1909 Nisan’ında, 31 Mart (13 Nisan) Hadisesi sonrasında sevkedildiği sıkıyönetim mahkemesinde Bediüzzaman Said Nursî ironi yüklü güçlü bir savunma yapar ve beraat eder. İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi yahut Divan-ı Harb-i Örfî ve Said-i Kürdî (İki Musibet Okulundan Aldığım Diploma: Sıkıyönetim Mahkemesi ve Said-i Kürdî) başlığıyla 1911’de Ahmed Ramiz tarafından İkbal-i Millet Matbaasında basılıp yayınlandığında dönemin idaresi tarafından ‘yasaklı kitap’ kapsamına alınması, sözkonusu savunmanın içerdiği gücün ve etkinin bir emaresidir. Yaptığı bu savunma Bediüzzaman’ın sadece kendisini beraat ettirmemiş, haksız yere hapse atılmış ellinin üstünde kişinin de salıverilmesini sağlamıştır.
Said Nursî bu savunmasına, sıkıyönetim şartlarında sanki ‘cinayet işlemiş’ gibi bir muamele görmesine itirazla, ironik biçimde sözümona ‘onbir buçuk cinayet itirafı’ ile başlar ve ardından mahkemeye onbir buçuk soru yöneltir. Her bir ‘cinayet’ başlığı altında dile getirdikleri, Meşrutiyetin ilanından 31 Mart Hadisesi hengâmına kadar meşrutiyet, hürriyet ve adalet lehine yaptığı faaliyetlerdir. Meşrutiyetin lehinde olmak, istibdadın, zulmün ve tahakkümün karşısında olmak, adalet ve hürriyet için çaba göstermek eğer ‘cinayet’ ise, evet, Bediüzzaman’ın işlediği onbir cinayet ve bir de yarım cinayet vardır. Ve bu ‘cinayet’lerden üçüncüsü, ilan-ı Meşrutiyetin akabinde yaklaşık yirmi bin Kürd hamalın çalıştığı o günün İstanbul’unda hamal kahvehanelerini dolaşıp onlara meşrutiyeti anlatması; ‘gafil ve safdil olduklarından’ meşrutiyet aleyhine ve mutlak monarşiyi geri getirmek amacıyla kullanılmaları ihtimaline karşı ‘padişahla irtibatlarını tadil’ niyetiyle onları uyarmasıdır. Bu bir suçsa ve ‘cinayet’se, mahkeme hükmünü vermeli ve elbette cezasını çekmelidir!
Mahkemede, sözümona üçüncü cinayet itirafı faslında, hemşehrisi olan hamallarla yaptığı konuşmada kendilerine şunu söylediğini ifade eder:
“İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulmedenler, padişah da olsalar haydutturlar.”
Böyle sert ve keskin bir istibdat-meşrutiyet, zulüm-adalet ayrıştırması ile başlayan konuşmada dile getirilen diğer hususlar da dikkat çekicidir. Onlara meselâ “Bizim düşmanımız cehalet ve zaruret ve ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silahıyla mücadele edeceğiz” de demiştir Bediüzzaman. Sonrasında, milliyetçi tahriklere karşı da kendilerini uyarmış; Türkler, Kürdler ve Ermenilerin asırlardır süregelen ortakyaşamına ve kader ortaklığına dikkat çekerek, her ikisine karşı ‘kullanılma’ tehlikesine dikkat etmelerini öğütleyerek Ermenilerle dost olup Türklerle elele vermeleri gerektiğini söylemiştir. “Husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur” kaydını da düşerek…
Hamallarla yaptığı bu konuşmaların başında yer alan cümle, başlıbaşına dikkat çekicidir: “İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve şeriattır.” Bediüzzaman, hemşehrisi olan hamallarla diyaloga bu sözlerle başlar, çünkü onların dindarâne veya geleneksel hissiyatlarını manipüle eden birilerinin, “dindar birinin başta olduğu bir istibdat yönetimi meşrutiyetten daha iyidir” diye, “biz müslümanlar bugüne kadar saltanatla yönetilegeldik, meşrutiyet ise gavur icadı olarak bize geldi” diye, istibdadı şeriata uygun, meşrutiyeti ise şeriata aykırı imiş gibi göstererek onları meşrutiyet aleyhine kullanması pekâlâ mümkün gözükmektedir. İşte buna cevaben, istibdat ile meşrutiyet arasındaki tercihin sıradan bir seçim değil, zulmü seçmek ve adaleti seçmek keskinliğinde bir durum olduğunu ortaya koyar ve “meşrutiyet adalet ve