Halkların Demokratik Partisi (HDP) Eş Genel Başkanı Mithat Sancar, TBMM'de düzenlenen 23 Nisan Özel Oturumu’nda gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu.
Sancar, “1921 Anayasası'nın iki temel dayanağı vardı. Böyle bir anayasa yapılmasının ilk dayanağı "halk egemenliği" ilkesidir. Yani halkı kendi sorununu yöneten bir muhatap olarak kabul eden anlayıştı. İkincisi Kürt sorununun çözümüydü. Mustafa Kemal Paşa sorunun ağırlığının ve ciddiyetinin farkındaydı. Bunu halk egemenliği ilkesine dayalı, bütünlüklü bir demokrasi fikriyle çözmeye çalıştı. O dönemler bu konuda çokça çaba harcandı. Yerel demokrasi ve halk iradesi olarak ülkenin bu sorununu çözmek için o gün bulduğu yolu, maalesef daha sonra terk ettik. Şimdi de ülkenin sorunlarının çözümü, bu iki ilkeyi birleştirmek, bu iki alanı bütünleştirmekten gerekiyor. Halk egemenliği, bu hem genel demokrasiyi hem de yerel demokrasiyi içerir” dedi.
HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar’ın açıklamaları şu şekilde:
Yıldönümlerinin bir anlamı vardır, olmalıdır. Elbette, geçmişteki şanlı sayfaları bugün kutlamak için önemli bir vesile sunarlar. Ama bundan fazlasını da hak ederler. O fazla da; etraflı bir tefekkür, kapsamlı bir muhasebedir. Bundan yüz yıl önce yaşananlara bugünü ve geleceği anlamak açısından bakarsak eğer bu kutlamaların içi daha fazla dolar. Ben de yüz yıl öncesine, Birinci Meclis'in kurulmasına ya da Büyük Millet Meclisi’nin kurulmasına, bu çerçevede, bu gözle bakmaya çalışacağım ve gördüklerimi de sizlerle paylaşacağım.
‘MECLİS’İN KURULUŞUNA GİDEN YOL KONGRELERDEN GEÇİYORDU’
Birinci Meclis'in hangi şartlarda oluştuğunu hepimiz biliyoruz, uzun uzun anlatmama gerek yok sanırım. İşgal altında bir ülke ve milli mücadelenin devam ettiği şartlar. Çok ağır şartlar, fakat bu şartlarda yerel kongreler organize ediliyor. Ülkenin bütün bölgelerinde kongre toplantıları düzenleniyor, bu kongrelerle milli mücadele organize ediliyor. Aslında Meclis’in kuruluşuna giden yol da bu kongrelerden geçiyor. Birinci Meclis, yerel kongrelerin neredeyse aktığı bir deniz oluyor. Yerel kongreler birer nehir, Birinci Meclis, bu nehirlerin toplandığı bir deniz.
‘BİRİNCİ MECLİS ÜLKENİN TOPLUMSAL, DİNSEL, ETNİK, DÜŞÜNSEL ÇEŞİTLİLİĞİNİ İÇERİYORDU’
Ne gibi özellikleri var? Pek çok özelliği var ama ben en önemli gördüklerimi hatırlatmak isterim. Bir defa o şartlarda ülkenin toplumsal, dinsel, etnik, düşünsel çeşitliliğini büyük ölçüde içeriyor. Bu açılardan çoğulcu bir Meclis; eksikler, kapsanmayanlar var elbette. Bunlar da belki o günden bugüne bakmamız ve muhasebesini çıkarmamız gereken meselelerdir.
‘BÜTÜN MEBUSLAR BİRİNCİ MECLİS'E KENDİ KİMLİKLERİYLE KATILIYORLARDI’
Bu çoğulculuğu tarif etmek için pek çok örnek kullanılır ama ben sadece ilk etapta sayılanları değil, daha az görünenleri zikredeyim. Mevlevi, Bayrami ve Nakşibendi şeyhleri var, Abdulhalim Çelebi, Hacı Mustafa Efendi, Şeyh Hacı Fevzi var, Dersimli Seyid Diyar Ağa var, Lazistan mebusları var, Laz ve Gürcü olarak bilinen üyeler var, Kürtler var, Çerkesliği öne çıkmış mebuslar var, Araplar var. Kısacası Türkiye’nin o zamanki etnik, dinsel ve toplumsal çeşitliliğinin önemli bir kısmı var. Ve bu insanlar kendi kimliklerini saklamadan, tam aksine kendi kimliklerini açıklayarak giriyorlar. Kendi kimlikleriyle katılıyorlar. Bu birinci Meclis’in en önemli vasıflarından biridir. Bu vasıf diğer özelliklerle de tamamlanmıştır.
