DEVA Partisi Genel Sekreteri Sadullah Ergin, Adalet Bakanlığı görevinin ardından en ayrıntılı mülakatını dün (28 Temmuz) Medyascope tv’de Ruşen Çakır’a verdi. Ergin, AK Parti iktidarında Mayıs 2009 ile Aralık 2013 arasındaki kritik dönemde Adalet Bakanlığı görevinde bulunmuştu.
Mülakat, Ruşen Çakır’ın “Sizin yargıya bakışınızda tedirginliğiniz vardı, Adalet Bakanlığı ve yüksek yargıda böyle bir perspektifiniz vardı; değil mi?” sorusuyla başladı. Sadullah Ergin, “Belki bir önyargı vardı ama bunun boş olmadığını gördük” diyerek şunları dile getirdi:
“AK Parti 2002’de iş başına geldikten sonra yargı tarafından engellemeler uygulandı. 2007’de Cumhurbaşkanı seçimlerinde en bariz örneğini gördük. AK Parti kendi adayını tespit çalışmaları yaparken Abdullah Gül isminin ön plana çıkmasıyla beraber, Genelkurmay’ın internet sitesinde 27 Nisan e-muhtırası yayımlandı. ‘Sakın yapmayın yoksa karışmayız ha’ diyen bir bildiri. Aynı gün Meclis’te yapılan birinci tur oylamada da muhalefet, toplantı için ‘367 vekil gerekir’ diye itiraz etti. Oysa toplantı yeter sayısı o günkü şartlarda 184. Ama oylama sonucunda muhalefet partisi bunu Anayasa Mahkemesi’ne taşıdı ve Anayasa Mahkemesi 4 gün içinde meşhur 367 kararını verdi.
“Aynı yöntemle geçmişte on cumhurbaşkanı seçilmiş ama on birincisinin seçilmesine engel olundu. Neden sonuç ilişkisi kuruluyor ya, ‘özeleştiri yapın’ talepleri geliyor. Aslında bunları karşılıklı yapmak gerekecek. 2007’deki 367 dayatması, 27 Nisan e-muhtırası yaşanmasaydı belki de o gün o dayatma olmasaydı bugün Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne gelmiş olmayabilirdik.”
“Bu anayasa taslağını yasalaştırırsanız partinize kapatma davası açarız”
Ruşen Çakır’ın, “O dönemde Fethullahçılar müttefik olarak ortaya çıkıyor…” sözleri üzerine Ergin o dönemi anlatmaya başlıyor:
“Oralarda yoklar, henüz karşı karşıya gelmemiştik. 2007 seçimlerine gitmeden önce Prof. Dr. Ergun Özbudun’dan bir anayasa çalışması talep ettik. Özbudun bir ekip kurdu ve bu ekip bireysel hakların güçlendirildiği demokratik bir anayasa taslağı hazırladı. Darbe ürünü 82 Anayasasının izlerini silecek bir anayasa çalışmasıydı. Biz bu paketi açıklamaya hazırlanırken bize Yargıtay’dan bir mesaj geldi: ‘Bu anayasa taslağını açıklar ve yasalaştırırsanız partinize kapatma davası açacağız.’ Cemil Çiçek, Dengir Mir Fırat ve ben gerekli görüşmeleri yaptık ve anayasa çalışmasını bir süre öteleme kararı adlık. Ama 14 Mart 2008’de AK Parti’ye kapatma davası açıldı. İktidar partisi 4-5 ay kapatma riskiyle ülkeyi yönetmek zorunda kaldı. Avrupa’da, Amerika’da büyük ekonomik krizlerin olduğu, Türkiye’de de iktidar partisi kapatılacak mı kapatılmayacak mı, bununla mücadele edildiği bir dönem. Anayasa Mahkemesi, nisap oluşmadığı için AK Parti’yi kapatmadı. Bunun üzerine biz ‘geçmiş olsun önümüze bakalım’ diye bir sürece başlamışken ‘Yargıtay’da yeni bir kapatma davası hazırlığı var’ diye duyumlar geldi. Yani parti kapatma davası sona erdikten sadece 53 gün sonra Yargıtay’dan Ankara Başsavcılığına yeni bir kapatma davasının müzekkeresi yazılmış. Ve tekrar soruşturma başladı.
