Oruç ayının zihinlerimizi tazelediği, şehirlerimizin ruhuna ışık tuttuğu şu günlerde, insan ister istemez kültürel ve siyasi hayatımızın nasıl bir seviyesizlik istilası altında olduğunu düşünmeden edemiyor. Bu öylesine incitici bir duygu ki, mesela orucun şehirlerimize misafir olduğu şu ruhaniyet ikliminde İstanbul´a bakarken hüzünlenmemek mümkün değil. Maalesef bir medeniyet başkenti olan İstanbul ruhunu kaybettiği için, şiirini de kaybetmiş bir şehir artık...
***
Tepelerden baktığımızda İstanbul´u göremiyoruz, eminim Yahya Kemal bugün yaşasaydı, ömrünün gönül tahtına kurulan bu şehir için kederli şiirler yazardı. Ama biz yine de bu ?Aziz İstanbul´a? Yahya Kemal´in şiirlerinden bakmaya devam edeceğiz.
/Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiç bir yer.
Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer./
Oysa biliyoruz ki, dünyanın değişik coğrafyalarındaki şehirler aslında farklı medeniyetlerin mekanda tecessüm etmiş halidirler. Hiç kuşkusuz farklı medeniyet havzalarındaki şehirlerin mimari üslubu ve insan dokusu farklı olduğu için estetik tasavvurları da farklı olacaktır. Ama hepsinin ortak özelliği, ait oldukları medeniyetin ruhunu yansıtmalarıdır.
Hayatın bütün alanlarında olduğu gibi, şehirlerimizdeki kalite ve estetiği de kaybettik maalesef... Eğitimde, kültürde sanatta her gün bize ait değerlerimizin kaybolduğunu, yeni medeniyet değerleri üretemediğimizi gördükçe hayıflanıyoruz ve çaresiz geçmişin güzellikleriyle teselli bulmaya çalışıyoruz.
Tarihimizin kültürel ve estetik değerleriyle övünmenin elbette bir mahzuru yok. Ama eğer yaşadığımız çağın ruhuna uygun yeni kültür ve bilim insanları, mimarlar, müzisyenler, ressamlar, romancılar, şairler yetiştiremiyorsak ve hele de estetikten yoksun ucube şehirlerde yaşamaya mahkum durumdaysak geçmişle övünmenin hamasetten öte bir anlamı olmayacaktır.
Hazin olan şudur; günümüz siyasetçilerinin, devlet adamlarının kültürel hafızası kaybolduğu ya da hiç olmadığı için geleceğimizi inşa edecek güçlü bir siyesi vizyondan da mahrum durumdayız. Kabul etmek gerekiyor ki, dünya ölçeğinde bilim, kültür ve sanat insanları yetiştiremeyen toplumların siyaset ve yönetim anlayışlarının evrensel anlamda bir kalite ifade etmeleri de mümkün değildir.
Maalesef bilim, sanat ve kültür, siyasetçilerimizin nazarında hiçbir anlam ifade etmiyor. Ufukları günübirlik siyasetin ötesine geçemediği için de yeni medeniyet değerleri üretecek politikalar geliştiremiyorlar. Nizam´ül Mülk, Siyasetname adlı eserinde ilmin önemi hakkında şöyle bir anekdot anlatıyor: ?Lokman Hekim, ?Bana, ilimden daha dost kimse yoktur, ilim hazineden daha iyidir, çünkü senin hazineyi koruman gerekir, halbuki ilim seni korur´ der.?
Kısacası siyaseti zenginleştirecek, şehirlerimizi güzelleştirecek, hayatımıza anlam katacak, bizi koruyacak bilim, kültür ve sanat değerlerinden mahrum haldeyiz.
Bu yüzden de modern dünyanın ürettiği değerler karşısında savunmasız durumdayız. Ne yazık ki kaliteyi, liyakati önemsemeyen böylesine bir zihniyet yapılanması, çok doğal olarak devletten topumun bütün katmanlarına kadar her aşamada seviyesizliği meşrulaştıran bir iklim oluşturmaktadır.
Hal böyle olunca da, yaşadıkları çaresizlikler karşısında insanların ?şanlı tarih´ masallarına sığınmaları kaçınılmaz hale gelmektedir.
Doğrusu gönül isterdi ki, zihni ve yüreği sanat-edebiyat değerleriyle zenginleşmiş, kültürel hafızası sağlam siyasetçilerimiz, devlet adamlarımız olsun...
***
Bazen çılgınlık yapıp, her gördüğüm siyasetçiye değerli mütefekkirimiz Nurettin Topçu´nun şu cümlelerini yüksek sesle okumak istiyorum: ?Kur´an, bir hayatın vahiyden doğan eseridir. O Allah´ın eseri olduğu gibi, Mikelanj´ın ebediyete ses veren heykelleri, Beethoven´in ebediyeti çıldırtan senfonileri de Allah´ın eseridirler. Bunlar Allah´a götürücüdürler. Faust gibi bir eser, Goethe´nin ömrünün elli dokuz yılını uğraştırdı. Corot, bir tabiat ve bir ağaç vahyiyle bin bir tablo yaratarak ebediliği kazandı.?