Nietzsche‘nin yaşamında 6 insan ve bir at önemlidir. Bunlar onun hem yaşamına hem ölümüne hem de felsefesinin oluşmasına şu ya da bu biçimde etki etmiştir.
Bu kişiler çok sevdiği babası, filozof Schophenauer, bir zamanlar arkadaşı olan ünlü besteci Wagner, tesadüfen yolculuk yaptığı bir gezgin, sırılsıklam âşık olduğu Salome adında Rus bir kız ve ölümünden sonra eserlerini kendi siyasi ve şahsi çıkarları uğruna kullanan kız kardeşidir.
At’a gelince onun da önemi semboliktir. Şimdi kısaca Nietzsche’nin bu bağlamda yol alan felsefesine ve bunlarla olan etkileşimine bakalım.
Tanrının ölümü
1).Nietzsche’yi yaşamında en çok sarsan olaylardan biri çok sevdiği babasının ölüm biçimidir. Filozof babasını daha küçük yaşlarda kaybeder. Ama bu öyle normal bir ölüm ve normal bir kaybediş değildir.
İyi bir insan olan babası zihinsel bir sorun yaşar ve beyin felci illetine yakalanır. Sonuçta büyük acılar çekerek ıstırap içinde ölür. Önce kör olur, sonra yatağa düşer, bir yıl sonra da acı çekerek ölür.
Yapılan beyin otopsisinde babasının beyninin önemli bir kısmını kaybettiğini ve beynin küçülerek nerdeyse bir fındık kadar kaldığını dehşetle fark edilir.
(Ne ki büyük bir dahi olan ünlü filozof da daha sonra bu hastalıktan mustarip olacak ve delirerek ölecektir.)
Babası böyle öldüğünde Nietzsche Tanrıya isyan eder, ona şöyle yakarır;
"Eğer var idiysen ömrünü sana adayan böyle iyi bir adamı neden böyle acı çektirerek öldürdün tanrım?"
Bunun soncunda ilk tanrı sorgulamasını yapar ve bu yol onu ateizme götürür. Sonuçta tanrıyla ilgili ünlü sözünü söyler, “Tanrı öldü” der.
Dine olan inancını kaybetmesi insanın varlığının sorgulanmasını ve anlamsızlığı da beraberinde getirecek ve bu onun hayatı boyunca mücadele edeceği bir sorun alanı, çözmeye çalışacağı bir kriz olacaktır.
Oysa yetişkin olduğunda Hristiyanlığı eleştiren Nietzsche bir Protestan Hristiyan’dı ve üstelik Luteryan bir rahibin oğlu olarak Hristiyanlığın kalbi olan bir merkezde dünya gelmişti ve İsa’nın cennete dair söylem ve teolojisi ile yetişmişti.
Çocukluğu sakin geçmiş, ondan sonra doğan Elizabeth ve Josef diye iki kardeşi vardı. Nietzsche’nin Hristiyanlığı reddetmesi onu başka yere doğru yöneltecek, 1965 yılında kız kardeşi Elizabeth’e şöyle yazacaktı;
"Göksel haklılık ve mutluluk arıyor ve sürüden bir olarak yaşamak istiyorsan ‘inan’, ama gerçeğin öğrencisi olmak istiyorsan araştır’.
Nietzsche, sürüden biri olmaktansa olmamayı yeğleyen biriydi.
Felsefesi olgunlaştığında insanları üçe ayıracaktı:
1-Timsali deve olan “Sürü İnsanı”. Deve gibi nereye çekersen oraya giderdi. Ona göre büyük çoğunluk bu kategorideydi.
2-Özgür insan. Aslan gibidir, kükreyip yeni bir aşamaya geçebilen, risk alabilen cesur insandır.
3-Üst insan. Yeni doğmuş çocuk gibi yaratıcıdır. Farklı ve özel bir insandır. Dünyayı ileri götürecek olan az sayıda olan bu insanlardı.
