Etyen Mahçupyan yazdı;
Kültürel ortamın insan hayatı üzerinde giderek belirleyici hale gelmesiyle, sıradan bizler ‘tutunacak dal’ arayışına girdik. Önce dinler, ardından ideolojiler bu işlevi yerine getirdi. Bilincimizin yetersiz kaldığı noktada, onu aşan bir büyük öğretinin kollarına sığınarak kendi varlığımıza ve yaşamımıza anlam verdik.
Derken egemen zihniyetlerin yıprandığı bir momente geldik. Dolayısıyla eski zihniyetin içinde şekillenmiş inançlar ve ideolojiler de hayatın sorularına cevap verememeye başladı. O zaman büyük meseleleri bir kenara bırakıp küçük dünyamızı ‘kurtarma’, endişeden uzaklaşma, benliğimizin hâlâ kıymetli olduğuna kendimizi inandırma ihtiyacı öne çıktı.
Çoğu kişi doğu mistisizmine, her türden tarikatlara, aslına bakarsanız tarikatlaşabilecek her türden akıma kayarak aşkın bir anlamlılığın peşine düştü.
Böylesi dönemler her toplumda kendine özgü yüzeysel ama toparlayıcı ‘kimliksel’ anlamlandırmaları da davet eder. Manayı iç dünyasında değil de toplumsal işlevinde arayan insanlar kendilerini belirli bir şekilde sunarak ve tasavvur ederek benliklerini yatıştırır. İlk bakışta seküler ve bireysel bir tınıya sahip bu kimliksel tutumlar arka planda bir kült dinamiğine oturur ve gevşek tarikatlar oluşturur.
Atatürkçülük söz konusu kült dinamiğinin Türkiye versiyonu…
Cumhuriyet’in kuruluşu sonrasında böyle bir akıma rastlamıyoruz. Çünkü ihtiyaç yok. Mustafa Kemal zaten tek adam rejimi kurmuş, istediği gibi ve birçoklarına göre ‘olması gerektiği gibi’ yönetiyor. Zamanının ideolojisi olan Kemalizm devletin de resmi dayanağı. Bu çerçevede ‘devrimler’ yapılıyor, sansür ve baskı uygulanıyor, nihayet Dersim’e kadar uzanan askeri harekâtla farklı kimliklere hayat hakkı olmadığı tescilleniyor…
Ancak bütün bunlar insanların bir bölümüne hiç de ‘kötü’ gelmiyor. Yapılması gereken zorunlu işler hükmünde ele alınıyor. Tek parti diktatörlüğü modernliğin ‘inşası’ için gerekli ve kaçınılmaz bir zemin olarak görülüyor. Yönetimin devletin kurucu unsuru olmasıyla başlayan bu süreç, dokunulmaz liderin siyaset-üstü hale gelmesiyle birlikte, bir süre sonra devleti siyasetin kurucu unsuru haline getiriyor.
Toplumun bir bölümü durumdan mustarip olsa da diğer kısmı ‘gönüllü çağdaşlara’ dönüşüyor. Toplumsal mobilizasyon devletin takipçilerini göreve davet ediyor… Ötekinin ehlileşmesi, cehaletten kurtarılması söylemi etrafında bir misyon yaratılıyor ve bu misyon kişileri kendi gözlerinde anlamlı kılıyor, onlara kamusal bir benlik zerkediyor.
Bu dönemde Kemalistler ve ötekiler var… Atatürkçülük yok. Çünkü inşa dönemindeyiz. Modernist sekülerler devletin ardından sürüklenirken kendilerini ötekilerden daha üstün görüyor, kendilerinden memnun oluyor ve devlete bağımlılığı bir rasyonalizm olarak kutsuyorlar.
