Osmanlı, son dönemlerinde dış politikada denge için zaman zaman bazı ülkelerle fazlasıyla yakınlaşmak zorunda kalmış, bu politikaları uygulayan sadrazamlar, hariciye vekilleri de bu yakınlaşmalardan nasibini almışlardı.
Örneğin İstanbul’daki Rus elçisiyle sık sık görüşen Sadrazam Mahmut Nedim Paşa’nın adı Nedimof’a çıkmıştı. İngiltere’ye yakın çizgideki Said Paşa ve Kamil Paşa’nın isimlerinin başına da “İngiliz” sıfatı eklenmişti.
Denge siyaseti Cumhuriyet döneminde de sürdü.
1925-1939 yılları arasında Dışişleri Bakanlığı yapan Tevfik Rüştü Aras’ın Sovyet yanlısı, İkinci Dünya Savaşı’nın başlarında aynı makamda oturan Numan Memenencioğlu’nun görevden alınmasına neden olacak kadar Alman taraftarı olduğu biliniyor.
Ama o dengeler de hep sabit kalmadı.
İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi yanlısı yayınları yüzünden adı Yunus Nazi’ye çıkmış Yunus Nadi’nin Cumhuriyet’i daha sonra solun sesi haline geldi, siyasete atılmadan önce Amerikan Morisson şirketinde çalıştığı için adı Morrison Süleyman’a çıkmış Demirel ise Türkiye’deki Amerikan üstlerini kapatan Başbakan oldu.
Türkiye’de yakın tarihte ideolojik sebeplerle ‘Moskofçu’, Çinci, Arnavutlukçu, İrancı hatta Kaddafici olanlar oldu.
Tabii Amerikancı, AB’ci olanlar da...
Ama Amerikancılık ve AB’cilik bir akıma dönüşmedi ve marjinal kaldı. Çünkü devletin resmi dış politikası zaten Batı ittifakı içinde hareket etmek üzerine kuruluydu ve bu pozisyonu hararetle savunmak bir ihtiyaç haline gelmedi. Ayrıca entelektüel dünyanın hem sağında hem de solunda Batı karşıtlığı baskın bir fikir olduğu için aleni bir Amerikancılık, Avrupacılık da ayıp kaçtı.
Yine de Özal gibi Türkiye’nin dış politikada Amerika ile senkronize olmasını savunan siyasetçiler ve aydınlar oldu, Türkiye’deki bütün sorunların AB üyesi olmakla çözüleceğine inananlar da...
Ama son dört yılda Türkiye’de yapılan Rusçuluk ve Putinciliğin Türkiye tarihinde benzeri çok azdır.
Batı egemenliğine karşı yeni bir dünyanın kurulduğu ve bu dünyada Türkiye’nin Rusya ile birlikte yeni güç merkezi olduğu analizleri ciddi ciddi yazıldı. 15 Temmuz darbesinin bastırılmasının şanı bile uydurma komplo teorileriyle Putin’e verildi. Türkiye’nin 60 yıllık NATO üyeliği Rusya için harcanacak, bağımsızlığına vurulmuş bir zincire dönüştürüldü. “Erdoğan ve Putin Batı’yı korkutuyor” başlıkları atıldı. Rus milliyetçisi Dugin, AK Parti Meclis Grup toplantısında Başbakan Binali Yıldırım’la poz bile verdi. Her akşam televizyonlara çıkan bir grup sivil-asker uzman, KGB’nin Asala ve PKK’ya verdiği lojistik desteği, Rusya’nın hala PKK’yı terör örgütü olarak tanımadığını, Moskova’da PYD’nin bürosu olduğunu unutup, Türkiye’yi bölmeye çalışan, terörist örgütleri destekleyen emperyalist Batı’ya karşı Türkiye’nin müttefiki Putin ve Rusya diye anlattıkça kendilerinin de inandığı bir hikaye uydurdu. Hatta bu etrafta bir sürü fırsatçı güvenlik uzmanı belirdi, kendisini “Rusya güvenlik akademisinde görevli korgeneral” diye tanıtan Ağrılı bir ‘müteşebbis’ her akşam akşam tvlerde Rusya uzmanı diye konuştu, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün kongrelerinde konuşma bile yaptı.
Bu aleni Rusya yanlılığı ve Putin sevdasının, yüzde biri Amerika için ya da herhangi bir Batı ülkesi yapılsaydı, bir ABD başkanı için böyle sevda türküleri söylenseydi, bunu yapan kişinin adı doğrudan CIA ajanına çıkar, ilk fırsatta da yolu bir savcılığa düşerdi.