Acının kudreti
2) Nietzsche’yi etkileyen ikinci kişi de ünlü karamsar filozof Arthur Schopenhauer’dur. Nietzsche yaşadığı sarsıntı ve ıstırapla başa çıkmaya çalışırken bir gün kütüphanede Schopenhauer’un “İstenç ve Tasarım Olarak Dünya” adlı ünlü yaptı eline geçer, bir solukta okur ve adeta büyülenir.
Schopenhauer bu yapıtında “insanın yaşamının anlamı mutluluğu aramaktır” diyordu; ama “asla ona ulaşamaz” diye de ekliyordu.
Çünkü ona göre “yaşam acılarla doludur, mutlu olmak için hiç acı çekmemek mümkün değildi, asıl olan hiç acı çekmemek değil, en az acıyla yaşamı bitirebilmekti.”
Nietzsche bu noktada acıdan kaçınmak yerine onu pişmek için kullanmak gerektiği fikrine ulaştı. Bu felsefesini şu veciz sözü ile dile getirdi:
"Beni öldürmeyen acı güçlendirir."
Schopenhauer bir ateisti. Ona göre “bir insan için en iyi alternatif bu acılarla dolu dünyaya hiç gelmemiş olmak, yani hiç doğmamış olmaktı.”
Çünkü insan doğduktan sonra sürekli bir istek hali içinde yaşardı ve istekleri hiç bitmezdi, bunlar gerçekleşmeyince sürekli bir huzursuzluk yaşardı.
Dolaysıyla bir türlü tatmin olmuyordu insanoğlu. Bu yüzden insan asla tatmin olmayan bir varlıktı.
Peki çözüm neydi? Schopenhauer’a göre çözüm tatminsizlikle yüzleşmekten geçiyordu. O halde ne yapmalıydı?
Mutsuz olamamak için en iyisi mutluluğu hiç hedeflememek, ondan uzak durmaktı. Onun için en mutlu insan hayatı en az acıyla geçirendi.
Ama Nietzsche Schopenhauer’un “acı ile ilgili gerçeğini” kabul etse de yaşamın tamamen bir acı döngüsü olduğu fikrini reddederek, yaşamı katlanır hale getirecek bir yol nasıl bulunacak, ona kafa yordu.
“Tragedyanın Doğuşu” adını verdiği kitabında tanrının olmadığı bir dünyada acıyla nasıl baş edeceği sorunsalıyla uğraşacak, “acı döngüsü” yerine “sonsuz döngü” tezini koyacaktı.
Sanatın hikmeti
3) Nietzsche’yi etkileyen üçüncü şahıs ise ünlü Alman besteci Wagner’dir. Arkadaş olduğu Wagner’in sadece kendisinden değil müziğinden de çok etkilenmişti. Onunla tanıştığında Hristiyanlığı ve dini reddetmiş, insan yaşamının anlamını arıyordu.
Nietzsche, insanın yaşamının anlamının sadece mutluluk arayışı ya da acılı bir yaşam olduğu şeklindeki fikri sorgulayınca, sonuçta yaşamın absurd olduğu, anlamsız olduğu fikrine ulaşır.
Ancak onu anlamlı kılmak için bir şey yapmak gerekirdi, ama ne? 1872 yılının Nisan ayında Wagner’in 9 senfonisini dinlerken adeta büyülenir, “yaşamın anlamı bu diyerek, yaşamın anlamsızlığını gideren şeyin sanat olduğu” fikrine ulaşır.
Bu noktada şunu söyler: İnsanın yaşamına iki büyük sorun damgasını vurmuştur; bunlardan biri eşitsizlik diğeri ise anlamsızlıktır. İnsan aklı eşitsizliği gidermek için hukuku, anlamsızlığı gidermek için de sanatı bulmuştur. Ne ki, ne o hukuka ulaşabilmiş ne de sanat ona, mücadele devam ediyor.
Sanatın en önemli şekli ise ona göre müzikti. Bu noktada temel soru şuydu: Acaba sanat toplumu değiştirebilir miydi?
