TARİH NOTLARI
-Bir Orta Doğu Tarihçisinin Notları-
BERNARD LEWİS
“Kafamda bir beyaz saç teli belirdi,
Tutup kopardım elimle;
“Peki,” dedi, “beni tek başıma yendin de”
“Ne yapacaksın, tüm ordum ardımdan gelince?”
—Yehuda Halevi
“Tanrım, tek lütuf şudur senden umduğum:
Bereketlendir haz dünyamı
Kov benden saflık belasını
Uzak tut pişmanlık faciasını”
— ‘Ubeyd-i Zakani
Music of a Distarıt Drunidan Seçmeler
Giriş
Uzun hayatım boyunca, esas olarak Orta Doğu çalışmalarıyla ilgilendim. Bu ilgim bir okul çocuğuyken başlamıştı. O zamandan bugüne arttı ve önce bir hobiye, sonra bir takıntıya ve nihayetinde de bir mesleğe dönüştü. En başından itibaren toplumu, dillerini öğrenerek, eserlerini okuyarak, yaşadığı yerleri gezerek ve insanlarıyla konuşup onları dinleyerek, içinden anlamaya çalıştım.
Bunu yapabilmek için, doğduğum zaman, yer ve koşullardan ve dolayısıyla ilk eğitimimin sunduğu fırsatlardan hatırı sayılır ölçüde yararlandım. O günlerde İngiltere’de tarih, eğitimin önemli bir parçasıydı ve bizden yalnızca yakın geçmişteki ya da o günkü olaylar hakkında değil, aynı zamanda klasik antikiteden günümüze Batı uygarlığının kayıt altına alınmış ve hatırlanan tarihinin tümüne dair de, anahatlarıyla bile olsa, bilgi sahibi olmamız bekleniyordu. Yalnızca bu da değil; bu tarihin en azından bir kısmını orijinal dillerinde, özellikle de Latince ve Fransızca olarak çalışmamız da bekleniyordu ki, bir kısmımız buna daha sonra Almanca ve Yunanca da ekleyecekti.
İlk çalışmalarımda esas olarak İslami Orta Doğu’nun Batı’dan en farklı olduğu, en az etkilendiği ve pek çok açıdan çok ileride olduğu ortaçağ tarihi ile ilgileniyordum. Ortaçağ İslam tarihine yönelik ilgimi hiç kaybetmedim; ama artık esas ilgi alanım bu değil. Daha önce kapalı olan Osmanlı arşivlerine girme fırsatı kaçırılmayacak kadar değerliydi ve bana hâlihazırda derin bir ilgi beslediğim bir konunun peşinden gitme imkânını sundu. Bunun üzerine yayımlanan çalışmalarımın büyük bir kısmı Osmanlı dönemi ya da modern dönem veya bu ikisinin bir bileşimi üzerine oldu.
Fakat hiçbir Orta Doğu uzmanı, hatta bir Asurbilimci ya da Mısırbilimci bile, çağdaş gelişmeleri bütünüyle göz ardı edemez. Savaşta üstlendiğim görev, modern Orta Doğu yaşamı ve siyasetinin kimi veçhelerine dair doğrudan bilgi edinmemi mümkün kıldı. Orta Doğu ülkelerine gerçekleştirdiğim ziyaretler, Orta Doğu liderleriyle yaptığım tartışmalar, Orta Doğulu meslektaşlarla buluşmalarım ve belki de hepsinden çok, Orta Doğulu öğrencilerle ilişkilerim, nelerin olup bittiğinden haberdar kalmamı sağladı. Zaman zaman Orta Doğu’daki gelişmelerle ilgili, genellikle bir mülakat ya da bir dergi veya arada sırada da bir gazetede makale biçimini alan kamusal açıklamalarda bulunmanın cazibesine yenik düştüm. Nadiren de, güncel ya da yakın tarihli gelişmeler hakkında daha uzun yazılar kaleme aldım.
