Çok eskiye gitmeden söylersek eğer, Osmanlı´nın Yavuz Sultan Selim ile başlayan ve başta Mısır olmak üzere Orta Doğu coğrafyasının en başta Sünni toplumlarını Hilafet teorisi adına Osmanlı´ya dahil edilmesine koşut bir şekilde, bu kez İran coğrafyasında, aynı zamanda kendisi de Türk olan Safevilerin, iktidar elde etme, güç devşirme ve toprak elde etme düşüncesiyle Şiiliği, intizar(bekleyiş) düşüncesinden çıkarma saikiyle imamet teorisine uygun bir şekilde değerlendirdiği görülecektir.
Birbirine komşu olan her iki güçten biri olan Osmanl´nın, önce Anadolu topraklarında güçlenip devletleşirken ve giderek kendini ´yakın´ Sünni coğrafyanın hakimi/hadimi olarak tanımlayıp değerlendirmesi karşısında, bir ´etki-tepki´ kabilinden olsa gerek, Safevilerinde İran coğrafyasında Şiiliğe sığındığı, bağlandığı ve onun üzerinden kendine bir meşruiyet(´şer´iyyet, yani yasallık) kazandırdığı bilinmektedir.
Sonuçta, öteden beri Haçlılar örneğinde olduğu üzere birçok yıkıcı unsurun bölgenin insicamını bozma girişimlerine bakıldığında, Safevilerden ziyade Osmanlı´nın Sünni coğrafyada bir hakimiyet kurması, gelişmelere ve toplumsal isteklerin mahiyetine bakıldığında, aynı topraklar üzerinde kurulu bulunan birçok Sünni´ devletin de (ör. Memluklar) sonu demek olacaktı.
Rasyonellk bağlamında reel açıdan böyle olmakla bilikte, meşruiyet açısından yine realiteye her zaman vurgu yapılıyor olmasının yanında, elde bulunan Sünni formun ´mevcut´ metinsel formunun, alabildiğine devlet aygıtının tesisine ve giderek onun üzerinden devletin adeta kutsal bir yapı olduğu görülecekti. Ki bu durum aynı zamanda, zamanı açısından söylersek, döneminin Sünni ve Şii devlet yapıları içinde aynı manzaraya işaret ediyordu.
Tarih içerisinde vukubulan Osmanlı-Safevi ilişkilerinin dinden hareketle mezhebi formlar üzerinden hem içte ve hem de dışta temellendiği ve politikalarında bu şekilde sürüp gittiği söylenebilirdi.
Modern dönemde ´klasik´ mezhepsel straterji düşüncesi...
Bin yedi yüzlerden, hatta bin altı yüzlerin sonlarında başlayan ve her iki devletin aynı zamanda bir çöküş trendine girmesi anlamına gelebilecek olan, çoğu da dıştan kaynaklanan hadiselere bakıldığında, yönetim erklerinin giderek zaafa uğradığı vakıası söz konusu oluyordu.
Bu durum İran tarafında, Safevi iktidarından sonra Kaçarlar ve Pehlevi hanedanı döneminde kendini, devlet olarak batılılaşma kulvarına dahil etmesiyle başlayan -çoğu da molllaarın başını çektiği ´iş´ isyanlar ve İngiliz ve Rus işgalleri- uzun bir sürecin sonunda, 1979 devrimi ile birlikte, bu kez dinden apartılan meşruiyet konusu, Humeyni´nin Velayet-i Fakih kavramsallaştırmasıyla vs. modern dönemde ve hem de batılı bir form olan cumhuriyet kalıbı içerisinde kendin yeniden ve hiç olmadık oranda pekiştirilmişti.
Buna mukabil Osmanlı sonrası dönemde Kemalist sistem içerisinde, devlet için önemli ve gerekli olan meşruiyetin kendini, laiklik adına ortadan kaldırmış ve yerini ona devretmişti Ama bunun yanında, ta Miladî 1500´lerden beri Osmanlı´ya rengini veren hilafetin şahs-ı manevisi kendisini yeni meclis´e havale etmiş ve sözde onun koruması altına alınmıştı.