“2010 Anayasa değişikliği yargıyı anayasal sınırlarına çekmek için yapıldı”
“Hal böyle olunca iktidar partisi şöyle bir değerlendirme yaptı: ‘Yüzde 47 oy aldık, geldik, bir kapatma davası yaşadık. Kapatma davası tamamlandıktan 53 gün sonra yeni bir kapatma soruşturması başladı. Anlaşılan, bizi çalıştırmayacaklar…’ Dolayısıyla önünde iki seçenek vardı. Birisi, boynunu uzatıp ‘beni kapatın’ diye beklemekti. İkincisi de siyaseti dizayn etmek noktasında çok hevesli olan, aktivist yargıyı anayasal sınırlarına çekecek düzenlemeler yapmaktı. 2010 Anayasa paketini hazırlama düşüncesi bu yaşanmışlıklardan kaynaklandı. Yoksa parlamentoda çoğunluğu vardı, bunlarla uğraşmazdı. Ama o dönem bunu yapmak siyaset kurumu için olmak ya da olmamak meselesi haline geldi. Yaşanmışlıklar bunu getirdi.
“O pakette çok önemli iki madde vardı. Birisi, siyasi partilerin kapatılmasını düzenliyordu. Yargıtay başsavcısı bir siyasi partiyle ilgili kapatma davası açmak isterse iddianamesini hazırlayacak, parlamentoda özel bir komisyon kurulacak, üstelik her parti eşit sayıda üye verecekti. Bütün partiler 5 üye verecekti. 5 parti varsa, iktidar grubu 5 üye verecek muhalefet grubu 20 üye verecekti. Bu, özgüveni yüksek bir tavırdı ama AK Parti o dönemki yargısal aktivizm karşısında muhalefet partilerini daha emniyetli gördü. Bu madde pakete girdi ama Meclis’teki oylamalarda 330 oy gerekiyordu, 327-328 oyda kaldık. AK Parti içinden de fire verdi. O madde paketten düştü.
“Anayasa Mahkemesi HSYK’ya çoğunlukçu yapı getirdi”
“İkinci önemli madde ise Anayasanın 159. Maddesinde düzenlenen Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile ilgili madde. Çoğulcu bir HSYK olması için bir formül yapıldı. Çoğulcu bir yapı olsun diye tek oy sistemi getirdik. Yani her hakim ve savcı bir kişiye oy verecek. Blok liste çalışmalarını engelleyen bir düzenlemeydi. Meclis’ten bu şekilde geçti ama ana muhalefet partisi Anayasa Mahkemesi’nde iptal davası açtı. İptal edilmek istenen maddelerden birisi tek oy sistemiydi. O dönem çok izah etmeye çalıştık, bu madde sigortadır, diye. Fakat Anayasa Mahkemesi iptal etti. O gün televizyonlara bağlandım, şöyle söyledim: ‘Paketten madde çıkmadı, maddenin içerisinden belli cümleler çekip alındı. Bizim öngördüğümüz modelde çoğulcu bir yapı vardı. İptalden sonra ortaya çıkan yapı çoğunlukçu yapıyı teşvik edecektir. Bu da orta ve uzun vadede diğerine göre daha sağlıksız bir yapıyı öngürür. Mahkeme çoğulcu yapıyı iptal etti, çoğunlukçu bir yapıyı getirdi.’
“Bu madde iptali olmasa hiçbir grup ittifak içerisinde olma ihtiyacı duymayacaktı. Herkes kendisi gibi girecekti. Ama bu iptalle beraber YARSAV farklı gruplarla da ittifakı büyüterek blok oluşturdu.