Orta Doğu çalışmaları açısından ki, bugün buna dünya tarihi de eklenebilir, İslam’ın kökenleri ve kutsal metinleri hakkında bilgi sahibi olmak zorunludur. Henüz öğrenciyken bile, Kur’an’ı, peygamberin yaşam öyküsünü ve bunlarla ilgili geniş yazını okuyordum. Fakat hiçbir zaman bu konularda uzmanlaşmadım. Teoloji ya da kutsal metinler konusunda bir uzman değilim ve eğer bunlarla ilgilendiysem, bu sadece bir tarihçi gözüyle oldu. Uğraşım ve mesleğim açısından, özellikle uygarlık tarihi ile ilgilenen bir tarihçiyim.
Geriye dönüp baktığımda, bu tercihi yaparak kendimi pek çok sıkıntıdan kurtarmış olduğumu görüyorum. Bu, söz konusu tercihi yaptığım sırada amaçladığım bir şey değildi; fakat zamanla, mesleğimizin en zor ve tehlikeli konularından birinden nasıl şans eseri ve ucu ucuna uzak durabildiğimin farkına vardım. Müslümanlar için bile ve tabii ki gayrimüslimler için daha fazla olmak üzere, kutsal tarih ve kutsal metinler üzerinde çalışmak giderek mayınlı bir araziyi araştırma alanı olarak seçmek kadar hassas bir hâl aldı. Bu hassas durum, beni eleştirenleri, İslam’ın kutsal tarihine ve kitabına yaklaşımım nedeniyle bana saldırmaktan alıkoymadı. Diğer meselelerde olduğu gibi bu konuda da saldırılar her iki taraftan da geldi. Bir yandan İslam’ı ve onun kutsallıklarını karalamakla, diğer yandan onun kusurlarını savunmak ve hatta örtbas etmekle suçlandım. Bense, saldırılar her iki taraftan da gelmeye devam ettikçe, bilimsel nesnelliğime güven duymayı sürdüreceğim.
Bir defasında, Suriye’de seyahat ederken, bir akşam boyunca bir din âlimiyle teoloji, hukuk ve İslam’ın diğer birincil ilgi alanlarını tartışarak uzun uzun sohbet etme fırsatı bulmuştum. Bir noktada sohbeti keserek hayretler içinde feryat etti: “Anlamıyorum! İslam hakkında bu kadar çok sev biliyorsun! Neden Müslüman olmadın?”
Hem soru hem de muhtemel cevabı, İslam dünyasının bugününe dair pek çok şeyi gözler önüne serebilir.
Tarihin çarpıtılmasına -dalkavukluk etmeye, göz boyamaya ya da başka bir kısmi amaca vönelik- büyük enerjilerin sarf edildiği bir dönemde yasıyoruz. Bencil olmayan saiklerden ilham aldıklarında bile, bu tür çarpıtmalardan hiçbir yarar sağlanamaz. Tarih, kolektif hafızadır ve eğer toplumsal bedeni, insan bedeni gibi düşünürsek; tarihsizlik, amnezi anlamına gelir, çarpıtılmış tarih ise nevroz.
Geçmişle yüzleşmek konusunda isteksiz olanlar, ne bugünü anlamayı ne de geleceğe bakmayı başarabilirler. Bu nedenle, ahlaki ve mesleki görevleri geçmişle ilgili gerçeği ortaya çıkarmak ve onu gördükleri gibi sunmak ve açıklamak olan tarihçilerin üzerine büyük bir sorumluluk düşüyor. Bu sorumluluğu yerine getirmek için elimden geleni yapmış bulunuyorum.
Birinci Bölüm
İlk Yıllar
Hayatımın neredeyse bir yüzyılına dönüp baktığımda, ne kadar olağanüstü bir şansa sahip olduğumu fark ediyorum:
- İkinci Dünya Savaşı’nda bir askerdim ve ölmedim; hatta yaralanmadım bile.
- Yirminci yüzyıl Avrupa'sında bir Yahudi’ydim; öldürülmedim ya da zulüm görmedim.