Daha sonraki süreçte İran örneği öncesinde, bu kez Suudi Arabistan saikiyle mezhebi meşruiyetin Vehhâbilik üzerinden, daha onda da Pakistan özelinde aynı minvalde devşirildiği bilinmektedir. Bununla birlikte, en çok eleştirilen mezhebi meşruiyet çabası, Suudi ve İran örneği üzerinden yapılmaktaydı...
Konumuzu kavrama açısından bakıldığında, yine Suudi´nin Orta Doğu bağlamında Sünni dünyada ve İran bağlamında ise, hem Şii hiterland içerisnde ve hem de İran´ın bu kez üstü örtük bir şekilde Irak, Suriye, Lübnan, Filistin, birçok körfez ülkesi, Orta Asya ve bir punduna getirebildiği takdirde de Anadolu toprakları üzerinde uygulamayı düşündüğü büyük ölçekli ve Şiiliğin de enstrüman olarak kullanıldığı Sasani hegomıonyası gerçeği öne plana çıkmaktaydı.
Bunun yanında Türkiye´nin 2000´lere kadar hem salt saf laik ve hem de ´yurtta ve cihanda sulh´ düşüncesine bakıldığında, mezhepçi bir politika uygulanmamıştı.
2000´lerde ise Ak Parti´nin, her şeyden ziyade gerek Arap baharı vesilesi ve hem de Suriye iç savaşı üzerinden bölgede, yine büyük bir kısmı Müslüman olan halklara kol kanat germe adına inisiyatif almasının mezhepçi politikalara dönüş olarak okunması, her ne kadar dışarıda kendi bağlamından kopuk ve yıkıcı bir şekilde dile getirilmesi ve hem de, maalesef içte, başta sadece kendi konumlarını koruma, bunun yanında da oluşan manzaradan nemalanma düşüncesinde olan gelenekçi -bir kısmı da mezhepçi- Sünni çevre ve blokların, realiteden ve rasyonaliteden yoksun politik halleri dışarıda, adeta Türk devletinin düşüncesi gibi okunmasına sebep olmaktaydı...
Mezhepsel strateji ile nereye kadar...
İlk dönem İslam tarihinden başlamak üzere, dünyanın modern saiklerle anlamlandırılmaya ve anlaşılmaya ve anlamaya başlandığı güne kadar ki süreçte, devlet olan yapıların büyük çoğunluğunu Sünni form içerisinde mütalaa edilen ve her biri o cenahı, çeşitli alanlarda temsil ettiği bilinen mezhepler muvacehesinde değerlendiriliyordu. Bunlar, iki büyük kol olarak Eş´arilik ve Maturdililik olarak tespit edelebilidi. Bunlara günümüz İslam dünyasında entelektüel düzey haricinde pek bir bağlısı olmayan Mutezililiği de ekleyebilirdik. Ki Mutezlilik te, o dönem âlimleri tarafından, ona karşı günümüze nazaran Sünni çerçeve içerisinde değerlendiriliyordu.
Yine bunların yanında birde, ilk başlarda Ahmed Bin Hanbel´in temsil ettiği, daha sonraları İbni Teymiye ile anılan, 1700 ler de Arabistan´da Muhammed bin Abdülvehhab´ın şahsında Suudi´ye ´teolojik´ kaynaklık eden ve Afganistan´ın ve Irak´ın 2000 lerin başında Amerika tarafından işgali ile prim yapan ve şimdilerde de ´bir yanılsama ürünü´ olmasına rağmen taraftar toplayan Selefiliği görmekte idik. Sünnilik ümmetin maslahatını koruma içgüdüsüyle hareket eden, Şiilik ise, kendi öznel şartları içerisinde içe kapanan, Selefilik, daha doğrusu tekfirci Vehhabilik ise, ne olursa olsun ´düşmana´ saldırmayı baz alan bir yapıda idiler.
Gerçi, Selefiliğin, kendi argümanları açısından bakıldığında selef akidesine dönüşü ve bir arınmayı temsil etiği bilinse de, günümüzde, ondan hem teolojik destek alan, ona yaslanan, aslında onun kendine has ilkelerini çarpıtarak kullanan bir anlayışın kurbanı oluyordu.