“Deniyor ki 2010 değişikliği ile HSYK’yı bu hale getirdiniz; iyi de bizim getirdiğimiz metin bu değildi. Biz orayı çoğulcu bir yapı olsun diye dizayn ettik, ana muhalefet talep etti, Anayasa Mahkemesi iptal etti ve iptalle beraber yeni bir seçim usulü yazdı. Bu usulle HSYK oluşturuldu. Biz bu olmasın diye uğraştık. Netice itibariyle YARSAV ve ekibinin hazırladığı liste üye çıkartamadı.
“367 kararının alınması, parlamentoda cumhurbaşkanının seçtirtilmemesi, arkasından kapatma davasının açılması, arkasından bir soruşturma daha açılması. Siyaset kurumu oturup bekler mi? Yargısal aktivizmin makul bir yere gelmesi için hareket etti. 2010 Anayasa değişikliğinin arkasında yatan odur.”
“Ergenekon iddialarına inanmak için makul şüphe vardı”
Sadullah Ergin, kendisine yönelik sıkça dile getirilen FETÖ üyelerinin yargıda kadrolaşması iddialarını da kesin bir dille reddetti. Ergenekon hususunda “inanmak için makul şüphe vardı” diyen Ergin, gerçekleştirdiği atamalarda göreve gelenlerin şu an halen üst düzey bürokraside yer aldıklarını belirtti:
“Ergenekon soruşturmaları 2007’de başladı. Ondan yaklaşık iki buçuk yıl sonra ben Adalet Bakanı oldum. 12 dalga geçmiş, 13. dalga esnasında bakan oluyorum. Siyaset kurumunun bu süreçlere inanmasını sağlayacak bir makul şüphe var. 60 darbesi, 62-63 girişimi, 9 Mart, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan ve AK Parti’ye kapatma davası. Bütün bunları arka arkaya koyduğunuzda makul bir şüphe var. Dolayısıyla o zamanki yargılamalar o dönemki AK Parti’nin hukuken müdahil olduğu davalar. O yargılamaların arkasında bu yaşanmışlıklar, somut olaylar ve müdahale dilekçesi var.
“Benim atadığım isimlerin tamamına yakını şu an devlette en üst kadrolarda görevde”
“Diyorlar ki, Adalet Bakanlığı’ndaki merkez kadroları bu ekibe tahsis ettiniz. Altını çiziyorum, bunların tamamı gerçek dışıdır. Ben bakan olduğumda mevcut kadroyla çalıştım.
“7 Şubat MİT krizinden sonra, müsteşarımın tavsiyeleriyle birlikte kritik noktaları değiştirdim. 24 noktada kritik atamalar yaptık. Bu getirdiğimiz isimler, bugün de devlette en üst noktada görevdeler. Yani ben bakanlığa oturduğum gün var olan unvanlı kadrolardakilerin önemli bir kısmı bugün yargılanıyor. Ben 25 Aralık 2013’te bakanlığı teslim ettiğim gün mevcut unvanlıların tamamına yakını şu anda devlette en üst kadrodalar.
“MİT krizinden sonra Adalet Bakanlığı’nın unvanlı kadrolarını nakış işler gibi mutemet isimlerle işlemişiz. Onların hepsi bugün üst görevlerde. Benim bıraktığım kadro, şu anda devletin üst katlarında görev yapmaktalar.
“Normalde Türkiye’de bu tür yapıların gelişmesini önleyecek iklimleri üretmek lazım. Nedir gençleri, çocukları onlara sevk eden? Kamu hizmetlerinin üretilmesindeki yetersizlikler, öğrenci yurtlarının yetersizliği, maddi yetersizlikler nedeniyle ailelerin çocuklarına yeterli desteği sunamaması vs. Bunlar ayrı sosyolojik araştırma konuları. Kamu otoritesini kamunun kendi hiyerarşisi dışında etkilemek isteyen ne tür bir grup olursa olsun hepsine karşı benzer refleksi göstermek lazım.”
AK Parti’den nasıl ayrıldı?
