1 Mayıs dedikleri...

Sait Alioğlu´nun 1 Mayıs´ı oluşturan seküler materyalist süreç, bu süreçte oluşan kapitalist ve sosyalist merkezli materyalist temelli yaşam pratikleri ve bu kamplara karşı olması gereken Müslümanlar olarak bize dönük yüzü açısından ?1 Mayıs bizim neyimiz

1 Mayıs dedikleri...

Önce kutlama kültürü fenomeni üzerine bir iki kelâm...

Kutlama kültürü yüzlerce yıldır birçok toplumun ilgisini çekmiş, o toplumları, gerek kendi özelleri açısından ve gerekse de bağlı bulundukları sistem ve o sistemler açısından motive etmeye çalışmıştır. Bu kültürün izini sürdüğümüzde, bir yanılsama eseri olarak, bu işin modern zamanlarda çeşitli argümanlarında kullanıldığı ve toplumları faşist ve komünist sistemlerin birer munis parçası olarak elde tutma gayretkeşliğinin ön planda olduğunu görür gibi oluruz. Ama daha da geçmişe gittiğimizde bu işin temelinin antik çağlara kadar ulaştığını ve bu kültürün pagan toplumların deruhte ede geldikleri dinselliklerinin esaslı bir parçası olduğu görülecektir.

Bunun zıddına bir hayat dini olan ve bağlılarını hakikatin iz sürdürücüsü olarak gören İslâm´a baktığımızda, bu kutlama kültürünün hiçte fert ve toplum nazarında önemli bir yerinin olmadığına şehadet ederdik. Bizde de, pagan toplumlarda olduğu üzere kutlama kültürünün izleri var olduğu halde, bu kültürün detaylı bir şekilde yer edinmesi, belki de İttihad ve Terakki´den mülhem ve tek parti döneminde Alman usulü bir toplum oluşturma çabaları sonucunda kutlama kültürünün belli başlı ritüellerle temellendirildiği söz konusuydu artık?

Kültürel fenomenden ideolojik çıkar devşirmeye 1 Mayıs?

Kendisi de 2. Meşrutiyet döneminin ithal paradigmalarından olan sol ve sosyalist düşünce Osmanlı toplumunda bir yer edinince, yine o dönemde başlamakta olan Osmanlı sanayileşmesine koşut olarak İstanbul ve Selanik gibi metropol şehirlerde bir işçi/proleterya sınıfı vücut bulmuştu. Yukarıda da belirttiğimiz üzere Osmanlı sanayileşmesine denk gelen işçi hareketinin en temel haklarını çok rahat bir şekilde elde ettiği döneme baktığımızda bu dönemin cumhuriyet dönemi uygulamalarından daha iyi bir yerde olduğu çok rahatlıkla söylenebilirdi.

Daha sonraki süreçte iktidardan alaşağı edilince açıkta kalan CHP´nin, nasılsa aynı paradigmal çerçeveye sahip olarak gördüğü sol üzerinden siyaset yapıp hatta kendini ?ortanın solu? olarak tanımlama gayretkeşliğinin bir sonucu olarak, adeta işçi sınıfının temel düşmanının muhafazakâr kitleler olduğu işlenip durmuştu. Bu söylemin bir kısmı, her ne kadar sol içerisinde bulunan azınlık ve işin gidişatından bir hayli rahatsız olduğu bilinen bir grubun CHP´ye sahip çıkılmasına gerekçe kılınmazken, geniş bir yelpazede ise, aynı maksatlılık açısından kabul görmüştü.

Adeta,?gerici(!) güçlerin baskın olduğu bir vasatta, onların karşısında ben varsam ve onlara karşı mücadele ediyorsam, siz kendinizi, bana göre tanımlayacak ve düzenleyeceksiniz!? yollu ifadeler bağlamında, aslında yönünü kapitalizmden yana koymuş bulunan CHP´nin, salt düşman Müslümanlar olunca, bu işe solcuyu, sosyalisti vb. dâhil etmesi işin bir cilvesi olarak okunabilirdi.