Fakat daha sonra aynı Nietzsche Wagner’in Avrupa’yı değiştirecek kişilerden biri olduğu fikrinde hayal kırıklığına uğrayarak vazgeçmiş, bir operasını izlerken aslında onun “kendi şanına aşık biri olduğu” hükmüne varmış ve operanın ortasında salonu terk etmiş ve bir daha da Wagner’le görüşmemişti. Bu noktada Nietzsche için yeni bir dönem başlayacaktır.
Wagner’i reddedişi hayatında yeni bir sayfa açmıştı. Bu sırada Basel’deki üniversitede ders everiyor, akademik hayatın işlerinin kendi yaratıcı dehasını boğduğunu düşünüyordu.
Üniversiteye ders vermek için gelmekten ve aynı şeyleri tekrarlamaktan büyük tiksindi duyan filozof, “Baselafobi” adı verdiği bir sıkıntı yaşıyordu.
Böyle bir yaşam, silik, risksiz, tatsız ve tuzsuzdu. Hayatın anahtarının tehlikeli yaşamak olduğunu yazdı. 2 Nisan 1969(*) da üniversitedeki görevinden İstifa etti. Basel’den ayrıldı.
Bu sırada sağlığı onu zor duruma düşürmüştü, babasını yakalayan hastalığın kendisini de bulacağından endişe ediyordu, işte bulmuştu.
Buna rağmen Avrupa’yı dolaşmaya karar verdi, kararını uyulamaya soktu, göçebi bir yalnızlık yaşamaya başladı. Hastaydı ama dehası ve zekâsı hala müthişti.
Sonsuz dönüş fikri
4) Nietzsche’nin yaşamını değiştiren başka bir kişi ise bir yolculuk esnasında tanıştığı sıradan bir gezgindi. Onun bu ruh halini gören gezgin Nietzsche’ye İsviçre’de bir yer önerir.
Ünlü filozof bu yere gider ve adeta çarpılır, dünyası değişir. Bundan sonradır ki burada “üst insan” teorisini yazar. 1881’de bir terendeyken bu harika çalışmalarını yazacak o yeri duyduğunda önce çok önemsememişti.
Ondaki huzursuzluğu gören adam Nietzsche’ye İsviçre dağlarında Sis Maria adında küçük bir köye gitmesini önermişti.
Oraya giderse ruhani huzura kavuşacak ve yazacaktı, öyle de oldu, böyle bir yer keşfettiği için son derece memnun ve mutluydu.
4 Mayıs 198’de oraya gittiğinde bu yere âşık oldu, buranın dağları ve doğası en yaratıcı fikirlerine ilham kaynağı olacaktı. Muhteşem gölün kenarında yürürken birden durdu, aklına şu soru geldi, “sonsuz dönüş” var mıydı?
Bu kavaram daha sonra onun felsefesinin temelini oluşturacak köşe taşlarından biri olacaktı. Ancak bunun için, yani sonsuz dönüş için hayatı coşku ile yaşamak gerekirdi, sonsuz dönüşte, yeni bir şeyi yaşamak için eskiden yitirdiğin coşkuya, umuda ve sevince yeniden kavuşmak gerekirdi.
İşte bu yüzden İnsan hayatını tam olarak yaşaması için acı riskini göze almalıydı, o yüzden “sizi öldürmeyen şey güçlendirir” demişti. Ne ki bu ifadeyi kendi hayatında da test etmek zorunda kalacaktı, hem de bir aşk deneyimi ile..
Aşkın sefaleti
5) Nietzsche’yi etkileyen bir diğer kişi ise âşık olduğu kız olan Salome’ydi. Yalnızlığı seçen filozof 1882 baharında sevdiği bir şehir olan Lusen’de aşk için yalnız hayatını terk etmeye hazırlanıyordu.
Onu yeni bir döneme ve yeni bir şoka sokacak kadın, 21 yaşında Rus asıllı, zeki ve güzel bir kadın olan Lu Salome’den başkası değildi. Salome ile uzun yürüyüşler yapıyor, uzun sohbet ediyordu.
O Salome’ye, Salome de onun felsefesine hayrandı. Nietzsche aklını başından alan bu kadına iki defa evlenme teklif etti, ikisinde de ret cevabı aldı.
