşa olunmaz” diye dikte eden.
Meclis değerlidir. Ülkenin genel sosyolojisinin aynasıdır. Her din, mezhep, etnik köken, sosyal çevre ve ideolojiden vekillerin halkın emanetini taşımak, bu sorumluluğu yerine getirmek üzere gölgesinde faaliyete giriştikleri ortak aklın vücut bulmuş halidir.
Hep böyle kalsaydı ne güzel olurdu…
Kitaplarda yazılı bu idealleri gücün sihirli etkisi bozar. Güç, bu etkiyi ortaya koyarken “ne halkı!”, “ne temsilcisi!”, “ne ortak aklı!” diye diye adım adım bütün insani-hukuki-siyasi insanlık birikimlerini berheva eder. Renklilik, çok seslilik istemez. İlkelere ve farklı fikirlere değil “kendi icraatının doğruluğu”na odaklanır. Buna ‘ideal’ der. ‘İlerleme’ der. ‘Devrim’ der. Herkesin bu ideali yürekten kucaklamasını ister. Daha doğrusu artık “emreder”. İtaatkarlar ‘makbul vatandaş’ olur. Velev ki gücün boğucu etkisi, ‘tek akıl’ın metazorik olarak filiz verdirdiği zararlar kendilerini de vursun.
1923’te iki Lozan arası Meclis’i feshedenlerin kendince “makul ve makbul” sebepleri vardı! O yelpaze genişliği ve renklilikle işler istendiği gibi ve hızlı yürümüyordu. İdeal anlamda yapacak çok iş vardı. Bunların şiddetli tartışmalar ve farklı fikirlerle engellenmesi vakit kaybından başka bir anlam taşımıyordu. Üstelik “ideal” engel tanımamalıydı.
Serbest Cumhuriyet Fırkanın da önce kurdurulup ardından kısa sürede kapatılması halktaki teveccühün yaratacağı keşmekeşe bağlanmıştı. Mevcut gücün bile isteye zarar görmesine göz yummak olacak iş değildi.
Demokrat Parti de gelirken “öyle”, sonrasında “böyle” oldu. Darbeyle devrilişi bize yeni ‘deja vu’ler yaşattı. Güzel başlayan şeyler bir süre sonra hem kendi içinde yozlaşmaya uğruyor, hem de gayrı meşruluğun müdahalesine de kapı aralıyordu.
Bir türlü dengeyi bulamadık…
Birinci Meclistekiler oldukça idealist idiler. Özellikle ikinci grup tam anlamıyla “Meclisci” idi. Mehmet Akif’ler, Hüseyin Avni’ler, Ali Şükrü Bey’lerin olduğu grup hemen her konuda ders verici konuşmalarıyla, hem döneme ışık tutuyor, hem de saltanatı kaldırmış bir meclisin tekrardan otokratların eline teslim edilmemesi adına siyaseten meşru olan gayretlerin içine giriyorlar; “Millet böyle istiyor” diyerek siyasetlerini icbar etmek isteyenlere “millet değil siz böyle istiyorsunuz” denilerek muhalefet ediliyordu.
Ali Şükrü bey, siyaseten katline dek çıkardığı Tan gazetesinde sürekli düşünce/ifade hürriyetine dair yazılar yazıyor, çağımızda dilimize pelesenk olmuş ‘insanın/toplumların irade ve özgürlüğünün mahiyeti’ ve ‘siyasi ilkeler’e dair konuları tüm boyutlarıyla işliyordu. Hiç de boşuna olmayan sebeplerden ötürü Meclis’te sürekli bu konular gündemleşiyor, bunların çiğnenmesini hafife alanlara şiddetle karşı çıkılıyor, kanunlaşmasına itiraz edenlere de merhum tarihi bir cevap veriyordu:
“Bu, tüm kanunların temelidir. Eğer ifade hürriyetini kanunlaştıramazsanız, diğerlerini çöpe atabilirsiniz”
O’nun siyaseten katl ile şehadetinin üzerinden de tam 97 yıl geçti (27 Mart 1923) Sonrasında o çok renkli, çok sesli Meclis feshedildi. Yerine -listelerle- bir nevi “atanmışlar”dan oluşan bir Meclis kuruldu. Kazım Karabekir’lerin de dahil olduğu bu Meclis bile içinden -kısa süre içinde türlü iftira ve bahanelerle kapatılacak- Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı çıkardı.
Meclisin tam anlamıyla ‘tek sesli’ hale gelişi 1927’de tamamlanmış oldu.
İlk Meclis’te, hem de İstiklal Harbi’nin tam orta yerinde, Birinci İstiklal Mahkemeleri’nin hukuksuzluklarını eleştirildikleri tartışmalar sadece tüyleri ürpertmekle kalmaz; aynı zamanda “ilkeler”in tarihin her döneminde ne kadar değerli olduğunu, geçerliliğini insanlık tarihi boyunca nasıl koruduğunu, çiğnenmesinin ne büyük zararlar ürettiği/üreteceğini ve aslında hep aynı tehditle nasıl yüzleştiğimizi gösterir.
