Önceki haftalarda yazdığım bir yazıda Şeriat konusunda meselenin Fıkh’a gelip dayandığını belirtmiştim. Bu arada, bu konuyu tartışmamıza neden olan Mümtazer Türköne “Laiklik Kimi Korur?” adlı yazısında, benim görüşüme atıfta bulunarak fıkhı yenilemenin bir çare olmadığını ve 200 yıldır söylenen bir şeyi tekrarladığımı belirtti. Doğrudur, İslamcılar 200 yıldır “içtihat kapısı açılmalı ve yeni sorunlara çözümler getirilmelidir” söylemini dile getiriyorlar, ama buna rağmen hiç bir adım atılamamıştır. Bence bu söylemin de, bu söylemin gerçekleşme şansının da neden olmadığını iyice sorgulamalıyız.
Ben bu yazımda konuya giriş sadedinde şeriat-fıkıh ilişkisine, bunun tarihteki seyrine ve bugün geldiğimiz noktada neler yapılabileceğine değinmek istiyorum. Uzun bir konu ama ben kısa değinilerle bir özetleme yapacağım.
Her şeyden önce İslam’ın pratik hayata dokunuşunu anlamak istiyorsak, bunun tarihte fıkıh bilimi üzerinden gerçekleştirildiğini bilmemiz lazım. İslam şeriatından hüküm çıkarsama bilimi olan fıkıh, bir yönüyle kaynaklara diğer yönüyle de hayata bakar. Kaynaklar deyince aklımıza Kur’an ve Sünnet gelir. Tarihte fıkhın asli kaynakları Kıyas ve İcma ile genişletilmiş ve dörde çıkartılmıştır. Ne var ki daha burada bir problem olduğu açıktır. Şöyle ki normların/hükümlerin kaynağı olarak Kur’ân ve Sünnet dinin kaynaklarıdır ama Kıyas ve İcma kaynak olmaktan ziyade yöntem olarak görülmesi gereken mekanizmalardır. Kıyas, bilinen bir konu ya da nesnenin hükmünü, ortak illet sebebiyle yeni bir konu ya da nesneye taşımaktan ibarettir. Böylelikle bir hükmün kapsam alanı genişler ve yeni olarak kabul edilen bir mesele de çözülmüş olur. Biz bu yönteme sosyal bilimlerde ve mantıkta “eksik tümevarım” diyoruz. Kıyas, tarihte yeterince uygulanmış ve miadını doldurmuştur.
İcma ise, İslam müçtehitlerinin bir konudaki uzlaşmasını ifade eder. İcma, yeni bir hüküm üretmez, sadece varolan hükümlerin gücünü ve bağlayıcılığını artırıcı bir işlev görür. Burada tarihte icma ne kadar gerçekleşip gerçekleşmemiştir sorusuna girmek istemiyorum. Ama icmanın neden ortaya çıktığını biliyoruz: Çok fazla içtihat olduğu bir dönemde icma yoluyla ittifak sağlamak ve ümmetin daha fazla mezheplere bölünmesini engellemek icmanın asıl amacı olmuştur.
İslam fıkıh tarihinde kıyas kadar bilinmeyen ve pek de uygulanmayan bir yöntem daha olagelmiştir. Ama bu yöntem zayıf bir damar olarak kalmış ve ancak günümüzde yeniden dikkati çekmiştir. Bu zayıf damar Makasıd yöntemidir. Makasıd, şeri hükümlerin illetinden ziyade gayelerine yönelmiştir. Yani hangi hüküm neyi gerçekleştirmek istiyor? Ve elimizdeki araçlar bu hükmün gayesine ne kadar hizmet ediyor?
Makasıd düşüncesinin iki önemli boyutu olduğunu söyleyebiliriz. İlk olarak makasıd yöntemi, kıyasın zıddına tam bir tümevarım yöntemidir. Tek tek hükümlerin amaçlarını sorgulayarak şeriatın genel/tümel ilkelerine ulaşmak ister. Nitekim bu yönde tarihte yapılan sorgulamalar İslam âlimlerini hep şu beş genel ilkeye götürmüştür:
- Hayatın korunması;
- Mülkiyetin korunması;
- Din özgürlüğünün korunması;
- Akıl ya da düşünce özgürlüğünün korunması;
- Neslin korunması.
Hükümlerin doğrudan gayeleri bunlar olmakla birlikte, günümüz şartlarında bu ilkelere daha birçok şeyin eklenebileceğini düşünüyorum. Mesela modern insan, sanayi devriminden sonra doğaya hükmetmiş ve bu ciddi çevre sorunlarına yol açmıştır. Bugün “çevrenin korunması” da İslami hükümlerin amaçları arasına konabilir. Bu sadece bir örnektir.
İkincisi makasıd fikri, fıkhi açıdan hükümler arasında amaç ve araç hükümler olarak bir ayrım yapmamızı gerektirmektedir. Araç hükümler sadece amacın gerçekleştirilmesine hizmet eden hükümlerdir. Bu bakımdan ilkine (yani amaçlara) göre ikincil ve hatta değişkendirler. Kendi işlevlerini yerine getiremedikleri zaman nesh edilebilirler.