Bunlardan ilkini yalnızca savaştaki talihime bağlayabilirim. Fakat İkincisi için, İngiltere’de yaşamayı seçmiş olan atalarıma teşekkür borçluyum. İngiltere’de doğdum ve yaşamımın büyük bir kısmını İngiltere ve Birleşik Devletler’de geçirdim; yani özgürlüğün tadını çıkaran ve özgürleştirilmeye ihtiyaç duymayan ülkelerde. Her zaman görüşlerimi istediğim gibi, herhangi bir hükümet emri ya da hukuki kararla kısıtlanmadan dile getirebileceğimi ve onları kibirli ve zor beğenen filologların kural ve sınırlamalarıyla engellenmeden ifade edebileceğimi biliyordum. Anglo-Amerikan toplumunun açıklığı, özgürlüğü ve İngiliz dilinin olağanüstü anarşisi, olaylar dikkatimi başka yerlerde bu özgürlüklerin olmadığı gerçeğine çekene kadar, doğal kabul ettiğim şeylerdi.
1916 yılında Londra’da doğdum ve bu, her ne kadar Birleşik Devletler’e gelene dek farkına varamamış olsam da, büyük bir şanstı. Ebeveynim, Hary ve Jenny Lewis, Thames Nehri’nin yukarısında Londra’dan çok da uzak olmayan Maidenhead isimli olmasının kesinlikle bana büyük faydası dokunmuştu. Ona “Gidip çocuklarla oynamam mümkün mü?” diye sorduğumu ve onun da “Evet mümkün, ama gidemezsin” diye yanıt verdiğini hatırlıyorum.
Siyasete dair hatırladığım ilk şey 1920’lerin başlarında, okula yeni başladığım sırada İngiltere’de gerçekleşen genel seçimlere ilişkin. O dönemin iki büyük partisi, İşçi Partisi ve Muhafazakâr Parti’ydi. Onların yanındaysa, bir zamanlar Muhafazakârların karşısındaki tek ciddi seçenekten geriye kalan ve artık işlevini kaybetmiş Liberal Parti bulunuyordu. Okuldaki çocukların bana ve birbirlerine “ebeveynlerinin hangi partiye oy vereceklerini” sorduklarını hatırlıyorum. Babama sormuştum ve “Biz Liberallere veriyoruz.” demişti. Sonra okula gidip diğer çocuklara Liberallere oy verdiğimizi anlatmıştım. Ezici çoğunluk ya Muhafazakârlara ya da İşçi Partisi’ne oy verdiğinden, bizimkilerin oyu bir miktar kafa karışıklığına yol açmıştı. “Neden Liberaller?” diye sordular ve ben de eve gidince bu soruyu babama ilettim, “Neden Liberaliz?” Babam bir an bile duraksamadan yanıtladı,
- “Çünkü İşçi Partisi’ni desteklemeyecek kadar çok ve Muhafazakâr olamayacak kadar az paramız var.”
Hem annem, hem de babam düzenli okurlardı; ama farklı biçimlerde. Annem roman, özellikle de polisiye okur, fakat nadiren gazete okuma zahmetine katlanırdı. Babamsa bazen günde birkaç tane olmak üzere gazete okur, fakat nadiren kitap okuma zahmetine girerdi. Savaştan kısa bir süre sonra bir sabah, yine kısa bir süreliğine ailemle birlikte yaşarken, babamdan daha erken kalkmıştım ve o kahvaltıya geldiğinde gazete okuyordum. Babam,
- “Ne okuyorsun?” diye sordu.
- “UNESCO hakkında bir makale” dedim.
Bu, UNESCO’nun kuruluşundan hemen sonraydı ve ne babam ne de başka biri ne olduğuna dair bir fikir sahibiydi. Babam.
- “Hımm, kim ki o? Zannederim yolsuz bir Romanyalı politikacıdır” diye karşılık verdi. UNESCO kulağa Romanyalı ismi gibi geldiğinden ve bir İngiliz gazetesine konu olmuş bir Romanyalı’nın, neredeyse kesin olarak bir siyasetçi ve muhtemelen de yolsuzluğa bulaşmış bir siyasetçi olacağından bu, mantıklı bir karşılıktı.
Ölüm döşeğindeyken onu görmeye gittiğimde ve vefat etmeden birkaç dakika önce konuştuğumuzda bile, çok sinirli -fakat hemfikir- bir şekilde az önce The Daily Telegraph’da okuduğu bir makaleden söz ediyordu.
