Fransız edebiyatçı Robert Brasillach, 1939 yılında yayımlanan “Les Sept Couleurs” (Yedi Renk) adlı romanının başlarında 1920’lerin ikinci yarısında Paris sokaklarını tasvir eder.
Brasillach o yılları şöyle özetlemektedir:
O dönemler halkların barışmasına, evrensel demokrasiye, Alman Cumhuriyeti’ne, hitabet sanatına ve Milletler Cemiyeti’ne duyulan güvenin kuvvetli olduğu dönemlerdi. Bazı gençler sanayi devrimleri, akademik konseyler ve Orta Avrupa’nın küçük cumhuriyetleri için hevesleniyorlar, ateşleniyorlardı.
Romanın ana karakteri olan Patrice, genç yaşına rağmen yakın geçmişin nostaljisiyle yaşamaktadır. Başka bir deyişle yaşından evvel yaşlanmış ve çocukluk çağında dünyada esen politik rüzgarları kaçırmış olmanın verdiği ıstırapla yoğrulmaktadır.
Sevgilisi Catherine ile romanın henüz ilk sayfalarında ettiği bir sohbet kapsamında Patrice, hissiyatını şu sözlerle izah etmeye gayret eder:
Rus devrimini, Polonya-Sovyetler savaşını, Mustafa Kemal’i, Roma’ya Yürüyüş’ü kavramak için çok toyduk. Bugün dümdüz ve gülünç bir çağda yaşıyoruz. Siz bunu ilginç buluyor musunuz?
Brasillach, Patrice karakteri aracılığıyla aslında 1920’lerin özellikle Avrupa gençliğindeki tatminsizliğini, “ruh çilekeşliğini” ve tecrübe edilen inançsızlığı, belki de yeşeren derin nihilizm krizini çok ustaca anlatmıştı.
Robert Brasillach’ın “Yedi Renk” adlı romanının kapağı
1920’lerin ortalarında Birinci Dünya Savaşı’nın – o dönemin meşhur tabiriyle “son savaşın” – sona ermesinin aşıladığı mutluluk ve huzur, insanlığa yalancı bir bahar vaat ediyordu adeta.
Merkez demokrasiler meşruiyetlerini inşa etmeye gayret ediyor, pasifist hülyalar zemin kazanıyor ve sanatsal-teknolojik kalkınma yeniden bir sıçrayış perspektifiyle ilerliyordu.
Oysa bu olumlu atmosferin yanında bir de alttan alta kaynayan bir kazan söz konusuydu. Birinci Dünya Savaşı bazı kesimlerin ve halkların damağında fevkalade acı bir tat bırakmış, siperlerde edinilen deneyimler ise yepyeni ufuklar açmıştı.
Dahası, Rus devrimi, Roma’ya Yürüyüş vb. olaylarla birlikte imparatorluklar aleminde gerçekleşmesi tasavvur dahi edilemeyecek siyasî-sosyal devrimlerin mümkün olduğu ve ete kemiğe bürünebileceği kanısı yerleşmişti.
Liberalizmin yenilgisi ve “yeni insan” arayışı
1929 buhranı, 1933 yılında Hitler’in Weimar Cumhuriyeti’ni tepetaklak etmesi, 1936 yılında Fransa’da iktidara gelen Halk Cephesi ve nihayet İspanya İç Savaşı bu anlamda Avrupa’da tabandan yükselen kimi sessiz kimi şiddetli hoşnutsuzluğu bambaşka bir boyuta taşımış, zaten kaynayan kazanı taşma noktasına getirmiştir.
Liberal-demokratik düzen, insanların ihtiyaçlarına karşılık verememiş, nizamını tanzim edememişti. 1920’lerde, tıpkı 2020’lerde olduğu gibi, söz konusu paradigma insanlara Brasillach’ın deyimiyle “dümdüz” bir felsefe teklif ediyordu.
Nitekim 1930’lardan itibaren ivme kazanan kudretli ideolojik eğilimlerin “yeni insan” düşüncesine başvurmaları ve bu anlamda neredeyse “antropolojik bir yenilenme” talep etmeleri boşuna değildi.
İnsanlar – aynı Patrice karakteri gibi – tekdüzeliğe ve sıkıcılığa mahkûm edilmeyi reddediyorlardı. Kaydedilen muazzam teknolojik gelişimin, sanatsal ve edebî aşırılığın, iletişim araçlarındaki genişlemenin karşısında inanacakları bir ideal arıyorlardı.
Liberal-demokratik düzen ise sanki her taraftan fışkırmaya hazır bu taşkın enerjiyi bastırmaya, hatta boğmaya yelteniyordu.