Liderin ölümü sonrası üç merhale yaşanıyor… İlki 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi ve kamusal alanı sınırlı da olsa ötekilere açması ile tetikleniyor. Yüzyılın sonuna dek sürecek olan bu dönemde hâlâ esas tepki Kemalizm çerçevesinde veriliyor. Defalarca darbe yapılıyor, darbemsi girişimlerde bulunuluyor, muhtıralar veriliyor…
Ne var ki artık açıktan asker eliyle siyasete çekidüzen vermenin zorlaştığı da anlaşılıyor. 12 Eylül rejimi siyaseti hukuk sayesinde dizginlemek üzere adımlar atıyor ama bunun yeterli olmayabileceği görülüyor. Sivil desteğe, toplumsal sahiplenmeye ihtiyaç var. Nitekim Atatürkçü Düşünce ve Çağdaş Yaşam dernekleri aynı yıl içinde, 1989’da kuruluyor.
Refah Partisi’nin meşruiyet sınırları içinde taraftar artırdığı, ‘ötekilere’ özgüven aşıladığı izleniyor. Bu ağırlık göz ardı edilemez hale geldikçe kamusal alanda sivil bir ‘varoluş itirazı’ ortaya çıkıyor. Yani ‘ben farklıyım, üstünüm ve buradayım’ diyen epeyce kibirli bir ‘onurlu direnç’ tavrı. Modern, gelişmiş, bilgili ve (son kertede) ahlaklı olanın kamusal alanı savunmak üzere kendini ortaya atması… Atatürkçülük esas olarak bu.
Sivil bir hareketlilik ve başından beri de öyle. Kemalizmden farklı… Yönetmek ve değiştirmekten ziyade kendi alanını, kimliğini, onurunu, özsaygısını koruma amaçlı. Kemalizm müdahaleci bir ideoloji, Atatürkçülük ise bir şikâyet, dayanışma ve onur arayışı. Savunmacı bir psikoloji…
Bu elli yıllık sürede iktidarlar genelde ‘sağda’, Kemalizm’in karşısında yer alsalar da Atatürk’e karşı değiller. Ama bu tutumları modernist sekülerlerce sahte bulunuyor, riyakârlık, (giderek) takiye olarak görülüyor. Atatürkçülük siyasete getirilen siyaset-üstü bir norm anlamı kazanıyor ve bu sayede Atatürkçülerin benliğini okşuyor.
Böylece Atatürkçülüğün onu Kemalizm’den ayıran belirleyici özelliğine geliyoruz: İdeolojisizlik. Tabii ki Atatürkçüler kendilerini böyle görmüyor, hatta Atatürkçülüğün gelişmiş ve derinlikli bir çerçeve sunduğuna inanıyor da olabilirler… Ama Atatürkçülüğün esas çekiciliği ideoloji-üstü bir doğruyu yakalamışlık duygusu vermesi.
Bir yanda acilciliğin verdiği enerji, diğer yanda siyasetin üstüne çıkıp insanlıkla ilgili kaygıları taşımanın gururu… Modernliğin, aklın, aydınlığın, aydınlanmanın yolunda yürüyor olma hissinin rahatlatıcılığı… Laiklik bu duygusal arka planın siyasallaşmış önermesi olduğu için fazlasıyla dikkat çekiyor, ama işin ilginç kısmı söz konusu arka planda.
Atatürkçülük ideoloji-üstü bir tutum olduğu ölçüde kendisini doğal olarak besleyen bir fikirsel zemine sahip değil. İdeolojiler için böyle bir sorun yok. İdeoloji kendinizi her an her duruma uygun cevaplar sunan bir öğreti ile tahkim etme şansı veriyor. Oysa Atatürkçülük öyle değil ve dolayısıyla sürekli beslenmesi gerekiyor.
Bu nedenle Atatürk’e atfedilen çoğu uyduruk ‘önemli sözlerin’, O’nun çocukluğu ve ileri görüşlülüğü ile ilgili naif hikâyelerin, hedef ve amaçlarının ulviliğine ilişkin inanışların, bu hedefleri nasıl sarsılmaz bir irade ile tek tek gerçekleştirdiği klişesinin şaşırtıcı bir tarafı yok. Atatürkçülerin bunlara ihtiyacı var… Atatürk’ün fiktif olarak yeniden yaratılmasına, pürüzsüz bir hayat sürmüş olmasına, çocukken görüp olgunken yapan adam olmasına ihtiyaçları var…
Çünkü bu sayede Atatürk Atatürkçülerin ‘cisimleşmiş ortak iradesi’ olarak tasavvur edilebiliyor. Bugünün Atatürkçüleri kendilerini yaşamadıkları bir dönemin kişisi ile özdeşleştirebiliyor, onunla ideolojiyi aşan bir ‘ruh bağı’ kuruyorlar. Ve de bu sayede bugün artık yaşamayan bir kişinin idealize ettiği Türkiye’yi kendi idealleri olarak sunmaktan gocunmuyorlar.
