Türkiye’de kadına şiddet had safhada. Her gün bir yerlerde kadınlar, hayatlarını, babaları, abileri, eşleri, sevgilileri elinde kaybediyorlar. Ölmeyip kendilerine karşı gösterilen şiddetten sağ kurtulanların sayısı çok daha fazla; onlar da her an yeniden aynı şiddete maruz kalıp bu kez öldürülmenin endişesini yaşıyorlar.
Yüzüne kezzap atılanlar da var.
Sergilenen bu şiddet olaylarının bazısı ‘namus cinayeti’ gibi gerçeği ters yüz eden bir isim de taşıyor.
Namussuzluğun adı ‘namus’ diye takdim ediliyor.
Ülkemiz böyle bir ülke olmayı hak etmiyor.
Daha ağır geleni, şiddete başvuran, döven, vuran, sakat bırakan ve öldürenlerin ‘anlayışlı’ yasa maddeleri sayesinde hak ettikleri cezaları almamaları, çeşitli indirimlerden yararlanmaları, cürümlerinin hemen ertesinde ellerini kollarını sağlayarak insan içine karışmalarıdır.
Cürümlerini tekrarlamak üzere…
Böyle bir Türkiye tablosu varken ve yasaları bu durumdan kurtulmayı getirecek değişikliklere tabi tutmak gerekirken, sanki ülkeyi çağın dışına iten kadına şiddet olayları yaşanmıyormuş, her yer günlük güneşlikmiş gibi davranılıyor.
Kadını erkeğiyle eşit bir eş, saygı duyulması gereken bir cins ve toplum hayatında değerini daha kolay ispat edebilecek bir varlık olarak tasarlayan uluslararası bir sözleşme işte böyle bir zeminde, iptal edilmesi istenerek, tartışmaya açılıyor.
Hem de bizim ülkemizin öncülüğünü yaptığı, Avrupa Konseyi’nin üye ülkelerince uygulamaya konulması amacıyla imzaya açtığı, BM’nin de benimsediği sözleşme, ilk kez en değerli kentimizden dünyaya duyurulduğu için ‘İstanbul sözleşmesi’ adını taşıdığı halde…
Anlaşılır gibi değil.
Günlerdir, tartışmanın taraflarının açıklamalarını takip etmeye çalışıyorum, aklıma en sık gelen, ‘ayıp’ sözcüğü oluyor.
Konunun bugünün gerçeği apaçık karşımızda dururken tartışılmasını ‘ayıp’ buluyorum.
Tabii tartışmaya ‘ayıp’ ifadeler de karışıyor…
On yıl geçti aradan
Uzun adı ‘Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’ olan metin, 2011 yılında ilk İstanbul’da imzalanarak dünyaya duyuruldu. Bir yıl sonra da TBMM metni görüştü ve sözleşmeyi onayladı.
Aradan geçen onca yıl içerisinde, şimdi bağıra çağıra sözleşmeyi ‘tehlikeli’ bulanların ‘tehlike’ olarak gördüklerini ileri sürdükleri hiçbir ‘yeni’ aykırılıkla karşılaşılmadı. Aile birliğini bozan, erkekleri erkeklikten kadınları kadınlıktan uzaklaştıran olaylar yaşanıyor ve buna sebep aranıyorsa, onlar için ‘sözleşme’ metnini suçlamak yerine, kendi psikolojimizi, kendi sosyolojimizi gözden geçirmeliyiz.
Sorun sözleşmede değil bizde.
Madem gerçeği aramaya başladık, tartışmanın şimdilerde -imzadan dokuz, onaydan sekiz yıl sonra- başlamasının sebepleri üzerinde duralım.
Sözleşmeye karşı çıkanları, eşlerini döven, kız çocuklarına hangi yaşta ve eğitimde olursa olsunlar ‘korunmaya muhtaç’ gözüyle bakan tipler olarak tanımlayamayacağımıza göre, çıkışlarının ardında çok daha başka sebepler aramamız şart.
Karşı çıkanların ağzında İslam dini çokça kullanılsa bile, sözleşmede bu itirazı hak eden bir unsur yok. Hz. Peygamber’in hanımlarından başlayarak, kadın, İslam dininin sağladığı kolaylıklar sayesinde, sosyal hayatın en merkezi yerinde yer alabilmiş, ekmeğini kazanabilmiş, ilgi duyduğu alanda yükselebilmiştir.
Bedel ödetiliyor ve belki de…
Tartışmanın din ile bir ilgisi yok. Geçiniz.
Din ile ilgisi yok, ancak kendini dindar sayanlarla ilişkisi var.
En çok da siyasi hayat içerisinde bulunan, siyasete ağırlık koymak isteyen, çıkışıyla “Ben de varım” mesajını vermeye çalışan erkeklerle…
Geçenlerde bir ilahiyat profesörünün belirli çevrelerin siyasete ağırlık koyma girişimine dikkat çekmek için “Binlercesi geliyor” uyarısında bulunması üzerine kopan farklı tartışmayı hatırlayın. ‘İstanbul sözleşmesi’ işte o çevrelerin bazılarına iktidara olan yakınlıklarını hatırlatma fırsatı yerine geçiyor.
“Bizi unutma” mesajı…
İktidar ‘İstanbul sözleşmesi’ni imzaladığı dönemlerin ardından girdiği yeni yolda, son sekiz-on yıl içerisinde kurduğu ittifakların kapısına dayattığı bir sorunu yaşıyor bugün: İttifakın tarafları, iktidara, hem de en tepeye, “Biz senin doğal çevrenden, en yakınlarından daha önemliyiz” demenin yolunu ‘İstanbul sözleşmesi’ eleştirisi arkasına sığınarak bulmuş görünüyor.
Bedel ödetme çabası bu. Belki de bedel tahsil etme…
Aksi halde, sözleşmenin ilk gündeme geldiği dönemlerde, metnin hazırlandığı on yıl, imzalandığı dokuz yıl ve TBMM’de onaylandığı sekiz yıl öncesinde hiç gündeme gelmemiş itirazların bugünlerde iktidarı sarsacak boyutlara ulaşmasının bir anlamı olabilir mi?
İtirazcılara bakın, ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız.
[Bir başka sebep daha var. Onu da yarın yazabilirim.]