Avrupa’da sayıları hiç de hafife alınmayacak bir kalabalıkta Patrice’ler vardı. Kimisi “marjinal” etiketiyle damgalanıyor, kimisi de görünmezlik peleriniyle kuşanıyordu belki, ancak bu var olmadıkları anlamına kesinlikle gelmiyordu.
Söz konusu tipoloji, dar ekonomik şartlarda hayatını idame ettiren ve fakat aynı zamanda okuyan, yenilikler karşısında tüyleri diken diken olan, yaşı itibariyle Birinci Dünya Savaşı’nın ancak sonlarına yetişebilmiş, çevresinde gördüklerine ve yaşananlara duyarsız kalamayan ve zuhur eden yeni ideolojilerin hem sağ hem de sol versiyonlarına – en azından başlangıç aşamasında – eşit derecede ilgi duyan kitlelerden mülhemdi.
Birinci Dünya Savaşı’ndan galip ayrılan Avrupa ülkelerinde bu kitlenin arayışı ilk süreçte daha sosyal ağırlıklı iken, mağlup ayrılanlarda mercek daha ziyade milliyetçi söylemler üzerine tutuluyordu.
Her halükarda aslında mesele bir ve aynıydı: Bir şeye, bir kişiye, velhasıl bir “üst” ideale inanma ihtiyacı. “Din” kurumu yani Kilise, İmparatorlukların çöküşüyle birlikte nispeten etkisizleşmiş durumdaydı. Ne var ki seküler ideolojiler yükselişteydi.
Ancak söz konusu yükselişte dahi – tabiatı her ne kadar seküler olursa olsun – üstün bir manevî anlayışın izlerine rastlamak mümkündü.
1920’lerde çağın anlamsızlığı ve milyonlarca Patrice’in cevabı
Sosyalizm insanlara cenneti yeryüzünde vücuda getirmeyi önerirken, milliyetçilik sınıf çatışmasını alt etmek suretiyle diğer milletlerle rekabet edecek kuvvetli ve yarı-mitolojik vasıfta bir “ulusal birlik” şuurunu insanlara nüfuz ettiriyordu.
Sıradanlığın, gösterişsizliğin ve vasat pratiğin hakimiyetinden mütemadiyen dem vuran ve bu düzlemdeki “varoluşsal” iç bunalımın ağırlığı altında iki büklüm kalan milyonlarca Patrice için “yeni insan” ülküsü çok cazibeliydi.
Öyle ki, “düzlüğün” içinde yaşamayı tercih etmektense, birçoğu militan mücadeleye canla başla koştu. Basit sokak kavgalarından, gruplar arası irili ufaklı çatışmalardan yahut atışmalardan bahsetmiyorum. Total ve radikal bir angajmandı mevzubahis olan.
İtalya’da binlerce Patrice bu yüzden Kara Gömlekliler’e, Almanya’da ise Kahverengi Gömleklilere (SA – Sturmabteilung, “Taarruz Bölüğü”) katıldılar.
1934 yılında İtalyan Kara Gömlekliler / Fotoğraf: USHMM
Yine bu sebepten dolayı binlerce Patrice kollarına kızıl renkli bezler bağladılar. İspanya İç Savaşı’na hem sosyalistler hem de milliyetçiler bu bağlamda her iki cephenin de saflarına akın ettiler.
Sonrasında olanlar ise herkesin malûmudur. İkinci Dünya Savaşı, büyük yıkımlar, ölümler ve travmalar.
2000’lere doğru ve manasızlığın mana diktası
Gerçekte tarihçilerin önemli bir kısmının yaptıkları saptama yanlış değildir. İkinci Dünya Savaşı’nı büyük ölçüde Birinci Dünya Savaşı’nın tetiklediği, ara dönemdeki liberal fantezilerin ise bu nedensel zinciri bir anlamda yağladığı tespiti haklı ve doğrudur.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından dünyanın bir yarısı liberal düzlüğe dönüş yaptı. Diğer yarısı ise gitgide bürokratikleşti ve liberal kasvete benzer bir bezginliği kendi içinde sistemleştirerek muhafaza etti. Ta ki 1991 yılına kadar...
1991 yılı geldiğinde “Tarihin Sonu” ilan edildi ve “sıkkın toz pembelik” küreselleşmeye başladı.
Liberalizm ve akabinde neo-liberalizm ilahlaştırıldı. Nihayetinde liberal-demokratik ütopya “manasızlık” üzerine bina ettiği mana(!) standartlarını tüm dünyaya zorla dayatma evresine girdi.
Sonrası?
Sonrası yakın tarihtir ve gündemi üç aşağı beş yukarı takip eden herkes yaşananları biliyor.
Bugünlere gelelim. Bugün öyle bir çağı idrak ediyoruz ki, aslında bence 1920’lerden hiç de farklı değil. Aynı değil belki, doğrudur. Ancak çok farklı dersek de yalan söylemiş oluruz.