Süreci yönetenlerin “Bir harbin içinde olunduğu, beka mücadelesi verildiği, yaşananların büyütülmemesi gerektiği” mealindeki savunularına karşı ikinci grup vekillerin verdiği tarihi cevaptan şuydu:
“Adalet ve hukuk yoksa beka da yoktur!”
***
1927 de bir nevi milat olmuş, Meclis’in bir meclisten beklenen işlevlerini yerine getirme misyonu ta’til edilmişti.
“İlkeler”in kimlik edinilmesi yine başka baharlara ertelenmiş oldu. İdeoloji o “ilkelere” galebe çalmıştı yine. Aslında ideolojiden ziyade “zihniyet”. Çünkü hangi ideolojiye sahip olursa olsun insanlığın doğası mezkur “ortak zihniyet”in kurallarıyla işliyordu. Muhafazakar, dindar, seküler farketmeksizin ya “ilkeler”in çiğnenmesinde mahzur görmeyen o “zihniyete” teslim olursunuz ya da “ilkeleri kimlik edinmek” amacıyla bir mücadeleye soyunursunuz. Velev ki o ilkelerin inşası hep insan doğasına takılıp engellerle karşılaşsa da.
O yüzden serencam hiç değişmiyor. Kimler eliyle olursa olsun hep aynı konuları dönüp dolaşıp tartışıyoruz. Bazen ideolojik tutum ve “ideolojik kimlik” bizi meselenin künhünü kavramaktan ırak kılıyor. Esas olanın ideolojiyi ve kimliği korumak olduğunu zannediyor, taraf oluyor ve yanılıyor, yanıltılıyoruz. “Korkular”la terbiye ediyor ‘gücün sahipleri’ bizi. O, “gücü kaybetmek”ten korktukça, bizi de o korkuların içine dahil ederek, yanlışlarının tolere edilmesini ya da görmezden gelinmesini sağlıyor.
Bu, hiç de haketmediği halde “evrensel ilkelerin” miladı olarak görülen/gösterilen 1789 Fransız İhtilali sonrası Napolyon’u ortaya çıkaran şartlarda da böyleydi, Abdülhamid ya da İttihad Terakki döneminde yaşananların gözlemlenmesinde de.
İskilipli Atıf’ın o meşhur sözleri boşuna sansüre uğratılmadı muhafazakar cenah tarafından. O ki, “Abdülhamid döneminde de, İttihad Terakki döneminde de gerçekleşen Arnavut İsyanlarının bağy/isyan değil, hak olduğunu, emri bi’l maruf…” kategorisinde görülmesi gerektiğini vurguluyordu o “ilkeler” adına.
100 yıl önce, 100 yıl sonra neler değiştiyi haksızlık etmemek adına analiz edelim elbette. Ama nelerin değişmediğini, tekerrür ettiğini, ilkeler çiğnendiğinde ideolojiler farklı olsa da “zihniyet ortaklığı” mucibince ne türden “aynı hatalar”a düçar olduğumuz üzerine kafa yormamız gerekmekte.
Eğer 100 yıl sonrasına ilişkin gerekli dersleri çıkartmak istiyorsak bu muhasebe kaçınılmazdır!
“Adalet ve hukuk yoksa beka da yoktur!” sözü mesela. Tarih yapıcıların bahanelerinin karşısına çıkan bu hikmetli cümlenin kimin, hangi kimlik sahipleri tarafından söylendiğinin bir önemi var mı?
“O’nun sevgisi”, “buna muhabbet” diyerek insana ya da belli bir gruba bağlılığın bizi eğitip terbiye edeceği, bize kazandıracağı, bizi koruyacağını zannediyorsak o “büyü” bizi de etkisi altına almış demektir.
Yarın 23 Nisan. Bir taraftan “birilerine” karşı çıkarken, tarihte benzer şeylere imza atmış “diğerlerini” savunma hatasına düşüp düşmediğimizi, gece yastığa başımızı koyduğumuzda bir kez daha düşünme vaktidir.
Tabii “diğerlerine” karşı çıkarken bunu “birilerinin” yapıp etmelerinin üzerini örten saiklerle yapanlar da aynı şeye odaklanmalı.
Kişiler değil ilkeler! Çünkü kişiler o ilkelerden uzaklaştıkça kaçınılmaz yanlışlara düçar oldular. Değişmeyen kural bu. Kural “birilerine” kızıp “diğerlerini” savunmak değil.
100 yılda o “değişmeyen ilkeler”in neler olduğu ve ne türden bir duruş, düşünüş ve etkili yöntemlerle bunların diriltilebileceği üzerine kafa yoralım.
“Mış” gibi yaparak değil, “ilkeleri” kimlik ve ahlak edinerek!
ANKARA EKSPRESİ