Shadi Hamid’in perspektif.online’da “Tanrısız Amerika” başlıklı bir yazısı çevrildi. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.
Birleşik Devletler uzun zamandır Batı demokrasileri arasında benzersiz ve hatta belki de kuşkuyla mütedeyyin bulunuyordu. 1937 ila 1998 arasında kilise üyeliği, yüzde 70 dolaylarında seyrederek, nispeten değişmeden kaldı. Sonra bir şeyler oldu. Son yirmi yılda bu oran yüzde 50’nin altına düştü. Bu, Amerika tarihinde kaydedilmiş en keskin düşüştü. Bu arada din seçeneğine ‘hiçbiri’ diyenlerin yani ateistler, agnostikler ve dini olmadığını iddia edenlerin sayısı hızlıca arttı ve bugün nüfusun yüzde yirmi beşini oluşturuyorlar.
Ancak eğer sekülerler, dindarlıktaki düşüşün inancın kışkırttığı tutkulardan arınmış daha rasyonel siyasete yol açacağını umuyorlarsa hayal kırıklığına uğramaları muhtemel. Özellikle Hristiyanlığın zayıflamasıyla ideolojik gerilim ve ayrışma arttı. Görünen o ki Amerikan inancı hep olduğu gibi hararetli; sadece bir zamanlar dini inanç olan ne varsa artık siyasal inanışa kanalize oldu. Amerika’nın ne anlama geldiğine ilişkin siyasi tartışmalar teolojik münazaralar karakterini aldı. Din olmadan din işte böyle bir şey.
Kısa bir zaman önce Amerikalı izleyicileri bir karşıtlık sunarak rahatlatabilirdim: Orta Doğu’da siyaset başka yollardan savaş, ki bazen kelimenin tam anlamıyla savaş, demekken, Amerika’da siyaset varoluşsal olarak daha az rahatsız ediciydi. Arap Baharı sırasında Mısır ve Tunus gibi ülkelerde tartışmalar sağlık hizmetleri ya da vergiler hakkında değildi, buradaki tartışmalar bazen korkutucu şiddette temel sorunlar hakkındaydı: Bir ulus olmak ne anlama gelir? Devletin amacı nedir? Kamusal hayatta dinin rolü nedir? Obama yıllarında Amerikan siyasetinin heyecanlı anları olmuştu (2009 yılı başlarında bir seri protestoya dönüşen vergilerin ve devlet harcamalarının azaltılmasını savunan bir siyasal hareket olan Çay Partisi Hareketi vardı ve Obama’nın IŞİD ile mücadele konusunda yaptığı bir basın toplantısında açık kahverengi takım elbise giymesi eleştirilere yol açmıştı), ama yine de görece sıkıcıydı.
Ne kadar şanslı olduğumuzu idrak edemedik. Obama döneminin sonundan bu yana, Amerikalı olmanın ne anlama geldiğine dair tartışmalar, söz gelimi Belçikalı-lık ya da İsveç’in “anlamı” üzerine tartışmalarda tasavvur edilemeyecek bir coşkuyla dolu oldu. Birinin İsveçli olmamak ya da Britanyalı olmamakla suçlandığını nadiren duyarız, ama Amerikalı olmamakla suçlama hem solun hem de sağın ötekine karşı kullandığı yaygın bir hakarettir. Amerikalı değil diye adlandırılmak, Hristiyan olmayan ya da İslami olmayan olarak adlandırılmakla, dini inançlara aykırı olmakla itham edilmek gibidir.
Bunun nedeni, Katolik filozof Micheal Novak’ın bir zamanlar söylediği gibi, Amerika’nın kendisinin “neredeyse bir din” olmasıdır, özellikle de yeni kimliklerini din değiştirmenin coşkusuyla karşılayan göçmenler için. Amerikan medeni dininin kendi kurucu miti, peygamberleri ve törenleri, aynı zamanda da Bağımsızlık Bildirgesi, Anayasa ve Federalist tefrikadan oluşan kutsal metinleri vardır. Martin Luther King ünlü “I Have a Dream” (Bir Hayalim Var) konuşmasında “Gün gelecek, bu ulus ayağa kalkıp kendi inancını gerçek anlamıyla yaşayacak” dileğinde bulunmuştur. Bir ulusun kendi inancı olabileceği düşüncesi (ki bu ifadede kullanılan inanç sözcüğü aslında dinle ilgilidir) Amerikalı kimliğinin eşsizliğini ve aynı zamanda vaziyetinin kötülüğünü resmetmektedir.
Son zamanlarda etkin olan, bir zamanlar dinin bulunduğu boşluğu dolduran Amerikan ideolojilerinin ayrılık yaratmasına şaşmamalı. Bu ideolojilerin ayrılıkçı olması istenir. Solda sosyal adalet ve ırksal eşitliğe, azınlık grupların eşitlik ve temsil iddialarına vurgu yapanlar yani “woke”ler (uyanıklar) ilk günah, kefaret, ritüel ve aforoz etme gibi dini kavramları alarak bunları seküler amaçlar için kullanmak üzere değiştirir. Bu hareketin taraftarları (Wokeistler) kendilerinin ulusun kuruluşundaki istisnailiğini vurgulayan ve uzun zamandır egemen olan anlatıya meydan okuyor olduğunu düşünürler. Din, vadedilen toprakları yukarılarda bir yerlerde, Tanrı’nın krallığında görürken, ütopyacı sol bunun ileride, yeryüzünde adil bir topluma erişilen yerde görür. Yüksek Mahkeme Yargıcı Ruth Bader Ginsburg’un Eylül ayında ölmesinin ardından, yasını tutan gruplar Yüksek Mahkeme’nin önünde toplandılar. Kimi diz çökmüştü, kiminin ellerinde mum vardı: Ağlama duvarının önündelermiş gibi.