Ama Rusya ve Putin övmek neredeyse vatanseverliğinin gereği, tam bağımsız Türkiye’yi savunmak haline getirildi.
Ülkede her kesimde olan, gayet popüler, alkış garantili ve Batılı devletlerin gerçekten eleştirilmesi gereken politikalarını da örten klişe ve itibarsız bir Batı-karşıtlığı sporuna sırtını dayamış bu ideolojik önyargılardan mülhem Rusçuluk ve Putincilik, önceki gün gelen acı bir haberle sınanıyor bir kaç gündür.
Türkiye’nin Rusya ile vardığı anlaşmalar gereği İdlib’de olan Türk askerlerine, Esad’a bağlı güçler saldırdı ve 7 askerimiz şehit oldu. Saldırıyı tam olarak kimin yaptığı bile belirsiz. Ama neredeyse bir Rus kolonisi olmayı kabul ederek iktidarını koruyan Esad’ın, Rusya’ya sırtını dayayarak bunu yapabildiği açık.
Nitekim, İran, Suriye ordusunun kendi toprak bütünlüğünü korumak için operasyon yapma hakkı olduğunu açıkladı, Rusya ise hiç bir şey olmamış gibi sessizce Suriye ile İdlib operasyonlarına devam etti.
Peki uçan kuşu teröristlerle işbirliğiyle suçlayabilen, her fırsatta içinde şehitler ve bayrak geçen cümlelerle herkese parmak sallayan bu Rusyacılar ve Putinciler ne yaptı?
Türkiye tarihini neredeyse 2003’de Amerikan askerlerinin Türk askerlerin başına çuval geçirmesiyle başlatanlar, sanki Rusya’nın kontrolü altında 7 askerimiz şehit edilmemiş gibi meseleyi bir dış politika krizi gibi soğukkanlılıkla tartışmayı seçti.
Daha bir kaç hafta önce Suriye’deki askeri operasyonların hepsini meşrulaştıracak hamasi argümanlar üretenler, sorunun diplomasiyle çözülmesini tavsiye etmekte birbirleriyle yarıştılar.
Putin’in çevresini sarmış Siyonist lobiyi, onu dinlemeyen Rus derin devletine bağlı generalleri, hatta Netanyahu’yu suçlayanlar çıktı, askerlerimizi Suriye ordusuna sızmış YPG’li teröristlerin öldürmüş olabileceği gibi büyük istihbari uydurma bilgiler bile ileri sürüldü.
Ama en trajiği, yıllardır Türkiye’nin NATO üyeliğini sorgulayan bazı uzmanların, bu olay üzerine NATO’yu göreve çağırması oldu.
Tabii ki askerlerimizin İdlip’te olmasının sebebi, Rusya ile Halep’in Esad güçlerinin eline geçmesi sırasında varılan anlaşma.
Türkiye’nin o anlaşmayla Suriye’deki silahlı grupları silahsızlandırmak gibi bir görevi üstlenmesi vakit kazanmak için o gün yapılmış tehlikeli ve mantıksız bir işti.
Zaten Türkiye’nin, Suriye’deki bütün meselesinin oradaki YPG yapılanmasıyla mücadele olduğunu ortaya koymasından, Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunduğunu söylemesinden sonra oradaki askeri varlığı da tartışmalı hale gelmişti.
İdlip’te Rusya’nın ve Suriye’nin hastaneleri, çocukları da rahatlıkla kapsayabilen, geniş terörist tarifiyle Türkiye’ninkinin uyuşmayacağı belliydi.
Ama Türkiye’nin İdlip’te toplanmış ve tek çıkışları olan Türkiye’ye doğru hareket edecek milyonlarca insanla ilgili meseleyi Rusya ile anlaşarak çözemeyeceği, Suriye’de Batılı müttefikleri devre dışı bırakarak Rusya ile baş başa kalmanın Türkiye’nin aleyhine dönebileceği de zamanında çok yazıldı.
O yüzden bu kötü denklem ve sıkışmışlık içinde yedi askerimizin Esad rejimi güçleri tarafından öldürülmesi sonrası Türkiye’nin yapabileceklerinin maalesef bir sınırı vardı ve Türkiye’nin de bu sınırı geçmemesi de doğru oldu.
Bu saldırıyı yapan Esad güçlerine cevap verildiği ve intikamlarının alındığı açıklandı ama böyle bir durumda Türkiye’nin esas muhatabı olan Rusya’dan bir kınama bile istenemedi.
