Yardım kuruluşlarımıza bakıyoruz, sadece lokal ve bölgesel alanda değil dünya çapında faaliyet gösteriyorlar.
Ümmet genelinde güzel bir dayanışma örneği sergiliyorlar. Bir bölgede yoksulluk, sefalet veya bir afet varsa oraya bu gönüllü sivil toplum kuruluşlarınımız koşuyorlar. Bir kısmı gıda yardımında bulunuyor, bir kısmı Afrika'nın muhtelif yerlerinde su kuyusu açıyorlar, bir kısmı kurban kampanyası yapıyor.
Bazı kuruluşlarımız da savaş bölgelerine yardım götürüyor. Bütün bunlar takdire şayan bir durum.
Bunların olması güzel bir şey. Ancak bizim bu satırlarda ifade etmek istediğimiz ümmet genelindeki bu sorunlar palyatif bir şekilde değil de kalıcı olarak çözülebilmesi için mevcut Müslüman ulus devletlerin Avrupa Birliği örneğinde olduğu gibi gümrük birliğine giderek, sınırları kaldırarak "tek devlet" yapılanmasına gitmesi gerektiğidir.
Ümmet coğrafyalarında mevcut olan sorunların bertaraf edilmesi bu birlik ve dayanışmanın kurumsal yapı olarak tesis edilmesine bağlıdır.
İslâm Birliği müesses nizamı zorunlu kılmaktadır. Sürekli tekrarladığımız, "Birlikten kuvvet doğar." atasözü bu gerçekliği ifade etmektedir. Ümmet genelinde üretim ve pazar birlikteliği ve gümrüklerin/sınırların kaldırılması ekonomik anlamda çok büyük bir kalkınmayı beraberinde getirecektir. (Avrupa Birliği bu amaçla tesis edildi ve gümrük birliğine gidip süreç içerisinde aradaki sınırları kaldırdılar.) Yani böylesi bir gelişme Avrupa Birliği örneğinde olduğu gibi ümmet genelinde mevcut olan iktisadî darboğazı da ortadan kaldırmış olacaktır.
Özellikle Merhum Erbakan'ın D-8 orojesi kapsamında olan ortak para biriminin tesis edilmesi doların sömürü ve tahakkümünün sonu olacaktır.
Müslüman ülkelerin ABD ve Avrupa Birliği ülkeleri ile yaptığı ticari hacimlerine baktığımızda ve ne tür ürünlerin ithal edilip nelerin ihraç edildiğini gördüğümüzde sömürülmekte olduğumuzu rahat bir şekilde anlamış olacağız.
Şu gerçeği bilmiş olalım ki Müslüman ülkeler olarak bizim ABD ve diğer Batılı ülkelerle mütekabiliyet esasına dayalı bir ilişkimiz söz konusu değil. Açık açık tahakküm altında sömürülmekteyiz. Başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin tasallutu ve sömürüsü altındayız. Bizi Avrupa Birliği'ne almamalarının nedeni, bizimle mütekabiliyet esasına dayalı, yani eşit koşullarda ekonomik ilişkiye girmek istememelerinden dolayıdır.
Hiç ham hayaller peşinde koşmayalım, bizi Avrupa Birliği'ne asla almayacaklar. Almasınlar zaten.. Biz yanlış adresteyiz. Asıl olarak biz İslâm Birliği'ni tesis etmeliyiz. Bu bizim için aynı zamanda imânî bir vecibedir. Yüce Rabbimiz muhtelif ayet-i kerimelerde bize, "Birlik olun, eğer birlik olmazsanız gücünüz gider zaafa uğrarsanız" diye uyarılarda bulunuyor. Hata ve günahlarıyla birlikte Osmanlı birlik oluşturduğu için asırlarca üç kıtaya hükmetti.
Demek ki birlikten kuvvet doğuyormuş. Osmanlı dağıldıktan sonra bir türlü ümmet birliktelik oluşturamadı. 57 ulus devlete bölünmüş vaziyetteyiz.