‘BİRİNCİ MECLİS'İN DAYANDIĞI İLKE HALK EGEMENLİĞİDİR’
Birinci Meclis, meşruiyetçi bir yönetim anlayışına sahiptir. Dayandığı ilke de halk egemenliğidir. Evet, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu söyler ama daha sonra da göreceğimiz gibi, 1921 Anayasası’nın başına bir "halkçılık beyannamesi" ekler. Milli irade, halk iradesi tartışmalarına girmeyeceğim elbette. Ama halk iradesinin ne anlama geldiğini belki de Birinci Meclis'in tatbikatına ve daha sonra çıkardığı Anayasaya bakarak daha iyi anlayabiliriz.
‘FARKLI DÜŞÜNCELERDEN BİRÇOK İNSANIN MUTABAKAT VE MÜZAKEREYİ ÖNE ÇIKARDIĞI BİR DÖNEMDİ’
Halk egemenliği ilkesi halkçı yönetim demek ama aynı zamanda halkın her düzeyde yönetime katıldığı bir yönetim demektir. Nitekim, Meclis'in kuruluşundan yaklaşık on ay sonra ilan edilen Anayasa, bu anlayışa dayanıyor. Yerelde halkın kararlara katılımını garanti altına alan bir idare sistemi, bir demokrasi modeli kuruyor. Birinci Meclis, müzakereci ve mutabakatçı bir yöntem takip ediyor. Bu kadar çeşitli kesimlerden farklı düşüncelerden insanın müzakereyi bir tarafa bırakmadan, mutabakatı sürekli öne çıkaran bir anlayışla yönettikleri bir dönemi konuşuyoruz. Onun 100. yıl dönümünü bugün kutluyoruz. O yöntemin neden bu kadar önemli olduğunu da biraz sonra açıklayayım.
‘100 YIL ÖNCE ÇIKARILAN KANUNLAR TORBA DEĞİL, İSMİYLE MÜSEMMAYDI’
Ayrıca bu Meclis yasalcı bir meclis; mesela 23 Nisan 1920’de açılıyor. 12 Nisan 1921’e kadar tam 109 kanun çıkarıyor. İğnelemek amacıyla söylediğimi düşünmeyin ama; bunların hepsi ismiyle müsemma kanundur, torba değil. Her birinin ismi var. Her birinin kanun usulüne göre, müzakere ve karara bağlanma yöntemi var. O nedenle yasalcı bir meclistir.
‘MECLİS, YERELLERDE DE HALKIN YÖNETİME KATILIMINI MÜMKÜN KILACAK BİR SİSTEM OLUŞTURMUŞTU’
Meclis yetkileri kendinde topluyor, biliyorsunuz bir meclis hükümeti sistemi var. Bu şu demektir: Her türlü yetki, devletin 3 önemli erki: yasama yürütme ve yargı, Meclis'te toplanıyor. Ve fakat bu yetkililere tekelci biçimde sahip çıkma anlayışını taşımıyor. Çünkü, 1921 Anayasası ile yetkililerinin büyük bir bölümünü yerel yönetimlere devrediyor. Yerel yönetimlere verdiği yetkiler bizatihi kendi yetkilerini sınırlamak anlamına geliyor. Yani kadir-i mutlak, yani otoriter bir yönetimi tercih etmiyor. Tam tersine, halk egemenliği ilkesinin mantığına uygun olarak yerellerde de halkın katılımını mümkün kılacak bir sistem oluşturuyor Meclis.
O sistemin merkezinde muhtariyet var değerli arkadaşlar. Ve bunu 1921 Anayasası apaçık hükme bağlıyor. Muhtariyet, yani özerklik ve bu özerkliğin nasıl yönetileceğini de ayrıca, ayrıntılı olarak düzenliyor. Onda da şûra yönetimini ortaya çıkarıyor. Kendi işleyişini yerelde de kuruyor. Yani yerelde, vilayetler ve nahiyeler şuralarla yönetilecektir. Şûralar seçimle gelecek, şûraların da kendi reislerini seçmeleri kendi yetkilerine bırakılacak.