Kriz, yine iyi niyetli (!) liberal diktanın krizidir. Kriz, yine tekdüzeliğin, sıradanlığın, boşluğun ve dahi hiçliğin krizidir.
2020 yılına adım attığımız bu ilk günlerde insanların “daralmaları” 1920’lerin Patrice’inkilere nispetle oldukça benzerdir.
İnsanlar yine tutunacak bir dal, inanacak ulvî bir ideal, bir “üst-mana”, hatta belki de sırf bir “mana” arıyorlar. Bir “inanç” veya “inançsızlık” buhranına atıf yapmak olasıdır.
Ne var ki 2020 yılının hâli 1920’lerin hâline kıyasla biraz daha karamsar, biraz daha çaresizdir.
Nedeni ise çok basit: fikirsizlik.
Fikirsizliğin izdüşümleri
Fikirsizlik, fikre dair farkındalık eksikliği ve bu anlamda olgunlaşamamanın beraberinde getirdiği fevrilik -1920’lerin aksine- bu çağın en belirgin hastalığı ve şanssızlığıdır.
IŞİD gibi bir canavar terör örgütü boşuna büyümedi. Batı’dan ve kendi coğrafyamızdan bir sürü genç İslam’a dair “başlangıç seviyesinde” dahi sayılamayacak bir bilince dahi erişmeden savaşın içine boşuna atlamadı.
Bu gençleri IŞİD’in karanlığına sevk eden bahsini etmeye çalıştığım işte bu inanç kriziydi belki, evet. Ancak fikirsizlik bu tarzda binlerce insanı tam da inançsızlığı örgütleyenlerin planlarının tam ortasına savurdu.
Yine PKK-PYD gibi sözde “enternasyonalist-sol” bir taşeron terör örgütüne Avrupa’dan, içimizden ve dünyanın geri kalanından yüzlerce genç boşuna katılmadı.
İspanya İç Savaşı örneğinde olduğu gibi bir “anlam” fethetmek uğruna gitti çoğu. Ancak fikirsel cehaletleri onları yine, tıpkı IŞİD özelinde yaşandığı gibi, emperyalizmin kollarına, sol ve sosyalizmle hiçbir ilişiği olmayan bir çukura fırlattı.
Vaktiyle Bosna ve Çeçenistan’da, bugün Ukrayna’da, Afganistan’da, Irak’ta, Lübnan’da, Yemen’de, Libya’da, Latin Amerika’nın belli bölgelerinde ve dahi Afrika’daki çeşitli ülkelerde “yabancı savaşçı” kavramının gitgide popüler hâle gelmesini bir de bu açıdan okumak gerekir.
Ukrayna’da silahlı milliyetçi militanlar / Fotoğraf: Medium
Elbette bu örneklerin her birini kendi koşulları ve hususiyetleri açısından değerlendirmekte fayda vardır.
Şüphesiz ki hepsi dünyaya manasızlığı dayatan sisteme bilmeden-dolaylı yoldan yarar sağlamıyor ancak hepsi –ve bu neredeyse istisnasızdır– , tükenen-tüketilen “mana”nın arayışında olan kitlelerdir.
Mananın ne olduğu, iyi-kötü yahut doğru-yanlış olması fark etmiyor, “yeter ki bir mana olsun” görüşü hakimdir ve her insan, kendi değer yargıları istikametinde, bu mananın peşinden koşma gereksinimi hissediyor.
Bu durum onu akıl almayacak derecede gaddar yöntemlerle işlenen toplu cinayetlere ve hatta kendi ölümüne götürecek olsa dahi.
Liberal boyunduruğun 1990’lardan itibaren kendine “birinci düşman” olarak İslam coğrafyasını seçmesi şaşırtıcı değildir.
Hakikaten modern çağlarda “denenmemiş tek nizam” olması hasebiyle İslam, bu anlayışa hakkıyla muhalefet edebilecek yegane mevzilerden biriydi.
Yerleşik düzen İslam’la hem açıktan hem de gizliden savaştı. Açıktan imha ve “kötüleme” politikası izlenirken, gizliden de direnenleri veya direnmeye meyilli olabilecek olanları teslim aldı.
Şüphesiz ki İslam, dün, bugün ve yarın, daima bir direniş merkezidir. İçinde zulüm, fesat ve sömürü barındıran her görüş ve sisteme karşı büyük, yaşanabilir ve en önemlisi mutlak bir alternatiftir. Öyleydi, öyle ve öyle olacaktır.
Ancak bugün hem dış hem de iç etkenlerin etkisiyle geride yalnızca mazlum ve mahzun Müslüman yığınlar bırakıldı.
1920’lerin milliyetçilik ve sosyal adalet arkeolojisi: 2020’lere hangi miraslar?