şeriattır” diyerek, şeriatın belirlediği adalet ölçülerine aykırı düşen istibdat yönetimlerine karşılık meşrutiyetin meşruiyetini bilhassa vurgular. Zaten, işlediği birinci ve ikinci ‘cinayet’ler doğrudan bununla ilgilidir. İlk ‘cinayet’i, Meşrutiyet ilan edilince, sadâret vasıtasıyla çektiği altmış civarında telgrafla memleketindeki aşiretlere ‘hakikî adalet ve meşveret-i şer’iyeyi’ tazammun eden meşrutiyete sahip çıkmalarını tenbihlemesi; ikinci ‘cinayet’i ise Ayasofya, Bayezid, Fatih ve Süleymaniye camilerinde yaptığı konuşmalarla ulemaya ve medrese talebelerine meşrutiyetin meşruiyetine ilişkin şer’î delilleri ve ‘istibdadın şeriatla bir münasebeti olmadığını’ anlatmasıdır. Aynı şeyi İstanbul’daki sayıları yirmi bine ulaşan Kürd hamallara anlatmak suretiyle de üçüncü ‘cinayet’ini işlemiştir!
Bu ilk cümlesinden sonra Bediüzzaman’ın hamallara söyledikleri ise, deyim yerindeyse, yenilir yutulur cinsten değildir. Onun meşrutiyet ilan edilmiş de olsa başta bir padişahın olduğu bir zaman diliminde padişahlar hakkında söylediği bu ‘şartlı’ cümleyi, bırakalım başkalarını, onu takip iddiasındaki kişilerin bile çoğunun aradan geçen yüz küsur yıla rağmen bugün söylemeye cesaretinin olmadığı bir vâkıadır:
“Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulmedenler, padişah da olsalar haydutturlar.”
Bu söz, “padişahın halifemizdir ve ulu’l-emre itaatin mü’minlere farzdır” söylemi üzerinden, müstebit de olsa yöneticilere itaatle yükümlü olduğumuz şeklindeki, hemşehrisi hamalları da etkileyen anlayışa bir cevap niteliğindedir. Peygamber aleyhissalâtu vesselam, mü’minlerin her açıdan önderi olmuş, o hayatta iken mü’minlerin idarî-siyasî anlamda başında yine o bulunmuştur. Maamafih, o, bir önceki yazıda dikkat çektiğimiz üzere, Kur’ân’ın şûrâ/meşveret’ ve ‘istişare’ emrine en güzel şekilde uyarak bu görevini deruhte etmiştir. Nitekim, sahabilerin onun ahlâkına ve davranış kodlarına dair tesbitleri de içeren ‘şemâil’ rivayetlerinde dikkat çekilen bir husus, ‘insanların en çok istişare edeni’ olması, bir diğeri ‘yapması gereken görevi uygulamada kusur etmediği gibi, hakkın dışına da çıkmaması,’ bir başkası ‘haklarının gözetilmesi bakımından herkesin onun yanında birbirinden farksız,’ yani eşit olmasıdır. Yani Peygamber aleyhissalâtu vesselam, Kur’an’da Allah’ın emrettiği şekilde, adaleti ve meşvereti esas alarak yöneticilik yapmıştır.
Adalet ve meşveret Peygamberin vazgeçilemez, reddedilemez sabit bir ilkesi ise, Peygamberden sonra mü’minler topluluğunun başına yönetici olarak seçilen ve bu sebeple ‘halîfetü Resûlillah’ (Hz. Ebu Bekir: Peygambere haleflik eden, Peygamberin yöneticilik sorumluluğunu ondan sonra üstlenen), ardından ‘halîfetü halîfeti Resûlillah (Hz. Ömer: Hz. Peygamber’in halifesinin ardından yöneticilik vazifesini üstlenen) derken, kısaca ‘halife’ ünvanıyla anılan yöneticilerin de bu Peygamber mirasını takip ederek yöneticilik yapmaları gerekmektedir. Kimse sonradan mü’minler topluluğunun başına yönetici oldu diye otomatik biçimde ‘halife’ olmaz. ‘Halife’ ünvanını hak edebilmek için, bu ünvanın Peygambere nisbetle oluştuğu dikkate alınırsa, yöneticiliğinde Peygamber aleyhissalâtu vesselamın değişmez ilkesi olan ölçülere uygun davranıyor olmak gerekir. Bir şekilde mü’minler topluluğunun başına geçmiş olup başına buyruk hareket eden, yani Peygamber aleyhissalâtu vesselamın sürekli işlettiği ‘şûrâ’yı işletmeyen, meşvereti kulak ardı eden; dahası, Peygamber aleyhissalâtu vesselamın bildirdiği ve uyguladığı adalet ölçülerinin rağmına yönetimi altındaki insanlara zulmeden biri, nasıl ‘halife’ ünvanıyla anılmayı hak edebilir?