‘RIZA VE BİRLİK İSTİYORSANIZ, ÇEŞİTLİLİĞİ KABUL EDECEKSİNİZ, MÜZAKEREYİ KABUL EDECEKSİNİZ’
Hangi şartlarda bunu yapıyor? Bu kadar işgal, milli mücadele ve Kurtuluş Savaşı şartlarında bunu yapıyor. Neden yapıyorlar bunu? O zamanın liderleri, mesela milli mücadelenin lideri Mustafa Kemal Paşa, çok da fazla yetki ve imkana sahipken bunları neden paylaşıyor? Çünkü rıza istiyorsanız, çünkü birlik istiyorsanız, çeşitliliği kabul edeceksiniz, müzakereyi kabul edeceksiniz. Gerçek rıza ancak herkesin kimliğine eşit saygı, herkesin iradesine eşit değer vererek sağlanabilir. Ve o şartlarda, o ağır dönemde işte böyle bir ortak rızaya ihtiyaç vardı. Böyle bir güvene ihtiyaç vardı. Ve bu güven tepeden dayatmayla sağlanamazdı. Bu rıza, bu güven zorla, baskıyla, tehditle ortaya çıkarılamazdı. Ancak güvenle sağlanabilirdi, ancak herkesin kendisini eşit gördüğü bir ortamda gerçekleştirilebilirdi. İşte bütün bunları yapmalarının nedeni oydu.
‘MECLİS, KRİZ KOŞULLARINI YÖNETEBİLİYORDU, ÇÜNKÜ RIZA VE ÖZGÜRLÜK VARDI, KİMLİKLERE SAYGI DUYULUYORDU’
Bakın bugün, ağır kriz şartlarındayız, insanlığı tehdit eden bir salgın hastalıkla karşı karşıyayız. O döneme ilişkin sadece bir örnek vereceğim. Meclis’in o gün krizi nasıl yönettiğine ilişkin bir örnek. Sakarya Savaşı zamanı çok şiddetli geçiyor ve yaklaşık 15 bin yaralı var. Sadece Ankara’ya taşınan 15 binden fazla yaralı mevcut. Ne yapacaklar? Meclis derhal kendi içinden bir kriz yönetimi oluşturuyor. Hepinizin ismini bildiği Sinop Mebusu Rıza Nur’u görevlendiriyor. Rıza Nur da mebuslar içerisinde 3 kişiyi seçerek bir kriz koordinasyon-u kuruyor. Ünitelere ayırıyorlar, yaralıları şehrin hastanelerine sevk ediyorlar. Hastane olmayan yerlerde de doktorları çağırıp, tedaviyi hastane dışındaki bölgelerde de sağlamaya çalışıyorlar. Daha hafif yaralıları ise, ahalinin evine dağıtıyorlar misafir olarak. Bu ancak insanların özgür olduğu, kimliklerinin saygı gördüğü, rızanın serbestçe ortaya çıktığı şartlarda olur. Bunları ancak böyle bir Meclis yapabilirdi, yapmıştır da.
‘MUSTAFA KEMAL PAŞA SORUNUN AĞIRLIĞININ VE CİDDİYETİNİN FARKINDAYDI’
Şimdi bugüne dair birkaç sözle bitireyim konuşmamı. 1921 Anayasası'nın iki temel dayanağı vardı. Böyle bir anayasa yapılmasının ilk dayanağı "halk egemenliği" ilkesidir. Yani halkı kendi sorununu yöneten bir muhatap olarak kabul eden anlayıştı. İkincisi Kürt sorununun çözümüydü. Mustafa Kemal Paşa sorunun ağırlığının ve ciddiyetinin farkındaydı. Bunu halk egemenliği ilkesine dayalı, bütünlüklü bir demokrasi fikriyle çözmeye çalıştı. O dönemler bu konuda çokça çaba harcandı. Yerel demokrasi ve halk iradesi olarak ülkenin bu sorununu çözmek için o gün bulduğu yolu, maalesef daha sonra terk ettik. Şimdi de ülkenin sorunlarının çözümü, bu iki ilkeyi birleştirmek, bu iki alanı bütünleştirmekten gerekiyor. Halk egemenliği, bu hem genel demokrasiyi hem de yerel demokrasiyi içerir. Bir de insanların yerelde kendilerini yönetebilecekleri -elbette bunun belli bir çerçevesi var - şartların, sistemin yaratılması, herkesin kimliğinin eşit değer görmesi ve anayasal kabule, güvenceye bağlanmasıyla olur.