Buna karşılık Atatürk’ün somut davranışları, gerçek düşünceleri, ideolojik bakışı ve hepsinin temelindeki zihniyeti hiç sorgulanmıyor. Buralardan çok olumlu gözlemlerin çıkmayacağı sezgisel olarak biliniyor. Böylece bariz çelişkilerin görmezlikten gelinmesi, farkında bile olunmaması mümkün hale geliyor. Bu bilinçli bir bilgisizlik hali değil… Bilince taşınmadan bastırılan bilinçdışı bir savunma dürtüsü.
Atatürkçülerin çocuk kalması, siyasi ergenliği aşamaması, hatta bunu gurur vesilesi yaparak bayramlarda ilkokul çocukları gibi önlük giyip ortalıkta dolanmaları birçoğumuza utanç verici gelebilir. Ama belli ki onlar için değil… Çünkü onlar zamanı durduran hiç bitmeyecek bir çocukluğun özlemi ile yaşıyor, benliklerini liderlerinin zamanı aşan (ilelebet geçerli olacak) olgunluğunda ‘doyuruyorlar’.
Bu elli yıl Atatürkçülüğü bir kült olarak şekillendirmiş gözüküyor. 2000’e gelindiğinde ritüelleri, söylemleri, nasları ve davranış kalıpları ile görünce tanınan ve ortak kimlik oluşturan bir kültürel kalıp (‘meme’) ile karşı karşıyayız. Türkiye’ye özgü, siyaseti etkileyemeyen ama ‘siyaset-üstü doğruların’ hizmetinde, kibirli ve hafiften nörotik bir sivillik hali…
İkinci dönem 2000-2015 arası, esas olarak AK Parti iktidarında geçen süre… Atatürkçülerin bakışıyla ‘Dinci’ yönetim devleti ele geçirmiş, kamusal alanın kaleleri tek tek düşmüş, Atatürk’ün Cumhuriyet’i bitmiş… Bu durum geçmişin sağ iktidarlarından farklı. O zamanlar devlet güçlüydü ve gerektiğinde siyasete ayar veriyordu. Ama 2002 sonrası devlet zayıf. Nitekim bütün darbe girişimlerine, hukuk oyunlarına, muhtıralara rağmen AK Parti oyunu artırmayı ve iktidarını sürdürüyor.
Öte yandan garip bir gelişme de oluyor. Cumhuriyet mitinglerine giden Atatürkçüler yanlarında bayrak sallayan başörtülü kadınlar görüyorlar. İslami kesimde Gazi’nin sahiplenilmesine tanık olunuyor. Sonuçta ülkeyi kâfirlerin elinden kurtaran, ezanların susmamasını sağlayan O… Atatürk kısa bir sürede sosyolojik çeperin meşruiyet kaldıracına dönüşüyor.
Eski (asıl) Atatürkçüler bireysel, romantik ve savunmacı bir kimliksel (modernist laik) direnişi temsil ederken, yeni Atatürkçüler bağımsızlığı öne çıkartarak küresel dünya karşısında Atatürk’ü bir toplumsal direnişin metaforu olarak görmeye başlıyorlar.
Çeperden gelen ‘ötekiler’ Atatürk’ü böylece siyasileştirerek kendilerini Kemalizm karşısında tahkim ediyor. Oysa asıl Atatürkçüler kendilerini siyaset-üstü ve kültürel olarak tanımladıkları ölçüde siyaset dışı ve edilgen kalıyor.