Bununla birlikte, kendilerini Türkiye proleterya sınıfının savunucu olarak görme eğiliminde olan solun, 1 Mayıs bizzat CHP tarafından yasaklanması karşısında sürekli homurdanması dışında bir şeyler yapmadığı dünden bugüne görülebilecektir.

Bununla birlikte, Kemalist sistemin onlarca yıldır Türkiye toplumu üzerinde bulunan yasaklarla birlikte 1 Mayıs´ın da tekrardan işçi bayramı olarak kutlanmasına yönelik olarak var olan yasağı kaldırmasının, sol açısından olumlu bir karşılığının olmadığını son dört beş yıldır süre gelen sürtüşmelerden, restleşmelerden anlamaktayız?

1 Mayıs´ı doğuran ideolojik ortam ve Müslümanlar?

Birde işe genel anlamda Müslümanlar açısından baktığımızda, 1 Mayıs´ın pek bir anlamının ve esprisinin olmadığı müşahede edilecekti. O da 1 Mayıs´a sebep olan zeminin, modernizmin kıskacında tüm insanlığa sunulan seküler yanı bulunan ve materyalist bir temele irca edilen, ?her ne ilerleme sağlanacaksa, ancak bunlarla birlikte sağlanacak´ denilerek, insanlara sunulan kapitalist ve sosyalist yolun, bloğun, ?biri eskirse, diğerini onun yerine ikame etme´ mantığına dayalı olan, üçüncü bir yola imkân tanımayan bir anlayış, Müslümanların nesi olurdu?

Bu işe ilk bağlandığında, Batı´ya kapitalizm, onun Doğusuna da sosyalizm düşmüştü. Bu bir şans ve şansızlık eseri olmayıp,tamamen danışıklı dövüş içre bilinçli bir yönlendirme idi. Batıda kapitalist işleyiş zamanla kendini bir takım yanlış uygulama, zorluk ve ezadan sonra, kendini vahşilikten arındırma, ?çalışan kesimlerin de bir takım hakları vardır´a varınca, karşımızda, insanı aynı zamanda üretim ve tüketime yönlendiren, neredeyse sınıf farkını minimize etmeye çalışan, hatta yer yer eden ?yerli´ bir sistem oluşmuştu ve bu sistem,bugünde birçok yanlışa rağmen sürmekte?

Ama zamanla, bu işin doğu yakasında yapılıp edilene bakıldığında, insanlık tarihinin görmediği, büyük ve ?geçerli´ anlatıların hiçbirisine uymayan ve adına Marksizm denen zihinsel illetin yönlendirmesiyle insanlık, onun uygulandığı yerlerde büyük bir trajedi yaşadı. Onun da uygulayıcısı, ?iki yoldan birisi´ olan sosyalizmin kendisi olmuştu.

İşte 1 Mayıs´ta, artı eksi kutupların çarpışması sonucu oluşan yağmur misali, birbirinden rol çalan iki ideolojik konumun bir eseri olarak bizlere hak,özgürlük ve emek olarak sunuluyordu. Daha açıkçası, bizim kendi değerlerimizin yok sayılmasının bir eseri olarak 1 Mayıs´ı kutlamamız isteniyordu. Temeli ve felsefesi açısından bize pek de uygun değildi. Ama bizden birileri kutlayacak olsa da, yukarıda da belirttiğimiz üzere kutlama kültürünün sakıncalı taraflarını göz önünde bulundurmak gerekirdi. Ki her şey göründüğü gibi değildi.

Sol,  bu konuda neden hakşinas olamıyordu?

Belki de, solu bu konuda hakşinas kılmayan esas donenin, işin hakikatine bakıldığında, bizim için birçok açıdan İslamcı bir iktidar şansı sun/a/mayan, ama işi maslahat ve süre gelen iktidarlar bağlamında değerlendirdiğimizde, mevcutlar içerisinde, Kemalist rejim tarafından, onlarca yıldır gasp edilen hakların sahiplerine tevdi edilmesi işin görünürlüğü açısından rahatsız kılmıyorsa da, içten içe gelişen kin ve nefret olduğunun altının çok rahatlıkla çizebilirdik. 