Babam, İngiliz Viktoryen ekolünden tablolar toplardı. Bazen bunu neden yaptığını düşünürdüm. Kısa bir telefon görüşmesi, bu merakımı gidermeye yetmişti. Telefonda babamla sohbet ediyordum ve bana,
- “Yeni bir tablo aldım” dedi.
- “Kimin?” diye sorduğumda bir isimden söz etti. Ben de,
- “Onu hiç duymadım” dedim. Babamsa,
- “Duymuş olduğun bir kişiye param yetmez zaten” diye yanıtladı.
Annem ve babam öldüğünde tablolar bana miras kaldı. Bu tarzla özel olarak ilgilenmediğimden sadece iki tanesini sakladım, diğerleriniyse sattım.
Babam aynı zamanda bir futbol fanatiğiydi; sanki bir ayinmiş gibi, her hafta maçları izlemeğe gider ve beni de spora olan ilgimi arttırmak için yanında götürürdü. İnanılmaz bir şekilde sıkılırdım ve maçlar bende hiçbir ilgi uyandırmazdı.
Edebi zevk ve kapasitemi fark etmem ve geliştirmem konusunda son derece yardımcı olan Politeknik’teki İngilizce öğretmeni Bay C. E. Eckersley’e şükran duyuyorum; özellikle bir olayın hatırası zihnimde hâlâ çok canlı. O zamanlar öğrencilerin “aylık deneme” yazmak zorunda olmaları yaygın bir uygulamaydı. İki ya da üç konu verilir ve her öğrencinin birini seçmesi beklenirdi. Daha sonra bu denemeler incelenir, notlanır, eleştirilir ve İngilizcenin nasıl anlaşılıp, nasıl yazılacağına yönelik bir alıştırma olarak sınıfta tartışılırdı.
Kitap toplamaya hayli gençken başladım. Benimki gibi ailelerin ikamet ettikleri Londra mahallelerinde pek çok ikinci el kitapçının bulunduğu o günlerde, kitaplar fiyatlarına göre dizildikleri vitrinlerdeki kutularda sergilenirdi: Bir penilik, iki penilik ve normalde az olan cep harçlığımın özel bir nedenle arttırıldığı nadir anlarda altı penilik kutular. Kitapların birçoğu, aslında çoğunluğu, çok kötü durumda olurdu; sırtları kırılmış, köşeleri kıvrılmış, üzerlerine bir şeyler dökülmüş, bazen altları çizilmiş ya da kenarlarına anlaşılmaz notlar alınmış, bazen de sayfaları dağılmış kitaplar. Ama her zaman tam olurlardı. Bir kitabı elime aldığım ve birkaç sayfasının kayıp olduğunu fark ettiğim birkaç nadir anda, şok geçiren kitap satıcısı hemen kitabı kutusundan çıkarır ve başka bir yere kaldırırdı, “Eğer bir tek sayfası bile kayıpsa” derdi; “o bir kitap değildir ve biz burada sadece kitap satarız.”
Pek çok Yahudi çocuğu gibi, ben de on üç yaşımda İbraniceye, ya da daha dürüst olmak gerekirse İbrani alfabesine giriş eğitimi aldım. Bu eğitimin amacı Yahudi cemaatinin tam üyesi olmaya hak kazanan erkek çocuklar için on üç yasına geldiklerinde sinagogda düzenlenen bir tören olan Bar Mitzvah’ımda Leviticus kitabımdan birkaç satır okumamı sağlamaktı. Ailemin bana Eski Ahit’in Bar Mitzvah bölümünü ve nasıl ilahi söyleneceğini öğretmesi için bulduğu kişi, sıradan bir öğretmen değil, gerçek bir âlimdi. Leon Shalom Creditor uzun bir süre önce Dvinsk kentinden Londra’ya yerleşmiş olan bir Letonya’lıydı. Hem İbranice hem de Yidiş dillerine hâkim bir gazeteci olan ve öğretmenliği sadece ek iş olarak yapan bu kişi, Tevrat ve hahamlık İbranicesinin yanı sıra ortaçağ İbranicesi ile modem İbraniceyle tanışmamı da sağladı ve beni, İbranicenin bir papağan gibi ezberlenip tekrar edilecek bir tür şifrelenmiş dua ve ritüeller yığınından ibaret olmadığını, aksine yazılıp konuşulan -Fransızca ya da Latince ile aynı yöntemle öğrenilebilecek ve cazibesi benim için her ikisinden de daha fazla olan- hem klasik ve hem de modem bir dil olduğunu keşfedeceğim eğlenceli bir yolculuğa çıkardı.