---
Modern dönemde, bu saydığımız formların, bazı devletler tarafından, hem de mezhepçi saiklerle kullanılmasının yanında, bunların, o devletlerin, en başta hakimiyet kurduğu topraklarda, hem bu mezhebi formlara sahip diğer toprakların ele geçirilmesi, elde tutulması, kendi hinterlandını genişletmesi, etki alanını alabildiğine büyütmesi, aynı zamanda, kendileri gibi çağdaş dünyada hem varlık sahibi olan ve hem de ´çok´ güçlü olan batılı devletlerle iş tutmada, halkın bir arada bulundurulması demekti.
Bunu günümüzde en çok İran´da ve Suudi´de görmekteyiz. Uzun asırlar hüküm süren Osmanlı´nın -hatta Selçuklu´nun- maddi, kültürel, sosyal ve dini/mezhebi mirasını üstlendiği düşünülen Türkiye´nin başta yaptığı tercihine bağlı olarak laiklik çerçevesinde kalması, onun bu mirasla ilgili olarak bir bağının kalmadığı söylenebilirdi.
Ama Türkiye´nin, bu mirasa, müksebata ve o zamadan bu zamana devredilen ´Sünni´ nüfusa rağmen, Suriye hadisesine kadar, gayr-i resmi ve halk bazında o da yer yer seyretse de, mezhebi bir politikası ve niyeti olmamıştı. Belki Suriye hadisesi vukubulmasaydı, yine olmayacaktı. Zira cumhuriyet tarihi boyunca, oluşan yapı, elde tutulan dengeler, yapılan tercihler ve özellikle de halk bazında kalsa da, İslam ümmetine önderlik, liderlik düşüncesi, gelenekçi yapıların çok arzulamalarına rağmen, pek zahir olmamıştı.
Suriye hadisesi ile ve karşı tarafta, İslam´a uygun olmadığı bilinen Nusayrilikten ziyade, İran´ın bölge bazında sürdürmeye çalıştığı ´geniş ve dar politikalar´dan dolayı işin içerisine Şiiliğin girmesine, koşut ve bir ´etki-tepki´ mes´elesi babında, giderek halk tabanından başlamak üzere ´yeni dönem´ siyasilerine, oradan mevcut iktidara kadar bir silsile içerisinde bir trendin başladığı görülmektedir. Umarız ki bu tablo eski olumlu refleksler kabilinden ortadan kalksındı...
Olması da gerekirdi, ki kimlik oluşturmak için mezhep yerine dinin bizzat kendisi tercih edilmeliydi. Mezhep geçiciliği, iktidarsal meşruiyeti vb. temsil ederdi, din/İslam ise tüm toplumu, ümmeti, hatta tüm insanlığı ve kalıcılığı tensil eder, ona vurgu yapardı.
Ara başlığımıza dönecek olursak, Mezhepsel strateji ile nereye kadar gideceğimiz, gidebileceğimiz, yol alabileceğimiz hakkında, geçmişe dönüp ortada bulunan olumsuz örneklere ve gri tablolara baktığımızda sağlıklı bir yere varmayacağımızın, varamayacağımızın bilinmesi gerekirdi. Zira bu strateji ve izlenen yol yol değildi, en azından, modern argümanlarla kendi toplumuna hakim olmaya çalışan ´mezhepçi´ devletlerin, kendi çıkarları uğruna mezhebi argümanları tepe tepe kullandığı ve bu hor kullanışın aslında dine zarar verdiği, ondan en çok dinin zarar gördüğü ve imajının zedelendiği söylenebilirdi. Ki düşmanın ağzı çuval değildi ki büzeydin!
Medeniyet stratejisi?
Amiyane bir deyim vardı; "mal bozuk, mal müdürü ne yapsın" diye. Eğer bir yerde eskiyen, çürüyen olgulardan kaynaklanan ve beraberinde ise, zedelenmeyi getiren durumlar, bunlara ek olarak birileri tarafından elde tutulan olumsuz imaj vardı ise, bunlara kaynaklık teşkil eden formdan kurtulup bir başka form´a geçişte, sanıldığı gibi kolay ve sağıklı olmayacaktı. Zira, bozukluk bedene sirayet etmiş, bünye bozulmuş, zayıf düşülmüş ve en önemlisi de adeta ´hasta adam´ kabilinden bir meyyitlik durum oluşmuş demekti.