‘EN GÜÇLÜ MECLİS’İN YILDÖNÜMÜNÜ EN ZAYIF MECLİS’TE KUTLUYORUZ’
Değerli milletvekilleri, sayın başkan; 100 yıl sonra dönüp baktığımızda maalesef bugün Birinci Meclis’in özelliklerinden çok uzak bir Meclis ile karşı karşıya olduğumuzu kabul etmek zorundayız. Eğer bir soru sorulursa, bu yüzyıl içinde en güçlü ve en zayıf meclisler hangileridir diye? Benim cevabım açık ve sanırım pek çok insanın da cevabı açıktır. Evet, en güçlü Meclis’in yıldönümünü en zayıf Meclis’te kutluyoruz. Bunun bize bir şeyler söylüyor olması lazım.
‘YEREL YÖNETİMLERİN EN GÜÇLÜ OLDUĞU DÖNEMDEN, YEREL YÖNETİMLERİ FİİLEN LAĞVEDEN BUGÜNE GELDİK’
Bir de yerel yönetimlerin en güçlü olduğu dönem ile en zayıf olduğu dönem hangisidir diye soralım. Benim cevabım açık: Yerel yönetimlerin en güçlü olduğu dönemin 100. yılında, yerel yönetimleri neredeyse fiilen lağvetmeye yönelik bir yönetim anlayışla karşı karşıyayız. Bu kabul edilemez. Ne kayyım uygulaması kabul edilebilir ne de CHP’li belediyelerin krizi yönetmek için sarf ettikleri çabanın yok edilmesi kabul edilebilir.
‘HALK İRADESİNE SAYGI OLMADAN HALK SAĞLIĞINI KORUYAMAZSINIZ’
Eğer bu insanlığı tehdit eden ama herkesi eşit vurmayan salgınla gerçek anlamda mücadele etmek istiyorsak, halkın rızasına ihtiyacımız var. Halkın rızasını üretebilmeniz için halkın iradesine saygı göstermeniz lazım. Halk sağlığı halk iradesinde ayrı düşünülemez. Halk iradesine saygı olmadan halk sağlığını koruyamazsınız. Bu kadar basit.
‘1923’ÜN 100. YILINA BU ŞEKİLDE VARIRSAK, CUMHURİYET'TEN GERİYE DE FAZLA BİR ŞEY KALMAYACAKTIR’
Önümüzde iki tane yüzyıl dönümü daha var. Biri 1921 ve diğeri 1923. Eğer 1921’i bugün güçlü Meclis olmadan idrak etmiş olursak, sanırım Türkiye anayasacılığı da büyük ölçüde bittiği bir döneme girecektir. Yani eğer biz önümüzdeki dönemde güçlü bir Meclis kurmayı başaramazsak, 1921’in 100. yılında Türkiye Cumhuriyeti’nde anayasacılık da bitecektir. 1923’e eğer böyle varırsak, korkarım ki Cumhuriyet'ten geriye de fazla bir şey kalmayacaktır.
‘GÜÇLÜ MECLİS, DEMOKRATİK ANAYASA VE DEMOKRATİK CUMHURİYET HEP BİRLİKTE BARIŞ İÇERİSİNDE YAŞAMAMIZIN TEMİNATIDIR’
O nedenle güçlü Meclis, Demokratik Anayasa ve Demokratik Cumhuriyet bu ülkede hep birlikte barış içerisinde yaşamamızın teminatıdır, temelidir.
Bu vesileyle çocuklarımıza bırakacağımız en büyük armağanın da barış içerisinde özgür bir ülke olduğunu söyleyeyim. Hepimize, bütün halka, bütün çocuklara en başta sağlık emekçilerine kalbi selamlarımı iletiyorum.
Haber Azad