Acı çekti, derbeder oldu. Onu öldürmeyen acı güçlendirmemişti, büyük bir bunalıma girdi. Ancak bu bunalım onun yaratıcı dehasının patlatarak ortaya çıkmasını sağlayacak ve daha sonra en büyük eserim dediği “Zerdüşt Böyle Buyurdu”ya dönüşecekti.
O Salome’yle evlenmek istiyordu ama Salome geleneksel türden bir ilişki yaşayacak bir kadın değildi. Coşkulu ve kendine özgü bir kadındı ve kendini asla tamamen bir erkeğe teslim etmeyecekti.
İşte bu teklif ve ardından gelen reddediş Nietzsche için tam bir yıkım olmuştu. Büyük bir umutsuzluğun pençesine düştü, kıvrandı. Ama sonra birdenbire uyandı, başkaları için öngördüğü şeyi kendisi neden yaşamasındı.
Evet şimdi tam zamanıydı, kendi acı çekme felsefesini, kendinde sınama fırsatı bulacaktı.
Güç istenci
Nietzsche kasvetli bir ruh haliyle oradan kaçtı. Sağlığı kötü idi, kitapları satmıyordu ve sık sık intiharı düşünüyordu. 1883 de “altı ay sonra yaşamak için bir sebep bulamıyorum” diye yazacaktı.
“Ama deneyeceğim, bu keşfi bulacak bir simya bulamazsam kayboldum demektir” diyordu. Bu sıkıntının derinliklerinde yeni bir kitap yazmaya karar verdi, onun gerçek bir simyacı olduğunu kanıtlayacak bir kitap.
İşte bu kitabının en büyük eseri olacağını düşünüyordu: Böyle Buyurdu Zerdüşt, böyle doğdu. Kitabın tüm Avrupa’ya büyük etkisi oldu, Kafka’dan Camus’a, birçok kişiyi derinden etkiledi.
Kitapta “üst insan” kavramını açıyordu. Kitap insanın kendini aşması ile ilgili kısa bir hikâye idi.
Onun insanı anrtopomorfolojik ve fizyolojik bir üstün insan değildi, dürbünlerini içinin karanlıklarına çeviren ve kendi potansiyellerini gören ve gerçekleştirerek kendini aşmaya çalışan insanla ilgiliydi.
(Ne ki kız kardeşi Elizabeth’in işgüzarlığı ile bu fikir, ölümünden (1900) sonra içini boşaltılarak ve çarpıtılarak başka bir yöne çekilecek, Hitler ile Nazizm’in propaganda araçlarına dönüştürülecekti)
Zerdüşt karakteri aslında Nietzsche’nin kendisiydi. Dağlardan aşağı inen bir peygamber. Kasabada insanlarla tanrının ölümü hakkında konuşmak isteyen bir adam. Ama kimse Zerdüşt’ü dinlemek, anlamak istemiyordu.
Üst insan
Kastettiği biyolojik bir varlık, üstün bir insan değildi. Yaratıcı, değişip dönüşebilen, hayatın yüceliğinin bir çeşit tanrıda değil insanın kendinde olduğunu düşünen insandı.
Acı çekmenin mutluluğun sırrını ortaya çıkaracak şey olduğunu düşünüyordu. Ona göre mutluluk, bir şey için çaba sarf etmekti. Bir amacı aşmak için aştığınız engellerdi.
Bu durumda acı, mutluluk için neredeyse fırsat veren bir koşul oluyordu. Bu sırada “İyinin ve Kötünün Ötesinde” kitabını yazdı. Kitap 1886 de yayınladı. Okuyan herkesi dehşete düşürdü.
Ardından “Ahlakın Soy Kütüğü” kitabını yazdı. Onun için hem tanrıyı reddedip hem Hristiyan ahlakını yaşamaya çalışmak tam bir felaketti. Bunlar artık kutsal bir korunaktan yoksundu ayrıca insanlığın geleceği için de bir tehditti.