Ruşen Çakır’ın AK Parti’den ayrılış sürecini sorması üzerine Sadullah Ergin şöyle konuştu:
“AK Parti bir günde bu duruma gelmedi. 2001’deki hedeflerden adım adım uzaklaşılmaya başladı. Esas itibariyle 2011 seçimlerinin ardından ‘ustalık dönemi’ denen süreç, artık ihtisasların değerini yitirdiği, ustalık döneminin tasarruflarının ortak aklın yerini almaya başladığı dönemdir. Bu süreçlerde başlayan bir ayrışma var. 2011, 2012 ve Gezi olayları itibariyle bu ortaya çıktı.
“Gezi olaylarında, parti içerisinde uzunca bir süre bu yöntemlerin yanlış olduğunu, bu insanlarla daha farklı bir iletişim kanalı açmamız gerektiğini konuştuk. Cumhuriyet mitinglerinin yaşandığı 2007-2008 döneminde o eylemleri yapanlara sağlık hizmetleri verdik, ambulanslar koyduk, su dağıttık, yaşlıların Anıtkabir’e yürümesine yardımcı olduk. ‘Ordu göreve’ diye pankart açtılar ama biz onlara hizmet ettik. Herhangi bir şiddet veya baskı yapılmadı. O eylemleri yapanlar kaybetti, AK Parti kazandı. Doğru olan iktidarın o gün yaptığıydı. Dolayısıyla Taksim meydanında toplananlara karşı onların talebini dinleyip anlama, haklı talepleri varsa onları karşılama gibi bir yol izlenseydi olaylar bu noktaya evrilmeyebilirdi. Daha sonra marjinal grupların içeriye sızdığı doğrudur. Ama siz doğru olanı yaparsanız marjinal grupların yaptığı vandallıklar karşısında devletin yapacaklarını toplum haklı görür. Oradan başlayan bir duygusal kopuş yaşandı. 2013 sonunda da belediye başkanlığı dolayısıyla ayrıldım. Üç dönemimi tamamladıktan sonra yeniden talepte de bulunmadım ve ardından kendi köşeme çekildim.”
“DEVA Partisi bir vecibeydi”
AK Parti’de siyaset yaptığı dönemdeki kırılma dönemlerini aktaran Sadullah Ergin, o dönem aynı kopuşu yaşayan kişilerin de DEVA Partisi içinde olduğunu belirtti:
“Gezi olayları sırasında ‘Bunlar doğru değil, biz 2007-2008’de yaptıklarımızı yaparsak bu toplumu kucaklarız’ diyen arkadaşların önemli bir kısmıyla şu anda DEVA Partisi’nde beraberiz. Biz bunu bir sorumluluk olarak gördük. Bunu kendimiz, ailemiz ve yaşadığımız toplum için bir vecibe olarak değerlendirdik.
“2001’de yola çıkarken Türkiye’nin bugünkü tablosu için yola çıkmadık. Biz hukuku, demokrasiyi, özgürlükleri, Avrupa Birliği’ne tam üyeliği vaat ettik, bireysel hakların sonuna kadar genişletildiği, öteki kalmayıncaya kadar bu mücadelenin devam etmesi ilkesiyle yola çıktık. Ama 2011’den 2012’den sonra evrilen bir hareket oldu AK Parti. Oraya kadar ufak tefek sapmalar olsa da çok büyük problem yoktu. Ama 2012’den sonra, özellikle biz içerideki muhalefetimizi kamusal alanda paylaşmadığımız için vatandaş da diyor ki, ‘siz de yapılanlara ortak oldunuz, içeride yaptığınız muhalefeti kabul etmeyiz.’ Bizim bu hareketin (AK Parti) içinde olmaktan kaynaklı mesuliyetimiz de var. Vicdani sorumluluğumuz da var. DEVA ile beraber Türkiye’nin hem içerisindeA ile beraber Türkiye’nin hem içerisinde bulunduğu sıkıntıyı aşacağı politikaları üretmek adına hem de ülkeyi geleceğe dönük pozitif adımlarla daha üst liglere taşımak adına bir yolculuğa başladık. Hamaset yapmadan, inançlarını inançsızlıklarını siyasete bulaştırmadan, bunları kullanmadan bir siyaset yapma ilkesini ortaya koyduk.”