Bar Mitzvah törenimde, âdet olduğu üzere, benim için ailem ve öğretmenim tarafından sıkıca gözden geçirilmiş kısa bir konuşma yapmam gerekiyordu. Buna rağmen konuşmama şöyle başlayan bir doğaçlama da kattım:
Aileme hiçbir zaman geri ödeyemem,
Bu yolda bana yaptıkları yardımların karşılığını.
Ne söylersem söyleyeyim hayli çiğ kalacak.
Karşılaştırıldığında gerçek minnettarlığımla.
İbranice çalışmalarım kaçınılmaz bir biçimde Eski Ahit’e ve kuşkusuz İbrani İncili’nin yerleşmiş İngilizce çevirilerine doğru ilerledi. “Resmi Versiyon” olarak bilinen İngiliz İncili, bazıları düzeltilmiş diğerlerine dokunulmamış bir dizi yanlış çeviri içeriyordu. Tüm İbrani İncili’nin en çok bilinen bölümünden, yani On Emir'den iki örnek vermeme izin verin. “Öldürmeyeceksin” emrindeki, “öldürmek” şeklinde tercüme edilen kelime, aslında öldürmek değil; çok daha belirli ve sınırlı bir anlam taşıyan “cinayet işlemek” fiilidir. Bu gözden geçirilmiş birçok versiyonda düzeltilmişti. On Emir’deki bir diğer yanlış tercüme olan “Zina yapmayacaksın” ise; aksi duruma örnektir. Emir’de kullanılan “zina” şeklinde çevrilen İbranice kelime, çok daha geniş bir anlama sahiptir. İngilizcede “zina”, sınırlı ve belirli bir anlam taşır; evli bir kişiyle karısı ya da kocası olmayan bir insan arasındaki cinsel ilişki anlamına gelir. İbranice kelime na’af ise “eşcinsellik” de dâhil olmak üzere; tüm cinsel suçlan kapsayan, daha geniş ve genel bir terimdir. Bu hata, görebildiğim kadarıyla, gözden geçirilmiş baskıların hiçbirinde düzeltilmemiştir.
Başka bir yanlış tercümeyse, çevirmenin önyargılarına atfedilebilir: “Süleyman’ın Şarkısı l:5”de, Resmi Versiyon şöyle der: “Siyahım, ama alımlıyım.” İbranicesi ise “siyahım ve alımlıyım” şeklindedir.
On altı yaşıma geldiğimde, hem yazı hem de konuşma İbranicesine epey hâkim duruma gelmiştim. Üniversiteye girdiğimde, İbranicede hem geniş hem de derin bir okuma yapmış ve hatta her ne kadar pek başarılı olmasa da, bu dilde hem nesir hem de manzum yazı yazma konusunda şansımı denemiştim. Tüm bunlar dile karşı duyduğum iştahı arttırmıştı. Daha sonraki kariyerime giden yollardan birine girmiştim, yani egzotik dillere yönelik büyük merakım başlamıştı.
1920’lerin ortalarında, İngiltere’de bir okul çocuğuyken, öğretmenlerimiz bize nasıl tercüme yapılacağım öğretmek için büyük çaba ve zaman harcıyorlardı. Bugünün perspektifini göz önüne alırsak, şaşırtıcı bir şekilde sadece öğrendiğimiz dillerden kendi dilimize değil, o diller arasında da tercüme yapmamız bekleniyordu. Aynı şekilde sadece yaşayan dillerden ya da o dillere değil, klasik dillerde de, yani Latince ve Yunanca çeviri de yapabilmeliydik. Bazen sınavlarda daha da ileri gidilir ve yabancı dillerde genellikle nesir, fakat bazen de manzum olarak “serbest kompozisyon”lar yazmamız beklenirdi. Daha sonra Arapça, Farsça ve Türkçe öğrendiğimde, bu dillerden de pek çok şiir çevirdim ve bugüne kadar da çeviriye devam ettim. Tercüme işini hiçbir zaman sistematik bir biçimde yapmadığım gibi, asla çevirilerimi sistematik bir biçimde yayımlamayı da düşünmedim; ancak koşullar kendiliğinden oluştuğunda yayımlandılar.