Dinin eziyeti
Nietzsche’ye göre Hristiyan mantığı, insan doğasına karşı nefretle doludur. Çünkü insan baskın olma güdüsü, yeme içme güdüsü, sevişme güdüsü, zevk ve yaşam güdüsü olan bir varlıktır.
Hristiyanlık ise bütün bunları yasaklar, yok sayar. Bunu yapan insandan nefret eder. Ama zaten insan böyle bir varlıktır. İşte bu yüzden de insandan nefret eder.
Sanki insanı yüceltiyormuş gibi yapan bütün dinler aslında insan doğasından nefret ederler. Bunları bastırmayı öğütler, ezmeye çalışırlar.
Oysa bu insanın kendisini bastırmaktır. Hristiyanlık için, bu nedenle, köleler için yaratılmış bir çeşit köylü ahlakı olduğunu ileri sürer Nietzsche.
Din(ler) tevazuu, uysallığı, boyun eğmeyi, sömürülmeyi toplumun en güçsüz katmanları için normal hale getirmeye çalışır, onlara boyun eğmenin iyi bir şey olduğunu öğütler.
Eğer bütün enerjimizi dezavantajlı grupları kurtaramaya adarsak o zaman toplumu ileri götüren az sayıdaki insanı ihmal etmiş oluruz, halbuki toplumu zayıflar değil bu üst insanlar ileri götürür.
O yüzden Hristiyanlığı insanlık için tehlikeli görüyordu, oysa insanlık ileri gidecekse büyük dâhilere ihtiyaç vardı. Efendiler kendilerini doğrulayan bir dine sahipken köleler ise durumlarını onaylayan bir dine sahipti.
Delirme hali
Yeni bir değer sistemi için bir eser yazmayı düşünüyordu. Torinoya gitti. 1988(**) de verimli bir dönemindeydi. O yıl dört kitap yazdı.
İtalyan şehrinde zihni bulamaya başladı ve yazdığı mektuplarda bozuk ruh haline ilişkin durum seziliyordu.
“Merhamet zayıflıktır” diyen Nietzsche, meydanda bir arabacının atları kırbaçladığını gördü ve gözü yaşlı bir biçimde yere çöktü, atlara sarıldı ve ağlamaya başladı.
Hayatını insan merhametini eleştirerek geçirmiş bir adamın son aklı başındaki hareketi derin bir acımaydı. Bir hafta sonra Basel’de bir akıl hastanesine konuldu. Akli dengesi bir daha düzelmedi.
44 yaşında, insanlık tarihinin en dahi zekası, darmadağın olmuştu. Gelecek on yıl bu dağılma ve acılarla geçecekti. Bundan sonra yazmadı. Hayaller görüyordu. Tam bir yıkım içindeydi.
Merhamete acıyor gücü kutsuyor
6) Onun zihni kayıp giderken çalışmalarının hayatı yeni başlıyordu. 1887’de hastanenden kız kardeşinin evine getirildi. Kardeşi Elizabeth evi bir tapınak gibi kullanıyordu.
Bütün yazılarını topladı. Aralarında kimsenin görmediği ve Nietzsche’nin sağlığında yayınlamak istemediği not defterleri de vardı. “Güç İstenci”eserini yazarken tuttuğu notlar ve yazdığı defterler de…
İnsanlar doğduktan sonra güce ulaşmak isterler. Bu yüzden insan doğasından bir ahlak yaratılırken gücü mutlaka temele koymalılardı.
Güç istencine göre insanlar sadece kendilerini değil kendilerinden daha büyük şeylerin peşinden koşmalı, büyük şeyleri hedeflemeliydi. Bu yüzden Darwin’i Sevmiyordu.
Ona göre Darwin sadece kendini ve kendi soyunu kurtarmanın peşindeydi. Büyük devlet adamaları büyük filozof olmayı hedeflemelilerdi ve çocuk bırakmak yerine eser bırakmalılardı. Ona göre güç istenci sıra dışı olanı aramaktı.