Nihayet çok önceden ayarlanmış Ukrayna ziyareti dönüşünde televizyon spikeri Pelin Çift’in sorusuna Cumhurbaşkanı şöyle cevap verdi:
“Pelin Çift: Tabi ki bu şehit haberleri hepimizin yüreğini yakıyor ve İdlib’de verilen sözler tutulmadı. Rusya ile bu manada bir gerginlik yaşıyoruz ama bir taraftan da şöyle bir durum var. Mevcut iş birliği ve S400 alımı konusunda da yaptırımlar söz konusu. Bu noktada Rusya’ya bir mesaj vermek ister misiniz? Ne söylemek istersiniz?
Erdoğan: Bizim Rusya ile şu aşamada bir çatışma ya da bir ciddi çelişki içerisine girmemize gerek yok. Bunu niye söylüyorum? Biliyorsunuz bizim şu anda Rusya ile çok ciddi stratejik girişimlerimiz var. Bunlardan bir tanesi, özellikle de çok kararlı şekilde başlattığımız nükleer enerji meselemizdir ve rakam orada çok çok ciddidir. Şu anda onun inşa süreci devam ediyor. 300’ün üzerinde mühendisimiz Rusya'da yetiştirildi ve bunlar yetiştikçe de gelip burada çalışmaya devam ediyorlar. Bu bir defa önemli. İkincisi, Türk Akım Projesi de çok büyük önem arz ediyor.... ve oradan malum Avrupa'ya geçiş var. Bir diğer adım, şu anda doğalgazımızı, bildiğiniz gibi çok ciddi bir oranda Rusya'dan alıyoruz. Bu da bizim için önemi ifade ediyor, çünkü stratejik bir yatırım.... Tabi Rusya ile turizm noktasındaki ilişkilerimiz de iyi bir noktada. Malum, birinci sırada Rusya. Almanya ikinci sıraya düştü. Bunlar bizim için önem arz ediyor. Bu bakımdan bunları biz görmemezlikten gelemeyiz. Onun için de tabi her şeyi oturacağız konuşacağız. Öfke ile değil… Çünkü öfke ile kalkan zararla oturur. Ama tabi nerede öfke, nerede zarar bunların da tespitini yapmak, istişare ile kararını vermek önem arz ediyor. Şu anda durum bu.”
Maalesef durum bu.
Bazıları çabuk unuttu ama 2015’de uçak düşürülmesi krizi üzerine sadece turizm iptalleriyle, meyve ve sebze alımını kesmekle kalmamış, Moskova’da Rusya Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı’nın ortak basın toplantısında, Cumhurbaşkanı ve ailesini IŞİD’le petrol ticareti yapmakla suçlamış bir ülkeden bahsediyoruz.
Son olaydan sonra da hemen Rusya’nın resmi haber ajansı TASS ve diğer bazı resmi bazı haber sitelerinde Türkiye’nin İdlip’te El Nusra’yı desteklediği yolunda Türkiye’de de çok yapılmış itirafçı ifadeleriyle haberler yayınlandı.
Yani ABD’yle, Fransa’yla, Almanya’yla kavga etmenin maliyetiyle, Rusya gibi otoriter bir rejimle yönetilen, kendisini bağlayan hukuki ve demokratik sınırları olmayan bir ülkeyle kavga etmenin maliyeti aynı değil.
Çocuksu bir Batı-karşıtlığı güdüsüyle, Türkiye’nin dış politikada kurduğu altın dengenin bozulmasına destek olanlar, Rusya’nın kriz anlarında ne kadar “pisleşebildiğini”, böyle bir Rusya ve Putin’le Türkiye’yi Suriye gibi bir yerde baş başa bırakmanın ağır maliyetlerini herhalde görmüşlerdir.
Suriye meselesi, en başından itibaren Türkiye’nin ideolojik önyargılarla dış politika yürütme gibi bir lüksü olmadığını pek çok acı tecrübeyle hem iktidara hem de muhalefete göstermiş olmalı.
Türk askerine dönük herhangi bir saldırı olmadan Suriye’deki Kürt bölgelerine karşı başlatılan askeri operasyonlara asker yazılanların, yedi askerimizin şehit edilmesi sonrası, olayın failleriyle diyalog, teenniyle hareket tavsiye eden diplomatlara dönmesi de vatanseverliğin kimsenin tekelinde olmadığının, dış politikada yanlış kararlara karşı çıkmanın da vatanseverlik olabileceğinin somut bir göstergesi oldu.
Yaşadığı ülkeyi ideolojik önyargılarıyla dar bir yere hapsetmek de vatanseverlik olmasa gerek.
Hala toz konduramadıkları Putin’i etrafındaki Siyonist lobilerin, danışmanlarının, generallerinin yanlış yönlendirdiğini söyleyecek kadar şirazesini kaybetmişler dışında, herhalde artık bu çıplak hakikati anlamayan kalmamıştır.