Londra Üniversitesi
Politeknik’teki akademik durumum gayet iyiydi ve rehber öğretmenim bir Oxford bursuna başvurmam konusunda çok hevesliydi. Fakat bu fikir babamın pek de hoşuna gitmedi ve buna şiddetle karşı çıktı. Öğrencilerin bütün zamanlarını sadece içerek ve parti yaparak geçirdiklerini düşündüğü Oxford’a gitmem fikrinden hoşlanmamıştı. Bu nedenle 1933 yılında Londra Üniversitesi’ne başladım. Londra Üniversitesi her biri kendi kendisini yöneten okul ve kolejlerden müteşekkil zayıf bir federasyondu. İlk yılımda University College’a. kayıt yaptırdım; ama kolejlerarası sistem sayesinde diğer kolejlerdeki dersleri de takip etmem mümkündü.
University College’daki ilk yılımda İbranice, Latince, tarih ve biraz da Yunanca çalıştım ve aynı zamanda Arapça öğrenmek için School of Oriental Studies’e gittim. Lisans derecem tarih ve diller alanında olacaktı ve Orta Doğu tarihi seçmiş olduğumdan, Arapça zorunluydu.
Bir Orta Doğu tarihçisi olarak ilgilendiğim şeyler, pek çok halefim, öğretmenim ve çağdaşımınkiler gibi filolojik ve edebi olmaktan ziyade esas olarak tarihseldi. Fakat yine de bu alanlarda da kısa bir çıraklığım oldu ve böyle olmasından dolayı derin bir minnettarlık duyuyorum. Tarihçinin yetkinliğinin ilk ve en temel sınavı, kaynaklarını okuyabiliyor durumda olmasıdır. Bu, her zaman kolay değildir; örneğin dil klasik Arapça ya da yazı kargacık burgacık bir Osmanlı bürokratik el yazısı olduğunda. Üstelik hepsi bu da değil; bir bölge, bir dönem, bir insan topluluğu yahut da bir konu üzerine yoğunlaşan tarihçi, onun kültürel bağlamına dair de bir şeyler bilmek zorundadır ve bunun için de edebiyat vazgeçilmez bir rehberdir.
Yakın ya da Orta Doğu tarihi hocaları genellikle profesyonel tarihçiler değildir ve bazıları, artık söyleyebileceğime inanıyorum, hiçbir şekilde tarihçi sayılmazlar. Onlar bu konularda eski moda filolojik, metinsel yaklaşımları takip eden filologlardır. Tarih üzerine dersler verirler; çünkü öyle yapmaları gerekir. Daha sonra öğrendim ki, önceden almış olduğum kimi dersler sadece genç bir baş belası gelip de o dersleri almak istediğini söylediği için konulmuştu. Eğer müfredatta bir ders yer alıyorsa, tek bir öğrenci seçmiş olsa bile o dersin verilmesi gerekiyordu.
Orta Doğu tarihi hocalarımdan beni etkileyenler arasında en önemli kişi hiç kuşkusuz, Sir Hamilton A. R. Gibb idi. Doktora derecesine sahip değildi ve o günlerde Britanya üniversite dünyasında buna çok da önem atfedilmezdi. Doktora tercihe bağlıydı ve genellikle de hayli geç verilirdi. Gibb, sadece yüksek lisans yapmıştı. Gibb, tarih okuduğu, öğrettiği ve nadiren de olsa yazığı halde; aslında gerçek bir tarihçi olmadığının farkındaydı. Sohbetleri sırasında ve hatta arada sırada yazılarında da tekrar tekrar belirttiği bir şeydi bu. Gibb, bir metin âlimi, bir filolojik bilim adamı, bir edebiyat araştırmacısı ve bir düşünce tarihçisiydi; fakat çalıştığı konuya profesyonel bir tarihçi gibi yaklaştığını düşünmezdi.