Yani, ‘ulu’l-emre,’ yöneticilere, özelde de ‘halife’ ünvanıyla en tepede duran zâta mutlak surette itaat diye birşey yoktur. Ulu’l-emre itaat ile ilgili âyet “Allah’a itaat edin, Peygambere de itaat edin; ve sizden olan ulu’l-emre” diyerek, Allah’a ve Peygambere itaati mutlak surette emretmekte; yöneticilere, yani ulu’l-emre itaati ise onun emrinin Allah’ın Kitabı ve Peygamberin uygulamasına uygunluğu şartına bağlamaktadır. Zaten âyetin sonraki cümlesi bu hususu kesin biçimde açıklığa kavuşturur. Nitekim ilk halife Hz. Ebu Bekir, daha halifeliğinin ilk gününde bunu berrak bir şekilde dile getirmiştir: “İdaremde isabetli olduğum sürece bana yardım ediniz. Doğruluktan ayrılırsam beni düzeltiniz. Doğruluk emanet, yalancılık hıyanettir. (…) Allah ve Resulüne itaat ettiğim sürece bana itaat ediniz. Şayet bu itaatten ayrılırsam sizin bana itaat etmeniz gerekmez.”
İlgili âyetin, ‘sizden olan’ diyerek yöneticinin ancak ‘eşitler arasında birinci’ durumunda olduğuna ve II. Meşrutiyet döneminde âlimlerin vurguladığı üzere esasen ‘mü’minlerin özgür iradeleriyle onu seçmeleriyle’ bu konumu edinmesi gerektiğine işaret ettiğini de bilvesile belirtelim. (Bu konuyla ilgili olarak, bkz. “Hangi Ulu’l-emr, Nasıl İtaat?” başlıklı yazım: https://www.karakalem.net/?8673)
Dolayısıyla, bir yönetici, Müslümanların başına yönetici olduğu için otomatik bir şekilde ‘halife’ ünvanını alma hakkına sahip olmaz. Halife ünvanı, tanım gereği, sonradan geleni en başta olana, yani Peygambere nisbet ediyor olduğuna göre, bir yönetici ancak Peygamber aleyhissalâtu vesselamın emrine itaat eder ve onun yolundan giderse halife ünvanına hak kazanabilir. Kur’an adaleti, meşvereti, ehliyet ve liyakati emrettiğine, Peygamber de yönetimi esnasında bu ilkelere uygun hareket ettiğine göre, meselâ bir padişahın ‘halife’ olarak itaat bekleyebilmesi, ancak kendisinin Peygamberin emrine itaat edip onun yolundan gidiyor olması, bu bağlamda adaletle hükmediyor ve iş görüyor olması durumunda sözkonusudur. Yoksa, bir Müslüman topluluğunun başına yönetici oldu diye, kimse ‘halife’ olmaz. Bilakis, başa geçip Peygambere tâbi olmayanlar, yani elindeki gücü meşveret ilkesini uygulayarak adaletle ve adalet için kullanmak yerine, dediğim dedikçi olup da zulmedenler, kendilerine ‘halife’ deseler ve dedirtseler bile asla ‘halife’ olamazlar, bu ünvanla anılmaya hak kazanamazlar. Peygamber gibi adaletle iş gören yönetici, halifedir. Peygambere tâbi olmayıp zulmedenler ‘halife’ olarak itaat bekleyemez. Bilakis böyleleri, adalet için kullanması gereken gücü zulüm ve zorbalık yolunda kullandıkları, bu uğurda ‘halife’ gibi bir ünvanı da gaspettikleri için, ‘padişah da olsalar haydutturlar.’