Mücahit Gültekin yazdı;
"Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” diye meşhur bir sözümüz var, malum. Bu söz suçu köye atıp, söyleyeni temize çıkarmak için sık sık tekrar edilir. Gerçekten böyle midir? İnsanlar doğrulardan, en azından bazı doğrulardan hoşlanmaz mı? Yoksa buradaki sorun “söyleyen”le mi ilgilidir? Doğruları mı kovarlar, yoksa söyleyeni mi? Her ikisinin de rolü var sanırım.
İnsanların söyleyenden bağımsız olarak “doğruların” karşısında durabildiğini tarih pek çok kez kayıt altında almıştır. Doğrular bazen -hatta çoğu zaman- arzularımızla çatışır. Tarih boyunca peygamberlere gösterilen direncin ana sebeplerinden biridir bu. Peygamberler kavimlerine genelde onların arzulamadıkları, duymaktan pek de hoşlanmayacakları şeyler söylemiş. Ama bunu “arzulanmayan” bir şekilde yapmamışlar; kırıp-dökmeden, incitmeden “hikmetle ve güzellikle” söylemişler. “Söyleyen” ve “söyleme üslubu” söyleneceklerin önünde engel oluşturmasın diye azami bir hassasiyet gösterilmiş. Artı bir de, doğruların doğallıkla uyumuna da dikkat edilmiş. İrrasyonel, insanın “yapamayacağı-kaldıramayacağı” şeyler istenmemiş. Yani çağıran, çağırma üslubu ve çağrı arasındaki ince dengeye azami dikkat gösterilmiş. Muhatabın idraki, alışkanlıkları, geleneği-göreneği de hesaba katılmış olabildiği kadarıyla. Ama yine de sonuç pek de istendiği gibi olmamış. Çağrının içeriği, anlayabildiğim kadarıyla, belirleyici olmuş. Çağrıyı sevmemişler insanlar; arzulamamışlar, hoşlanmamışlar. Yeterince düşünmemişler. Alışkanlıklarından vazgeçmek istememişler. O yüzden ne üslup etkili olmuş ne de çağıranın emin ve dürüst kişiliği. Ne Eyyüb’ün sabrı, ne İbrahim’in hilmi, ne Musa’nın heybeti, ne Şuayb’ın adaleti, ne Nuh’un azmi, ne Lut’un toleransı kavimlerinden eziyet görmelerine engel olamamış.
Ama tabii ki bir de işin, “söyleyen” kısmı var. Girişte belirttiğim gibi, “doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” sözü özellikle günümüzde “söyleyenin” problemini örtmeye yarayabiliyor. Söyleyen “kabalığını”, “hikmetsizliğini”, “kuralsızlığını”, “egosunu” kısacası kendi sevimsizliğini bir kenara bırakıp suçu köye/köylere atıyor. Kendini temize çıkarmak için dokuz köyün tamamını suçlayabiliyor. Bir defa olsun durup, “Acaba sorun bende olabilir mi? Niçin gittiğim her köyden aynı tepkiyi alıyorum!” diye sorgulamıyor. Sorgulamadığı gibi, “Zaten peygamberlere de aynısını yapmışlardı!” deyip, konforundan ödün vermiyor. Üstelik bu kıyasla nasıl bir haksızlık yaptığının da farkında değil. İbrahim’in hilminden, Eyyüb’ün sabrından, Lut’un toleransından bir nebze nasiplenmiş olsa bari…
Bu bakış açısı bir kez yerleşti mi, onuncu köyde nasıl karşılanacağı neredeyse başından bellidir. Artık kişi/grup kendini temize çıkaracak bir algoritmaya sahiptir. Hangi veri girerse girsin, benzer ya da aynı sonuçlar çıkacaktır. Hep köy suçlu, hep kişi doğruyu söylediği için temizdir. Bu bakış açısı insanı giderek daha fütursuz, daha pervasız, daha patavatsız yapar. Hatta bu fütursuzluk/patavatsızlık/pervasızlık bir erdem gibi de algılanmaya başlanır. Adeta kovulduğumuz köylerin sayısı, erdemliliğimizin bir kanıtı gibi görülür. Böylesi kişiler/gruplar pervasızlıklarını “tebliğ”, kabalıklarını “dobra olmak”, patavatsızlıklarını “doğallık” gibi algılayıp, böbürlenir.
Kur’an belki de Yunus kıssasını bu yüzden bize anlatmıştır. Suçu köyde aramanın kolaycılığına kaçmayalım diye. “Bunlardan adam olmaz!” deyip, kendimizi ak-pak kılmayalım diye. “Acaba sorun benim aceleciliğim, sabırsızlığım, hikmetsizliğim olabilir mi?” sorusunu kendimize soralım diye.
Ne var ki insan genellikle kendini kayıran bir varlıktır. Sosyal psikolojide bunun üzerine pek çok çalışma yapılmış, kuramlar ortaya konulmuştur. “Aktör-Gözlemci Yanılgısı” bunlardan biridir. Aktör burada davranışı yapan, gözlemci ise davranışı değerlendiren konumundadır. Aktör davranışının sonuçlarını “dış faktörlere”, gözlemci ise aktörün sabit kişilik özelliklerine atfetme eğilimindedir. Örneğin anlattığı ders verimli olmayan bir hoca, sonucu “öğrencilerin dinlememesine, başka şeylerle ilgilenmesine, sınıfın fiziksel koşullarına vs.” bağlarken, öğrenciler hocanın “bilgisizliğine, derse iyi hazırlanmamasına, umursamazlığına” vs. bağlayabilirler.
Kurama göre, bu yanılgının nedenlerinden biri “algısal dikkat” olabilir. Yani aktörün dikkati çevresine, gözlemcinin dikkati ise gözlemlediği aktöre odaklanmaktadır. Örneğin dersi anlatan hoca doğal olarak kendisine değil, öğrencilerin davranışlarına daha çok dikkat eder; telefonuyla oynayan, dışarıya bakan, uyuklayan öğrenciler dikkatini çeker. Malum, “göz kendini görmezmiş” diye bir söz var. Ancak bu kişilere kendi davranışlarını dışarıdan gözlemleme, diğer bir ifadeyle “kendilerini görme” imkânı verildiğinde düşünceleri değişebiliyor. Sonuçların nedenlerini içsel faktörlere bağlayabiliyor.
*
Kuşkusuz hem çağıran hem de çağrının muhatabı bir çağrının nasıl sonuçlanacağı üzerinde sorumluluk sahibidir. Diğer bir ifadeyle öğretmen de, öğrenci de dersin veriminden sorumludur. Ama sorumluluğun büyük kısmı kanaatimce çağrıda bulunana düşüyor. Çağrıda bulunan sorumluluğunu “olabildiğince” yerine getirmişse, hesabını-kitabını iyi yapmış; usule, üsluba, bağlama, muhatabın özelliklerine gereken hassasiyeti göstermişse dönüp köye bakabiliriz. Ama bunu yapmadan, “doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlarmış!” sözüne sığınmak, onuncu köyde de benzer şekilde karşılanmaktan başka bir işe yaramaz. Kendimizi muhasebe etmek kovulmayacağımızın garantisi olmasa da, sorumluluğumuzun gereğidir.