Gezi Parkı olayları döneminde, adeta, bu topraklarda emeli olan herhangi bir sömürgeci Batılı devletin yapmaya çalışacağı üzere adına ?Taksim Dayanışması? denen ?baskın´ grubunun, çok açık bir şekilde dışarıdan aldıkları desteklerle, meşru iktidara karşı dikte etmeye çalıştığı görüşleri, daha nasıl okunabilirdi ki?

1 Mayıs´ın bir serencamı?

Batı pratiğine baktığımızda işçi sınıfını ilgilendiren sosyal hakların elde edilmesine yönelik, bir gün tespiti konusunda, teamüller gereği ?ilk kez 1856´ yılında Avustralya´nın Melbourne şehrinde taş ve inşaat işçileri, günde sekiz saatlik iş günü için Melbourne Üniversitesi´nden Parlamento Evi´ne kadar bir yürüyüş düzenlemişti. Daha sonraki sürece baktığımızda 14 Temmuz-21 Temmuz 1889´da toplanan İkinci Enternasyonal´de Fransız bir işçi temsilcisinin önerisiyle 1 Mayıs gününün tüm dünyada "Birlik, mücadele ve dayanışma günü " olarak kutlanmasına karar verilmişti ki, zamanla 8 saatlik iş günü birçok ülkede resmen kabul edildi. 1 Mayıs böylece işçilerin birlik ve dayanışmasını yansıtan bir bayram niteliğini kazanmış oldu.

Osmanlı döneminde işçi ve emekçiler tarafından ilk kez 1905 yılında İzmir´de kutlanmaya başlamış ve İstanbul´da ilk kutlama 1910 yılında gerçekleştirildi. 1 Mayıs, Türkiye Cumhuriyeti döneminde ise 1935 yılında ´Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun´ adlı düzenleme ile ´Bahar ve Çiçek Bayramı´ olarak genel tatil günlerine dâhil edildi. 12 Eylül 1980 darbesine kadar resmi tatil olarak kutlanan 1 Mayıs, darbenin ardından Milli Güvenlik Konseyi tarafından 1981 yılında resmi tatil günü olmaktan çıkartıldı. Aradan geçen 28 yılın ardından TBMM´de kabul edilen yasa ile 22 Nisan 2009 tarihinde ?Emek ve Dayanışma Günü´ adıyla yeniden resmi tatil ilan edilmişti ülkemizde ise ilk kez 1923 yılında resmi olarak kutlanmıştır. 1 Mayıs 1925 yılında çıkan Takrir-i Sükûn Kanunu ile İşçi Bayramı´nın kutlanması yasaklandıysa da 1 Mayıs 1935 yılında bu yasak sona erdi. 1935 yılından 1976 yılında Taksim´deki İşçi Bayramı kutlamalarına kadar 1 Mayıs Bahar ve Çiçek Bayramı adıyla kutlandı. 9 tarihinde ?Emek ve Dayanışma Günü´ adıyla yeniden resmi tatil ilan edilmişti...

Dikkat edilirse, hemen her konuda olduğu gibi 1 Mayıs´ın gün olarak kabul edilmesi ve kutlanması bağlamında bile cumhuriyet rejiminin bu konuda dahi halefinden geride kaldığı söylenebilir. En azından sanayideki değişim ve dönüşüme koşut olarak bir sınıfın oluşumuna bağlı olarak 1 Mayıs´ın işçi bayramı olarak kutlanması, genel kabul görse de, bir müddet sonra içerik olarak değişime uğratılmıştır.

Belki de o dönem, kendine karşı kitlesel anlamda muhalif  bir sol çevrenin olmayışı Kemalist rejimi bir konsept değişimine mecbur bırakmamış, ama altmışlı yıllarda, kendisi de batılı parametrelere sahip bulunan Türkiye solunun dizginlerini eline geçirmek isteyen CHP´nin,  kendisini ?ortanın solu´ olarak tanımlaması işin de seyrini değiştirmiştir. Ki kendisini kapitalist kalkınmaya göre düzenleyen rejim solunda adresi olmaya başlamıştı. 

Değişen zaman ve değer yitimi... 

Günümüzde değil iktidar olmak, büyük bir ihtimalle ´ana muhalefet´ partisi olma durumunu dahi kaybettiği gözlemlenen CHP´nin, sol ile birlikte, gelinen noktada, o da ideolojik bir yanılsamanın marifetiyle kendi varlık sebebi olarak görüp tanımladığı ve suçladığı kapitalizme karşı yıllar yılı vermiş olduğu gözlemlenen ?devrimci´ mücadeleyi şimdi başka saiklerle ve başka zeminlerde muhafazakârlığa karşıtlık üzerinden Müslümanlara, İslâm´a ve İslâmî değerlere karşı vermektedir.  

Mevcut muhafazakâr iktidarın birçok yanlışı olması ile birlikte, CHP ve bilumum sol, aslında kendilerinin vermek istediklerini yıllardır dile getirdikleri ´halka hizmet´ konusunda, gözle görülür bir uğraşı içerisinde olmamışlardı. Aksine, ideolojik bir palavraya rağmen halka hizmet vermediler. Süreç içerisinde halk milletlenince de, bu kez, ´halkımız´ dedikleri bu necip milleti her yolu deneyerek aşağılama yoluna gitmişlerdi.

Öteden beri, o da Kemalist rejimin zoru ve marifetiyle kendilerine sunulan imkânları tepe tepe kullanarak tüm alanlarda rakipsiz bir çizgi oluşturmuşlardı. Bu her alanda kendin göstermekteydi. Örnek verecek olursak, kendileri için neredeyse bir tavaf ve yaşam alanı olarak gördükleri Taksim´deki AKM´nin -esli olduğu düşüncesiyle yıkılıp yeniden yapılması gerektiği halde- Ak Parti eliyle yeniden inşa edilmesini dahi ´istemezük, üstü kalsın, AK Parti gölge etmesin yeter!´ tavırlarıyla reddetmeye çalışıyorlardı.

Sözde seküler olmalarına rağmen, birçok binaya kutsallık atfederek, o binaların gölgesinde kendi ideolojilerinin geleceğini kurtarmaya çalışıyorlardı. Örnek olarak, artık hiçbir etkinliğe, alanını darlığı sebebiyle cevap vermesi aklen ve ilmen uygun olmadığı sağır sultanların duyup öğrendiği Taksim Meydanı gibi alanlar üzerinden son rollerini oynayıp duruyorlardı.

Tamam, her kişi kendisi gibi aynı kanaate, inanç ve düşünceye sahip insanlarla birlikte, içerisinde bulunacakları yapılar oluşturabilir, o yapıların içerisinde yaşar ve faaliyet içerisinde olabilirlerdi. Bu sonuçta her insanın, her topluluğun ve her toplumun doğal ve aynı zamanda anayasal hakkı idi. Ama eğer o yapılar ve onları oluşturan insanların artık bir çerçeve dağımına uğramaları mukadder olmuşsa, onun yeniden hayatiyet kazanması pek mümkün olmayabilirdi.

Gelinen noktada, bu değişen zaman ve değer yitimi bir gerçeklik olarak solun bir sınavı olarak onun karşısında durmaktaydı. Ya milletin inancına ve anlayışına ters batıcı seküler söylemler terkedilir, onun yerine, İslami olmasına gerek olmadan, daha makul bir dil kullanılır, pratikler ortaya serilirdi, ya da bir yok oluşa kapı aralanırdı... 

Zira artık devir değişiyordu. Sadece doğuştan gelen haklar ve bu hakların teminatı olan anayasal zeminden ve ondan da önemli olan meşruiyeten hareketle yeni bir yola girilebilirdi. 

Ama her şeyden önce meşruiyet zeminine uyulmadığı, -bir takım haklı gerekçelere sığınarak- Gezi Parkı olaylarında vuku bulduğu üzere, yakma ve yıkma kültürüne uygun davranıldığında, bu milletin irfanı, feraseti ve basireti devreye girdiğinde, öteden beri solu terkisinde barındırıp koruyan güç ve güçlerinde bir esprisi kalmayabilirdi. Söz konusu bu ülke ve insanı olduğunda, din kimliği hariç tüm kimliklerin işin doğası gereği geçici olduğu kabul görecekti. Ki bununla birlikte, seküler temelli kimliklerin ise, katmerli bir şekilde geçici olduğunu vurgulamakta bir beis görülmeyecekti.