Ama o kendi fikirlerindeki kusurları görmüş gibi görünüyordu, o yüzden belki de son aklı başındaki kararı, yazdıklarını yayınlamamak kararıydı. Ama bıraktığı notlar yayınlandı ve büyük bir altüst oluşa yol açtı.
İradenin zaferi safsatası
Kız kardeşi Elizabeth hayatını onun gölgesinde geçirmişti. Şimdi onun çalışmalarını kendi siyasi düşünceleri doğrultusunda değiştirip yeniden düzenliyor ve kullanıyordu.
Elizabeth bir Nazi hayranıydı ve parti yöneticilerinin gözüne girmek için çaba sarf ediyordu. 1904’te Hitler bu evi ziyaret etti ve Elizabeth ona Nietzsche’nin bastonunu hediye etti. Bununla da kalmadı, daha ileri gitti.
1934’de Nazi destekçileri liderlerini dinlemek için Numberg’de toplanmıştı. Bu Hitlerin emriyle filme alınan bir toplantıydı. Nazilerin korkunç kavramaları ve ırkçı ritüelleri bütün çıplaklığı ile kullanılıyordu.
Söylemler Nietzsche düşüncesinin ekosu gibiydi. Buna “İradenin zaferi” diyorlardı. Film Hitlerin bir “üstün insan” edasıyla bulutların arasından dağlardan inmesiyle başlıyor ve sürüsü onu selamlıyordu.
“İnsanların sertleşmesini istiyoruz” diyordu. “Partimiz Almanya’daki yegâne güç olmak istiyor. Üstünler yücelirken zayıflar yok edilmeliydi. En başta da Alman ırkını bozanlar, Yahudiler ve Çingeneler başta olmak üzere, bütün hastalar, zayıflar ve sakatlar. Hiç ödün vermeden yükseleceğiz” diye nutuk atıyordu Hitler.
Nietzsche’nin fikirleri Nazilerle o kadar çok ilişkilendirildi ki Nazi öncüleri“hayl Hitler” dediğimizde Nietzsche’de selamlamış oluyoruz” diyorlardı. Ama Nietzsche bu günleri görecek kadar yaşasaydı dehşete düşerdi.
Bir kere o anti semitist değildi. Irkçı hiç değildi. Onun üst insanı bir ojenik harikası değildi. Naziler onu çarpıtıp, içini boşaltılarak o hale getrmiş, kötü amaçları için kullanıyorlardı.
Onların güç istenci Nietzsche’nin nefret ettiği milliyetçilik için bir çağrı olamazdı. Sınırlarımızı alt etmenin ve aşmanın farkına varmak içindi. Nazilerin Nietzsche’si ise sadece çirkin bir parodiydi.
Yıllar önce, “En derin düşüncem ‘sonsuz döngü’, en karşı olduğum kişiler ise ananem ve kız kardeşim olduğunu itiraf ediyorum” diyecekti, adeta bir kehanette bulunur gibi.
Ama bu çalışmaların bu şekilde kullanılması sadece Elizabeth’in kabahati olmayabilir. Çalışmalarını yanlış anlaşılmayacağını düşünmek saflıktı.
Kötülüğün en sevdiği şey boşluktu. Ve onun zekice muğlak aforizmaları kolaylık her yöne çekilebilirdi.
Onun ölümünden bir yüzyıl sonra tanrının öldürüşü bize abartılı görünebilir. Modern dünya çökmedi. Tanrı, ahlak kuralları sürerken kenara çekilmiş görünüyor.
Bunun sebebi bizim sürünün gözlükleri ile derin bir boşluğa bakamımız olabilir mi? Bir kültürel kaos boşluğu doldurabilirdi ve bu Nietzsche’nin nefret ettiği sürünün boş değerlerini tehlikeli biçimde doldurabilirdi.
_____________________
(*) 2 Nisan 1969 tarihi, 2 Nisan 1869 olacak. Esas yazıda yanlş yazılmış. (Haber Duruş Editör)
(**) Doğrun tarih 1888 olmalı. Esas yazıda yanlş yazılmış(Haber Duruş Edtöt)