O zamanlar Londra Üniversitesi’ndeki bir diğer profesör, Bizans tarihi kürsüsünden Norman H. Baynes idi. Londra Üniversitesi kurallarına göre Bizans tarihi öğrenmeden Orta Doğu tarihi öğrenemezdiniz. Bizans ve İslam dersleri aynı programın parçalarıydı ki, ben bunun mükemmel bir fikir olduğunu düşünüyorum ve iki yıl Bizans tarihi çalışıp, aksi takdirde hiçbir zaman öğrenmiş olamayacağım Yunancadan sorumlu tutulmuş olmamdan ötürü minnettarım. Bu, ortaçağ tarihini ve uygarlığını daha iyi anlamam açısından çok yararlı olmuştu.
Londra Üniversitesi’nde eğer ana dal olarak tarihi seçmişseniz, üniversite kurallarına göre özel bir konu bulmanız gerekiyordu: Özgün belgeleri incelemeniz gereken, belki de elli yıllık bir dönemi kapsayan, hayli sınırlı bir konu. Ben, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesi ve sonunda da çökmesinden ve pek çok vilayetinin, özellikle de Doğu Avrupa’dakilerin elinden çıkmasından kaynaklanan sorunları; yani o zamanlar adlandırıldığı şekliyle “Doğu Sorunu”nu seçmiştim. Londra Üniversitesi’nde büyük bir hoca olan R. W. Seton-Watson tarafından verilen bir “özel alan” dersine gönderildim. Bana orijinal belgeleri, yani Britanya, Alman, Fransız, Avusturya ve Rus belgelerini incelemem gerektiğini söyledi. Ve olanca gençliğim ve masumiyetimle, “Peki ya Türk belgeleri?” diye sordum. Onların önemli olmadığını, hem olsa bile ortada hiç Türk belgesi bulunmadığını anlattı. Bu cevabı pek de tatmin edici bulmadım. Mutlaka kimi Türk belgeleri olmalıydı. Doğu Sorunu üzerine okuduğum kitaplarda, Türkiye bir sahne ya da perde arkasıydı ve tüm aktörler de Avrupalılardı. Bunun daha fazla araştırılması gerektiğini düşündüm. Böylece en azından kimi belgeleri okuyabilecek kadar Türkçe öğrendim.
Hem Baynes hem de Seton-Watson kelimenin en gerçek ve derin anlamıyla tarihçilerdi ve bana tarihsel yöntem konusunda temel eğitim ve kavrayışımı kazandırdılar. Birbirilerini tamamlıyorlardı. Baynes’ten kronik ve yazmalara dayanarak ortaçağ tarihiyle; Seton-Watson’dan ise büyükelçilik ve arşivlerdeki belgelere dayanarak modem siyasi tarihle nasıl başa çıkılacağını öğrendim. Her ikisi de harika öğretmenlerdi ve mesleki eğitimime büyük katkılarda bulundular.
Lisansüstü çalışmalarım sırasında, oldukça ilginç şekilde bir Bizans saray ayaklanmasını tasvir eden Arapça bir metne rastladım. Metni İngilizce’ye çevirdim ve ilgi çekici olup olmadığını sormak için Profesör Baynes’e gösterdim. Öyle olduğunu söyledi ve yayına hazırlamam konusunda ısrarcı oldu. Onun hatırı sayılır yardımlarıyla bunu yaptım ve makale, üçüncü yayınım olarak 1939 yılında yayımlandı.
Hukuk Çalışmaları
Her ne kadar Orta Doğu’yla ilgileniyor olsam da, diplomamı almaya çalışırken, hiç kimsenin bu tür bir ilgiden hayatını kazanabileceği ya da bir kariyer yapabileceği aklıma gelmemişti. Asıl niyetim, daha doğrusu kendi tercihimden ziyade aileminki; üniversiteden mezun olduktan sonra hukuk alanında devam etmekti. İngiltere’de hukukla ilgili iki meslek vardı, hukuk müşavirliği (solicitor) ve dava vekilliği (barrister). Hukuk müşavirleri esas olarak büro işi yaparlardı; sözleşme ya da arzuhal kaleme almak, şirket işleriyle ilgilenmek ve bunun gibi şeyler... Dava vekilleriyse esasen hukuk davalarıyla ilgilenirlerdi. Ailem benim hukuk müşavirliğinden ziyade dava vekilliğini daha iyi yapabileceğimi düşünüyordu. Konuşmayı her zaman sevmiştim ne de olsa.