Böyle bir manzarayı, kalıp bir şekilde, kalkıp mezhepsel strateji yerine medeniyet stratejiyi tesis etme adına, boşalan yere oturtmaya çalıştığımızda, bu işin hiç de kolay olmayacağı da peşinen bilinmeliydi...
Mezhep gidilen yol, tutulan tarz, medeniyet ise, içerisine mezhep de dahil olmak üzere, ister ilahi olsun, ister salt insani olsun, nihayetinde insanın zihninde biriken, onun elinde şekillenen, hayat bulan ve çoğu kez ve çok yerde çoklu tarafı temsil eden bir müktesebatın kendisi idi.
Her şeyde olduğu gibi, o da insan eylemi olan kültürün çoğalması sonucunda ele gelen, elde kalan bir üst yapı olarak sonucu göster-t-mekte idi.
Kültür, yanlışı ve doğrusuyla canlı, diri ve taze, medeniyet ise, büyük bir ihtimalle tekrarı, hatta müntesibi tarafından çok arzulandığı halde, mota mot tekrarının olmayacağı apaçık bilinen, ortada olan ve bir, ya da birçok kırılma anı, durumu içerisinde, peşinden nostaljik söylemlerin dillendirildiği ölü bir duruma işaret edilebilirdi. Yani, kültür canlıyı, medeniyet ise, ölüyü temsil eden ve ölüm, onun, peşi sıra hakkında değerlendirmeler yapılmasına gerekçe olan bir vakıanın tescillenmiş biçimi idi.
Buna rağmen, medeniyetle ilgili bu tür bir okuma biçimine koşut olarak, geçmişin müktesebatının geleceğe taşınması sonucu oluşacağı varsayılan medeniyetin içerisine, geçmişin sahih, anlamlı ve güzel taraflarını dahil etme girişiminin aksine, yine geçmişte pek de iyi bir imaj bırakmamış, ya da onun adına bıraktırılmamışsa, medeniyet bir anlam ifade etmeyecekti.
Mutlaka, ama mutlaka mezhepsel stratejiden kurtulmak gerekecekti. Ama Nasıl? Nasıl bir temel üzerine ve hangi tür bir anlayışı baz alarak?
Evet, yapısı itibarıyla dar ve köreltici olan bir stratejinin yerini, temeli, sahih bir öğretiye/dine, söyleme/anlatıya dayanan bir strateji medeniyet stratejisi olabilirdi. Hem de, bu postmodern süreçte, eski formların üzerinden hareketle yeni hallerin teyidi için mezhepsel formların bir tarafa bırakılmaları gerekirdi. Zira dinin kendisi baki kalmak şartıyla geçmiş geçmişte kalmalıydı. Ki yeni, yeni olduğu kadarıyla temel kaynağa bağlı, ondan beslendiği başta teori ve olumlu pratik çerçevesinde gözlemlenen, içselleştirilen ve temel gayesi, kaynağın zamanı için yeniden yorumlanması olan formların zaman kaybetmeden deruhte edilmeleri gerekiyordu.
Eskiden kalan formların içerisinde ya tamamen sağlam ve temiz kalıp günümüze de bir şeyler söyleyeceği umulan fomların yeniden değerlendirilmesi ile, buna bağlı olarak, oluşma ihtimali bulunan yeni formlara da müracaat edilebilirdi. Buna örnek olarak, İslam tarihinin yüz akı olan Endülüs örneği, her ne kadar zamanla saltanata hizmete koşulduğu bilinen Hanefilik gibi formların, ilk dönemlerinde ortaya koyduğu, çoğu da eğer bir örnek vermek gerekirse, Ebu Hanife´nin gayretleri sonucu oluşan özgün ictihatlara dayanan tarafları gibi, birçok mezhebin eskimeyen, taze kalan tarafları bu işe dahil edilebilirdi, edilmeliydi de zaten! Şiilik, Sünnilik, Selefilik vb. ayrımlara girmeden, arı misali, yapacağı bal için her ´verimli´ çiçeği dolaşma gayretiyle...