Kanaatimizce makasıd modeli, modern zamanlarda İslam toplumlarının sorunlarını çözmek için daha amaca yönelik bir modeldir. Bu modelin işletilmesi Pakistanlı düşünür Fazlurrahman’ın tefsir için öngördüğü işlemlerin aynen fıkıh için de uygulamasıyla mümkün olabilir. Önce tikel hükümler incelenerek buradan tümevarım yöntemiyle genel ilkeler elde etmek, sonra da günümüzde genel ilkeleri tümdengelim yöntemiyle tikel meselelere uygulamak gerekmektedir. Eğer bu yöntem uygulanırsa, binlerce sorun çok az miktarda genel ilkeyle çözümlenebilecektir. Ama bu uygulamanın gerçekleşmesi için daha öncelikli bir mesele var. O da zihinlerin tikel ve yüzeysel sorun çözme alışkanlığından kurtarılması gerekiyor.
Fıkhın yenilenmesi bağlamında bir başka önemli bir mesele şudur: Geçmişte bir İslam âlimi basit bir sosyal yapıya sahip geleneksel toplumda nelerin olup bittiğini biliyor ve bu nedenle çok fazla “sosyolojik bilgi”ye gereksinim duymuyordu. Bugün modern ve hatta post-modern toplumlar oldukça karmaşık ve soyut bir yapıya dönüşmüş durumdadırlar. Bu toplumların çözümlenmesi ve sorunların anlaşılması için mutlaka sosyolog, kültürel antropolog, siyaset bilimci, uluslararası ilişkiler uzmanı, tıpçı vs. bilim insanlarına da ihtiyaç bulunmaktadır. Bu sebeple makasıd modelinin işleyişinde din bilimciler kadar sosyal bilimler de görev almak zorundadır. İslami hükümlerin geçmişte nasıl bir toplumsal realiteye hitap ettikleri kadar günümüzde nasıl bir toplumsal realiteye uygulanacakları da önemli bir araştırma konusudur.
Madem ki bu tartışma Taliban ve Afganistan üzerinden başladı, o zaman şu soruları sorabiliriz. Eğer Taliban iktidara geldiğinde şeriatın ne olduğunu söylemek ve hemen uygulamak yerine Müslüman dünyasından âlim, düşünür, uzman ve sosyal bilimcileri davet edip nasıl bir şeriat, nasıl bir devlet, nasıl bir ekonomi vs. uygulayalım diye sorsaydı durum ne olurdu? Müslüman dünyanın bugün ulaştığı fikir ve bilgi birikimini kendi siyasal pratiğinde yönlendirici ilkeler olarak kabul etseydi, bu kadar muhalefetle karşılaşır mıydı? Ama hem İran’da hem de Afganistan’da şunu gördük ki, geleneksel mezhepsel ve kabilevi çıkarlar o kadar ağır basıyor ki hiç kimse burnunun ötesini görmüyor ya da görmek istemiyor.
Galiba çağımızda da İslamiyet, ünlü sosyolog Max Weber’in söylediklerini tekrar ediyor. Bir sosyolog olarak Weber İslam’ın ne olduğundan ziyade kimler tarafından temsil edildiğiyle ilgileniyordu. İslam tarihi üzerine yaptığı incelemelerde İslamiyet’in fatihler/askerler ve tüccarlar tarafından yayıldığını görmüş ve bunların dünyevileşme eğilimlerine karşı sufilerin tepki olarak ortaya çıktığını keşfetmişti. Vardığı sonuç şu olmuştur: İslam, taşıyıcılar üzerinden tarihte vücut bulmuştur. Ne dediğine değil, ne yaptığına odaklanmak lazım!
Bugün de İslam beldelerinde taşıyıcılara bakıp buradan ne çıkabileceğine karar vermeliyiz. Müslümanların yaptıkları üzerinden İslam’ı yargılamak yerine, Müslüman grup ve toplumların İslam anlayışlarını ve pratiklerini tartışmalıyız. Bu anlamda birçok model oluştuğunu görebiliyoruz: Pakistan modeli, İran modeli, Suud modeli, Afganistan modeli vs. Bu modellerin başarı ve başarısızlıkları, İslam’ın amaçları olarak belirlenmiş olan tümel ilkeler vasıtasıyla sorgulanabilir. Yani bu ülkeler ne kadar hayat, mülkiyet, düşünce ve din özgürlüğü vs. amaçları koruyup geliştirebiliyorlar? Bu kriterlerle olup biteni değerlendirmeliyiz.
Söylemek istediğim en önemli sözü en sona bıraktım: Şeriat adına fıkhın ürettiği bilgiler ve normlar, yani “fıkıh bilgisi” kutsal ve ilahi değildir. Fıkhın kaynaklarından sadece Kur’an ilahi bir kaynaktır. Onun dışındakiler ise beşerilikle maluldür. Bu ilahi ve beşeri kaynaklardan çıkarsanmış (istinbat) normlar da beşeridirler. “Kaynaklar” ile bu kaynaklardan çıkarsanmış olan “normlar” arasında bir ayrım yapmaz isek, o zaman bazı beşeri zihinlerin İslam anlayışını kutsallaştırmak ve dondurmak zorunda kalırız. Nitekim bugün geleneksel İslam hukukunu olduğu gibi günümüze aktaranlar ve uygulayanlar, geçmişte yaşamış ve o günün şartlarına göre içtihat yapmış olan âlimleri kutsallaştırıp dondurmuşlardır. Onların İslam anlayışlarını bizatihi İslam zannetmektedirler. Kaynaklar ile çıktılar arasındaki farkı ayırt edemeyecek kadar akılları müşevveş durumdadır.
Kaynak: Farklı Bakış