Sağda ise Trump merkezli etnik milliyetçilik taraftarları hâlâ organize dinin bazı süsleriyle sarıp sarmalamış durumda, ama sonuç genellikle Hristiyan şahitlerden yoksun bir diriliş çadırına benzeyen bir hareket. Donald Trump’ın taşkın mitingleri Tanrı’nın oğlundan ziyade kan ve toprağa ağırlık veriyordu. Trump, hem kurtarıcıyı hem de kurbanı oynadı ve bu denli eksiklikleri olan bir adamın askerlerini kafaya alabildiğine hayret etmek rahatlatıcı. Sağdaki pek çok insan QAnon gibi, dünyevi yozlaşmanın tanrısal bir güç tarafından ıslah edilmesinin dini bir hikayesini anlatan gizli plan kültlerinde teselli bulur.
Birleşik Devletler Hristiyan bir ulus olarak kurulmamış olsa da, Amerika’nın öz tanımlamasının içinde daima Hristiyanlık da bulunmuştur. Bu olmadan Amerikalıların – ister muhafazakârların ister liberallerin – sığınacakları ortak bir kültür olmayacaktır.
Solda wokeizmin ve sağda Trumpçılığın çeşitli türlerinin, gazeteci Murtaza Hussain’in Amerika’nın “Tanrı biçimindeki boşluk” olarak adlandırdığı bu manevi boşluğu tam olarak doldurması maalesef mümkün değil. Din kısmen, kendini tüm kusurlarıyla dünyevi zamandan uzaklaştırmaya dairdir. En iyi durumda din, kati hükümlere tutunmadan başka bir zamana belki de sonsuza kadar varolma rahatlığı sunar. Yeni seküler dinler ilahi lütuf ya da ilahi adalet olasılıklarını değil birilerinin günahın vücut bulmuş hali, “acınası” ya da “devlet düşmanı” olarak gördüğü vatandaşlarına karşı hoşnutsuzluğunu serbest bırakıyor.
Belirgin ideolojik bir temayülü olmayan demokrasilerde, yani demokrasilerin çoğunda, millet olma, yüzyılların sağladığı belirgin bir farklılığı olma ortak duygusuna dayanmalıdır. Bu grubun dışında olanlar ve göçmenler için, hiçbir zaman kendilerinin olmamış bir tarih ve etnisitenin özel bir yer sahibi olduğu bir ulus kimliğini benimsemek zor olabilecektir.
Savaş sonrası Almanya’yı ele alalım. Almanlık sadece bir gerçek olarak görülür, bir istekten ziyade bir doğum kazasıdır. Holokost’tan duyulan utanç ulusal bir değer olarak görüldüğü için ülkenin aynı anda bir güçlü ve bir zayıf ulus kimliği vardır. Mağrur olmamaktan duyulan bir gurur vardır. O halde diyelim ki Müslüman göçmenler için kendilerinin olmayan ve aslında pek çok Alman’ın da geçmişte bırakmayı umduğu bir geçmişe bağlı bir Alman kültürü ve dilini sevmek ne anlama gelecektir?
Almanya’ya taşınan, orada yıllarca yaşayan ve dil öğrenen bir Amerikalı bir Amerikalı olarak kalmayı sürdürür, bir “expat” olur. Eğer Amerika medeni bir dinse, sen onu bırakmadığın, ondan çıkmadığın sürece seninle kalması mantıklı görünecektir. Berlin’de bulunan Aspen Institute’ün eski başkanı Jeff Gedmin bunu bana şöyle anlatmıştı: “Strudel yiyebilirsin, akıcı Almanca konuşabilirsin, yerel kültürü benimseyebilirsin, ama yine de pek çoğu senden “Alman pasaportu var” (Er hat einen deutschen Pass) diye bahsedecek. Kimse sana Alman demeye başlamayacak.” Doğma büyüme Amerikalıların pek çoğu uzun süreliğine yurt dışında yaşayabilir ama çok azı kalıcı olarak göç eder. Amerika’ya gelen göçmenler Amerikalı olma eğilimindedir, Amerika’dan diğer ülkelere göç edenlerse Amerikalı kalmaya eğilimlidir.
Amerikalılar ülkelerine ilişkin nefretlerini dile getirdiğinde, bunu olumsuzluğundan ziyade vatanseverlik ödevini yerine getirmek için ifade etme eğilimindedir. Geri dönmemek üzere Amerika’dan ayrılan nadir Amerikalıdan biri olan James Baldwin’in de belirttiği gibi: “Amerika’yı dünyadaki herhangi bir ülkeden daha çok seviyorum ve tam olarak bu nedenle onu daima eleştirme hakkı konusunda diretiyorum”dur. Amerika’dan hoşlanmayan Amerikalılar onu terk etmekten hiç hoşlanmıyor görünüyor (Başkanlığı bir Cumhuriyetçinin alması durumunda artık ülkede kalamayacağını söyleyen tüm liberallerin ülkeyi terk etmemelerine dayanarak). Ülkeden ayrılan Amerikalılar tıpkı Baldwin gibi yine de ülkeyi sevmenin bir yolunu buluyor. Bu Amerika’nın dini inanışa dayanan doğası için iyi bir haber ve en azından geleceğe dair biraz umut verici olabilir. Ama sevgi yeterli midir?