Bize göre bunlar ideal şeylerdi, ama pratikte bir karşılığı olacak mıydı, olmayacak mıydı? Bunu en başta zaman gösterecekti.Böyle bir durumu aşmak, artık giderek kürselleşen, hemen her şeyin giriftleştiği, flulaştığı, postmodernizmin kendisinin zamanın ruhu olarak okunduğu, 1.Dünya Savaşından sonra başlayan, 2. Dünya Savaşı sonrasında kalıplaşıp kanıksanan soğuk savaş döneminin ürünü olan yapıların, paktların -NATO misali bir iki kurum hariç- hiçbir anlamının kalmadığı, esprinin ciddiyetini yitirdiği, bunun yanında, bölge bölge, kuşak kuşak, bazen coğrafi yakınlıklarn baz alındığı bir vasatta, bazıları nezdinde mezhepsel strateji ve ideolojik saplantı yerinde kaldığı sürece, medeniyete de katolığ olumlu anlam vermiş olsak dahi, eski strateji berdevam edecekti büyük bir ihtimalle...
Yani, eski tas, eski hamam...
Bunu yerine, Saidi Nursi´in ifade ettiği "Eski hâl muhal; ya yeni hâl ya izmihlal" deyişi ve yine Mevlânâ´nın o veciz ifadesiyle de "...Dünle beraber gitti cancağızım / Ne kadar söz varsa düne ait / Şimdi yeni şeyler söylemek lazım? mısralarında dile geldiği gibi, ´her ne var ise, eskiden´ ile birlikte, özgün düşünme sadedinde yüz akımız olan Endülüs örneği ile, Müslim, gayr-i Müslim ayrımını yapmadan, kendi hakimiyet kurduğu topraklarda yaşayan herkesi kendi öz tabiiyetlisi(vatandaşı) olarak gören, herkese aynı nazarla ve onları insan olmları hasbiyle bir tutan Osmanlı örneğine vb. iyi ve güzel örnekler dâhil edilerek karma, ama zamanla özgünleşebileceği varsayılabilecek bir medeniyet inşa edilebilirdi.
Bunun yapılabilmesi, tamamına teşmil edilemediği halde ise, bize karşı bir koz olarak kullanılan ´kendi mahallemizin delisi´ insan gruplarını, ne yapıp ne edip maslahat gereği dışta bırakma durumu varsa, en azından bu durumun tesisi için çaba sarfedilmeliydi.
Bu en son bir çare olarak değerlendirilebilir. Bunu, sapla samanı, doğruyu, yanlışı, iyiyi, güzeli ve en önemlisi de hakkı ve batılı birbirine karıştırmadan, gayet titiz bir şekilde yapmalıydık...
Mezhepsel stratejiden medeniyet stratejisine evrilme, ya da yükselme, bir iki basamak yukarı çıkma, çıkabilme, olanca gücümüzle daha da yükseğe erişme düşünce ve eylemi, her ne kadar bize olduğu kadarıyla, yine İslam´a uygun bir bakış açısı ve içten gelen sıcak ve samimi bir söylemle diğer Müslümanları kapsamasını istememize rağmen, mezhepsel stratejiden, medeniyet stratejisine evrilme, büyük oranda, bizim yakamızı oluşturan nüfusumuzun önemli bir bölümüne medeniyet bağlamında gayet cazip gelecekti, ama alışılageldiği şekliyle mezhepsel stratejiden kopma ise, bir yıkım olarak okunabilecekti.
Bunu da dikkate alıp, yeni ve baştan etraflıca bir değerlendirme yapmamız gerekirdi. Evet eski hâl muhaldi, ama eskide kalınıp onda ısrar edildiğinde ise, bize izmihlal düşecek olsaydı nr yapmak lazım gelirdi? Akıllı olup, realiteyi okumak, geçmişten ders çıkarmak ve yeni bilgileri, sağlam, kavi delillerle daha da sağlamlaştırmak akılıca bir işti.
İşin sonu fıkhetmek, tefekkür edip yeniden ve sağlıklı düşünmek ve geleceğin yeniden tesisi için ictihatta karar kılıp onu kurumsallaştırmak gerekirdi. Bu sayede, yukarıda da belirmeye çalıştığımız itibarıyla canlı olan kültürün ölü hali olan medeniyetinde kısmen, günümüzden yenilikler katılarak yeni bir şekle büründürülmesi, bir stratejiden, bir başka stratejine geçişi kolaylaştıracaktı, en azından mümkün kılacaktı..
NOT: Bu yazı, Özgün İrade Dergisi, Mart-2018 Sayısında yayımlanmıştır..