1920’lerde olduğu gibi, bugün de milliyetçilik ve sosyal adalet arzusu büyüyor, kristalize oluyor. Lakin fikirsizlik zehri, en sağlıklı bünyeleri dahi abluka almış durumdadır ki, bu durum 1920’lerde yoktu.
Milliyetçiler milliyetçilik yapıyorlar ancak emperyalizme (anti-liberalizm ve anti-Siyonizm ile birlikte) layıkıyla reddiye sunamıyorlar.
Wall Street bankerlerinden, New York “entelijansiyasından” kopamıyorlar. Adaleti içtenlikle gözetemiyor ve “ulusal birliği” ayrımcılık yapmaksızın savunamıyorlar.
1920’lerde başarı sağladı diye aynı sürümle 2020’lerde başarı yakalanamayacağını anlamış değiller.
1920’lerde milliyetçilik dönemin hâlet-i ruhiyesini bütün siyasî, sosyal ve estetik açılardan kavrayabilmişken, 2020’lerin milliyetçiliği henüz kendi “yeni”sini keşfedememiştir.
Günümüz sosyalistleri ise, “enternasyonalizm” adı altında somut gerçekliklerden bütünüyle kopmuş durumdadırlar. Hâlâ Rosa Luxembourg’un durduğu yerde, köhneleşmiş sosyal demokrasinin izinden gidiyorlar.
Rosa Luxembourg 1907 yılında Stuttgart kentinde kalabalığa hitap ederken / Fotoğraf: Liberation School
Devrimcilik namına geride bir toz zerresi dahi bırakmadılar. Dahası, “milletler” verisine aykırı davranıyorlar. Ulusal özelliklere karşı kör, sağır ve dilsizler.
Bu hâlleriyle örneğin bir Mao Zedong’un, bir Enver Hoca’nın dahi gerisine düşmüş vaziyettedirler. “İnanç” faktörünü de ya hor görmekte ya da yok saymaktadırlar.
Milliyetçilik ile sosyalizm arasındaki geçirgenlik, üstü-kapalı da olsa diyalog ve karşılıklı etkileşim, 1920’lerin aksine, tamamıyla buharlaşmıştır.
Oysa o yıllarda insanlar çelişkilerden besleniyorlar, eklektik tarzdan kana kana içiyorlar ve bu anlamda fikrî doyumsuzluklarını bastırmaya çalışıyorlardı.
Gerçekten de 1920’lerde din (Kilise), milliyetçilik ve sosyalizm adı konmamış, tarifi tam olarak yapılamayacak ve bugünden bile doğru yorumlanamayacak bir “harmanlanma” süzgecinden geçmiştir. 20'nci yüzyıla damgasını vuran çoğu fikir, böyle kurgulanmıştır.
2020’lere girerken diyalektik gerekliliği
Ancak bugün kamplar öylesine keskinleşmiştir ki, “hain”, “kaypak”, “oportünist” yahut “hayalperest” yaftalarıyla karşılaşmaksızın farklı ilham kaynaklarına başvurmanız imkansızdır.
Avrupa’da -asırların entelektüel birikimi sayesinde- çok zayıf ve cılız da olsa, bu doğrultuda yeniden birtakım atılımlar gerçekleşiyor veya en azından tespit edilebilir hâle geliyor, ancak dünyanın geri kalanında hâlâ çok katı bir kutuplaşma hâli hâsıldır.
Zaten Türkiye’de de böyle değil midir?
İslamcı kendi mahallesindedir, milliyetçi kendi mahallesinde, sosyalist kendi mahallesinde. Aralarında asla bir fikir alışverişi, geçirgenlik, sentez arayışı veya “yeni” arzusu yoktur. Bırakın alışverişi, bir fikrî münakaşa zemini dahi kalmamıştır.
Evet, 1920’lerin ruhsal ıstırapları bugünkülere, 2020’lerin kavrulmasına benziyor.
Evet, 1920’lerdeki gibi milliyetçilikler, sosyal ve inançsal arayışlar var ve bunlar hız kazanıyor.
Ancak 1920’lerin diyalektik aklı, 2020’lerde şimdilik yok. Veya ben göremiyorum ve o zaman gören okuyucularımdan özür dilerim.
Krizden çıkmak, tekdüzeliği yenmek ve çağı anlamlandırmak ancak yeniliğe ve yenilenmeye açık olmakla, biraz da Brasillach’ın Patrice’i gibi düşünmekle mümkündür.
Umuyorum ki 2020 yılında kendi payıma bu düşünsel yenilenme gereksinime mütevazı da olsa bir katkı sunabilirim.
2020 yılının daha adil, daha özgür ve daha eşit geçmesi umuduyla...
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish