İran’da olaylar oluyor.
İşin özü bir İslam kuralının -tesettürün-devlet yorumu ile ve devlet iktidarı kullanılarak uygulanması ile ilgili.
Başından beri devlet, gerçek niteliği ile uygulanmadığını ve belli bir itiraz olduğunu bile bile kadınlara başörtüsü mecburiyetini şart kıldı.
Son süreç uygulamanın Masha Amini isimli bir kadın üzerinde kaba güç kullanılması ve sonunda Masha’nın ölümü üzerine başladı.
İran’da tepkiler var, böyle durumlarda bekleneceği gibi dünyada tepkiler var. İnsan hakları konusunun, hele kadın hakları konusunun ülke sınırlarını aşmaması mümkün değil.
İran’da kadınlar tepki olarak saçlarını kesiyor, Türkiye’de kesiyor, dünyada kesiyor.
Bunu yadırgamamak lazım. Bizde başörtüsü yasağı olduğu zaman biz de bizdeki baskılara dünyadan tepki gelmesini beklemiştik.
Şimdilerde Doğu Türkistan’daki Çin zulmüne dünyanın tepki vermesini de bir insanlık borcu olarak görüyoruz.
Afganistan’da ve Suudi Arabistan’daki kadın statüsü de hem içerde ham dışarda tartışılıyor.
Olayın bizimle ilgili bir boyutu da var. Ülke her ne kadar laik bir anayasaya sahipse de iktidarda İslami ölçülere hassasiyet gösteren bir kadro var. Mesela bu kadro ekonomide faizle ilgili nass’dan hareket edildiğini Başkanlık seviyesinde ilan ediyor. Bu yaklaşımın ekonomideki sonuçları tartışıladursun kimi festival yasaklarıyla İran uygulamaları arasında paralellikler kuruluyor. “Tek adam marifetiyle İran türü bir rejime doğru gittiğimiz” temaları yeniden gündeme geliyor.
İktidardaki kadronun İslam anlayışının İran’daki kadrolardan oldukça farklı olduğu muhakkak. Taliban’dan, Suud yorumundan farklı olduğu da bir gerçek. Ama “iktidar gücü kullanarak yaşama tarzına müdahale” noktasında paralellikler kurulmasını önlemek de mümkün değil.
Burada önemli nokta hayatlarına müdahale edilen insanların da kendilerini Müslüman olarak nitelemeleri. Genelde Müslüman olmayana Müslümanlık dayatmanın Kuran ile çeliştiği kabul edilir. Ama Müslümana İslami ölçülere daha iyi riayet etmesi noktasındaki müdahalenin ölçüsü nedir?
Bu konuda kitaplarda “İcbar”a yönelik kimi düzenlemeler vardır.
Ama bugün doğrudan İslam ülkelerindeki gerilimler de bundan doğmaktadır.
Dünyadan tecrit edilmiş -Kuzey Kore gibi, ber ölçüde Çin gibi, geçmişte Sovyetler ve Kamboçya gibi- ülkeler olsak acaba bu sıkı denetimli uygulamaları sürdürebilir miydik?
Bugün İran’da yaşanan Türkiye’de, Türkiye’de yaşanan da dünyanın öbür ucunda “insan hakları raporu”na giriyor.
Peki bundan İslam bir şey kazanıyor mu? Ya da şöyle soralım: Bu uygulamalar bizatihi İslam ülkelerinde “daha çok İslami hayat”ı özendiriyor mu?
Pek sanmıyorum.
Pek çok dindar ailede bile kurallar disiplini ebeveyn ile çocuklar arasında ciddi sorunlara, kimi zaman dramatik kopuşlara yol açıyor.
Peki ama kurallardan vaz mı geçilecek? Sonuçta Kur’an’la belirlenen ölçüler söz konusu.
Bu noktada İran Devlet Başkanı Reisi’nin olaylar bağlamında bir beyanına rastladım. “Değerlerden vaz geçecek değiliz, diyordu, ancak uygulama yöntemleri üzerinde düşünmemiz lazım.”
İran devrimi 43’üncü yılında. Bu patlamalar olmadan önce İslam - toplum - devlet ilişkisinin sağlıklı yürümesi için bir yöntem bulunmalıydı.
Benzer şekilde Türkiye, Osmanlı sonrası yeni sistem içinde İslam - toplum - devlet ilişkisinde sağlık bir yapı oluşturma sancısından kurtulmuş değil. İslami hayat tarzının baskılandığı dönemde genelde dindarlar tepki halindeydi, bugün de kendilerini hem Müslüman addeden hem de seküler hayatı tercih edenler tepki halindeler.
Reisi İran için nasıl bir yöntem bulur bilinmez ama Türkiye dahil tüm İslam ülkeleri için, bu alanda, dindarlar dahil tüm toplum kesimlerine huzur vermeyecek bir gerilim potansiyelinin bulunduğu açık.