Uluslararası arenada esamemiz okunmuyor. "Dünya beşten büyüktür" diye feveran etsek de hiçbir alanda varlık gösteremiyoruz ve İslâm ülkelerinin çoğu büyük şeytan ABD'nin şamar oğlanına dönmüş vaziyette.
Bugün nice zamandan beri İslâm coğrafyalarında iç çatışmalardan dolayı oluk oluk Müslüman kanı akmaktadır. Son otuz - kırk yıl içerisinde bu çatışmalardan ve büyük şeytan ABD'nin bu sorunlu bölgelere girip yapmış olduğu katliamlardan dolayı milyonlarca insanımız öldü. Milyonlarca insanımız doğup büyüdükleri toprakları terk ettiler. Kadim İslâm beldeleri enkaz yığınına dönüştü.
ABD bu zulümlerini sadece kendi askerî varlığı ile icra etmiyor, ayrıca taşeron örgütler kullanıyor. Bildiğiniz üzere iç savaşların ve etnik çatışmaların yaşandığı bölgelere 50 bin TIR dolusu silahı sevk etmesi onun çok yönlü şeytanî plânının bir parçasıdır.
Bölünmüş olan İslâm coğrafyasını daha da küçük parçalara ayırmanın derdinde. Amaç zenginliklerimizi daha rahat sömürmek, daha rahat hortumlamak ve Siyonist çeteye "Arz-ı Mevud" adına alan açmak. Böyle mi olmalıydı?
Bakınız, eşyanın tabiatı boşluk kabul etmiyor. Müslümanların korumadığı, Müslümanların doldurmasını ve boş bıraktığı alanları elin gâvuru 13 bin kilometre uzaktan gelip dolduruyor ve kendi piyonlarını yerleştiriyor...
Eğer Osmanlı dağıldıktan sonra hemen toparlanıp birliğimizi tesis etseydik asla bu acı hadiseler başımıza gelmezdi. Müslümanlar kendi bulundukları coğrafyalarda takdire şayan bir şekilde kurtuluş savaşı verdiler. Mütegallibeyi yani işgalcileri kovmayı başardılar. Ancak siyasî yapılanmada sekteye uğradılar, sınıfta kaldılar.
İşgal güçleri çekilirken Müslüman yöneticilerle bir takım anlaşmalar yaparak çekildiler. Aslında yapmış oldukları anlaşmalarla geri çekilmiş olmadılar. Siyasî olarak tasallutlarını sürdürmeye devam ettiler. Tasallut ve sömürü düzenlerini sürdürmek için kendi değerleri ile hemhâl olmuş piyon yöneticileri devreye soktular. Bu yöneticiler ilk iş olarak muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak adına halkın aidiyet değerlerine savaş açtılar. Savaştan çıkmış bir milletin her şeyden önce bayındırlık hizmetlerine, sanayi ve ekonomik kalkınmaya ihtiyacı vardır. Metazori olarak halkın kıyafet anlayışını değiştirmeye kalkmak, halkın bin yıldır kullandığı alfabeyi tebdil etmek ve gâvur kanunları ile ülkeyi yönetmeye kalkmak medeniyet değildir.
Medeniyet yol demektir, fabrika demektir, kaliteli eğitim demektir, halkın refahının yükseltilmesi demektir. Ayağında çarık olana fötr şapka giydirmek değildir. Medeniyet ekonomik ve kültürel kalkınma demektir. Medeniyet her şeyden önce sosyal ahlâk demektir.
Medeniyet Batı'nın kokuşmuş ahlâk dışı yaşam biçimine öykünmek ve eklemlenmek demek değildir. Medeniyet İslâm Birliği'ni tesis etmek demektir. Bakınız adı Yesrib olan bir şehrin medeniyet anlamına gelen "Medine" olarak anılması orada 52 maddelik bir anayasa metni ile oluşturulan site devletinden dolayıdır.
Gerçek medeniyete ancak ve ancak kendi aidiyet değerlerimiz muvacehesinde oluşturacağımız birlik sayesinde ulaşabiliriz.
Bu birlik idealimiz/ülkümüz imâna taallûk etmektedir...