Bu dönem Atatürkçülerin alabora olduğu yıllar. Bazısı ulusalcılığa kayarak dindarların Atatürk algısıyla uzlaşıp yüzünü ‘emperyalizmle savaşa’ dönüyor. Ancak Atatürkçülerin büyük çoğunluğu çaresizliğin girdabında kayboluyor. Kendi melankolik ve depresif bireysel hayatlarına dönüyor, ülkenin her gün daha kötüye gittiğine inanma ihtiyacıyla yaşıyor ve bu yalnızlık onları Atatürk’e daha da bağlıyor.
Çünkü nihayette değişmeyeceğinden, ilelebet aynı ve pürüzsüz kalacağından emin olunan tek değer Atatürk’ün kendisi. Söz konusu çaresizlik ritüelleri, yüzeyselliği ve öfkeyi artırıyor. Öyle ki Atatürkçülük ilk kez bir ‘sivil siyaset’ görünümü kazanma potansiyeli ediniyor. Neye karşı olduğunu bilen, karşı olduğu şeye karşı direnme iradesine sahip öfkeli bir duygu birlikteliği… İdeolojik derinliğe ihtiyaç duymayan, (zamanın ruhuna da uygun olarak) ortak duyguya kendiliğinden siyasi hüviyet kazandıran bir kült pratiği…
Ancak bu potansiyelin işlevsel olmasına imkân vermeyen bir gelişme yaşanıyor. 2016 yılındaki Gülenci darbe girişimi denklemleri yeniden ürettiği ölçüde Atatürkçülüğün üçüncü dönemine de beklenmedik bir damga vuruyor.
Darbe sonrası gelen bürokratik temizlik ve Cumhurbaşkanlığı Sistemi’yle birlikte, Erdoğan ile devletin etkili kanadı arasında bir koalisyon kuruluyor. Laikliğin anlamsızlaştığı, daha muğlak ve kapsayıcı bir milliyetçiliğin öne çıktığı, ana siyasi değerin ‘bağımsızlık’ olarak şekillendiği bir döneme geçiliyor. Kemalizm gücünü tümüyle yitirmiş durumda… Artık arkada güvenebileceğiniz bir devlet ya da kurum yok… İttihatçılık yükselişte.
Böylece Atatürkçülük Kemalizm’in gölgesinden kurtuluyor ve kendisini siyaseten tanımladığı bir öteki karşısında konumlandırıyor: Devleti ele geçiren despotik taşra dinciliği. Ne var ki bu ayakları yere basmayan, ülke gerçeğinin farkında olmayan bir kendini kandırma enerjisi. Çünkü İttihatçılık ‘despotik taşra dinciliğini’ önemsizleştiren, hatta normalleştiren bir ideolojik örtü. Asıl siyasi dinamik İttihatçılığın Kemalizm’i kadük etmesi…
Bu nedenle Atatürkçülük bir türlü ‘siyasi’ olamıyor. Ve ironik olarak belki tam da bu sayede herkes Atatürkçü olabiliyor. Giderek yüzeysel, geçirgen, duygusal bir sivil paydaşlığın adı olarak yerleşiyor. İşin ilginç yanı bu özelliği ile İttihatçılıkla da bağdaşıyor.
Gelinen noktada Atatürkçülük kişinin benliğini ve farklılığını besleyen, olması gerektiği gibi olduğunu ona ‘kanıtlayan’ bir psikolojik eğilim. Birçok Atatürkçü için bir ihtiyaç… Çünkü çocukluğunu sürdürürken büyümüşlük hissi veriyor, çaresizliğin içinde kaybolma tehdidini ‘zamanı aşan doğrulara’ sahip olma duygusu sayesinde izale ediyor.
Dolayısıyla tanımadığınız birini özlüyor, artık yaşamayan birinin izinden gitmek istiyor, o kişiye ölümsüzlük payesi vermek istiyorsunuz. Nihayette kendinizi edilgenlikten kurtulmuş olarak, siyaseten etkili, ideolojik olarak doğru yerde tasavvur etme ihtiyacınız var.
Ama hayat acımasız… Atatürkçülük takipçilerinin çocuk kalmasını cazip kılıyor ve Atatürkçüler de kendilerini kandırmaya fazlasıyla teşne… Meydan da her dönem başkalarına kalıyor.