İslamcılık’la irtibatlandırılan ‘entelektüel fukaralık’ın sebebi ne?
Yetkin Düşünce bir ara bu konu üzerinde çalışsa faydalı olur.
Benim gördüğüm, bizler, yani bizim kuşağımız, içeriği doğru dürüst tartışılmamış, belirsiz, muhayyel bir projenin neredeyse farazi mevcudiyetini veri kabul ederek bir mücadelenin içine girmişiz.
Kimimiz parti, kimimiz dernek, vakıf, kimimiz cemaat, tarikat peşinde koşmuşuz.
Bu çabaların bir kimlik teşekkülüne katkısı olmuştur mutlaka.
Fakat, ilkelerden uzaklaşma, savrulma katsayımıza bakarak, teşekkül eden bu kimliğin aradığımız, bulmamız gereken kimlik olmadığını kabul etmek zorundayız.
Dışında kalın harflerle yazılmış ‘İslam’ etiketi bulunan zarfın meğer içine hiçbir şey koymamışlar!
Gazete kupürüyle yazılan iddianameler gibi, birkaç beylik slogandan öteye geçmeyen fişlerden başka içeriği olmayan bir zarf!
Fişler?
Hani ilk mektepte öğretmenlerimiz okumayı sökmemiz için fişler dağıtırdı. Ona benzer şeyler.
Ne gibi?
En meşhurlarından birini söyleyeyim.
“Çağımız buhranda, kurtuluş İslam’da.”
Kimse yalanlayamaz.
Kurtuluş İslam’da da, nasıl?
Bilmiyoruz. Çalışmadık.
Çalışmadığımız için fişte yazılı sloganı ‘doğrulamak’tan da çok uzağız.
Sloganı sadece tekrarlayabiliyoruz.
Aslında artık tekrarlamayı da bıraktık!
İşin kötüsü, yaşadığımız tecrübe, sloganı yalanlama işlevi gördü!
Prof. Dr. İlhami Güler, zarfın nasıl doldurulacağına dair bir bakış açısı sunuyor.
Anladığım kadarıyla, ‘ümmet’ kavramını müslümanlardan başka toplulukları da kapsayacak şekilde genişletiyor.
Bunu nasıl yaptığını şu cümlesinden anlayabiliriz:
“Aynı inancı paylaşan müminler, dini anlamda bir ‘millet’tir; sözleşmeli/anayasal olarak birlikte (aynı yurtta/ülkede) olan Müslim-gayrimüslimler ise, siyasi bağlamda maslahata dayalı bir ümmettir.”
Şu aşağıdaki önerme bu cümlenin doğru anlaşılmasına yardım edebilir:
“İslam, metafiziği ve toplumsal sözleşme teorisi açısından hem dini hem de etnik farklılıkları bir arada tutmaya elverişlidir.”
Bu bakış açısı değişik. En azından bazı ezberleri bozacak kadar.
‘Yeni bir söz söyleme’nin lüzumlu olduğunu düşünenler için üzerinde durulmaya değer.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk Türkiye’deki -ve biraz da İslam dünyasındaki- İslamcılığın bir öyküsünü yazmış.
Katıldığım, katılmadığım noktalar var.
Buraya en çok katıldığım cümlesini alacağım.
“Kanımca, bugün yapmamız gereken iş, İslamcılık üzerine daha fazla kafa yormayı bırakıp vaktiyle hazır bulduğumuz İslam ve Müslümanlık içinde ilmi, fikri ve ahlaki bir cehdle yeniden ihtida etmemiz gerektiğini anlamak ve bunun gereğini yerine getirmeye odaklanmak olmalıdır.”
Ümit Aktaş kapsamlı bir tarihi perspektif sunuyor.
Herkes ‘İslamcılık’ın öyküsünü farklı farklı şekillerde yazabilir.
Öykünün içindeki ‘kişiler’e farklı farklı roller yakıştırabilir.
İçinde itiraz edebileceğim noktalar olmakla birlikte ‘öykü’nün ana çerçevesi doğru.
Bu öyküde Ak Parti tecrübesi mutlaka yer alır.
Sürecin popülist politikalarla yoldan çıkarıldığını düşünüyor Aktaş.
“Ak Parti’nin içerisinde bulunduğu politik çıkmaz da, kalkınmacılık kadar, hukuka indirgediği adaleti de “güç metafiziği’ne araçsallaştıran, demokrasiyi salt sayıların oyununa dönüştüren ve sonuçta ise ‘gücün metafiziği’ne yönelerek popülizmin duvarına tosladığı bir samimiyetsizliğe dayanmaktadır.”
Ne tavsiye ediyor?
Söylemini ve eylemini özeleştiriden geçirmeyi.
Sorun ne?
Bu özeleştiriyi yapacak deneyime, entelektüel birikime ve cesarete sahip olamamak.
Makalenin ortalarında yer alan bir cümle çok belirleyici:
“Son tahlilde İslamcılık akim kalmış bir tasarıdır.”
Makalenin seyrindeki karamsarlığa rağmen sonunda kapıyı aralık bırakmış.
“Şura, adalet ve toplumculuğa dayanan bir insani oluşu, tanrısal bir güvenin cesaretiyle tüm insanlığı kucaklayacak bir eminliğin iklimine ulaştırmak, kendimizle birlikte insanlığı da kurtuluşa ulaştırmanın yegane koşulu.”
Ben de ümitvar olmak isterim.
Ama istemek yetmiyor.