Baroya davet edilmek için yerine getirilmesi gereken iki koşul vardı. İlki, yüzyıllarca önceye dayanan eski bir geleneğe uygun olarak “şartları taşımak”tı. Bunun için dört Inns of Courftan ya da dava vekili cemiyetlerinden birisine bir öğrenci üye olarak kaydolmanız ve “salonda akşam yemeği yemeniz” gerekiyordu. Bir yılda dört dönem vardı ve adayın on iki dönem boyunca bir dönemde üniversite diploması olanlar için en az üç, olmayanlar içinse altı kere cemiyetin büyük salonunda yemek yemesi gerekliydi. Yemekler, beş servisten oluşan, öncesinde sherry sonrasında brendi, yemek sırasındaysa iki şarapla ıslatılan ve hepsi için 5 şilin ödediğiniz mükellef sofralardı. Bu geleneğin arkasında yatan fikir, yargıçların, dava vekillerinin ve öğrencilerin birlikte centilmenler gibi (ve daha sonra hanımefendiler gibi de) akşam yemeği yemeleri halinde, mesleğin geleneklerinin ve etiğinin ve belki de biraz da hukuk bilgisinin, bir tür toplumsal ve biraz da gastronomik bir osmoz yoluyla öğrencilere geçebileceğiydi.
On dokuzuncu yüzyılda bir ara, buna ikinci bir koşul daha eklenmişti: Dersleri takip etmek ve sınavları geçmek. Fakat ilk koşul, yani akşam yemeği de varlığını sürdürdü. Bu koşulu özenli ve başarılı bir şekilde yerine getirdim. İkinci koşulla ilgili olarak da çalışmalara başladım. İngiliz anayasa hukuku ve tarihinin yanı sıra, o zamanlar bir gereklilik olan Roma hukuku da çalıştım. Roma hukuku özgün Roma kaynaklarından çalışılmak zorundaydı. Dolayısıyla Justinian’m Institutes eserini ve bazı diğer Latince metinleri okudum. Roma hukukundan hoşlanmıştım. Demek istediğim, Roma hukuku tam da bana göreydi. Daha sonra İslami siyasi düşünce ve pratiği daha iyi anlamam hususunda da bana yardımcı oldu. Ondan sonra ceza hukuku çalışmam gerekiyordu ve o da eğlenceliydi. Bunun da, daha sonra müptelası olacağım polisiye hikâyeleri anlamamda büyük faydası dokundu.
Bir hukuk öğrencisi olarak verdiğim kısa arada o zamana kadar hiç görmediğim, hatta bir daha da hiç görmeyeceğim iki kelime öğrendim. Bunlar baratarya ve champerty idi. Her ikisi de o dönemin İngiliz hukukunda bir avukatın barodan atılmasına neden olacak, hukuki görevi suiistimal etmesi anlamına geliyordu. Barataryanın anlamı ciddiyetsiz davalarla mahkemenin zamanını çalmaktı. Champerty ise bir davayı, eğer dava kaybedilirse herhangi bir bedeli alınmaması; ama başarılı bir sonuç elde edilirse avukatın, davayı kaybeden tarafından davacıya ödenecek paranın daha önceden üzerinde anlaşılmış bir yüzdesini alacağı hususunda bir anlaşma yaparak alması demekti. Bu hayli profesyonellik dışı bir davranış olarak görülüyordu ve barodan atılmakla sonuçlanabilirdi. Dolayısıyla Birleşik Devletler’de bunun çok yaygın bir hukuki uygulama olduğunu ve Britanya hukukuna göre bir başka suç olan reklamlar yoluyla teşvik edildiğini gördüğümde yaşadığım şey, küçük bir şaşkınlıktan daha fazlası olacaktı.
Champerty'nin, o isimle olmasa da Britanya’da da artık kabul gören bir hukuki uygulama olduğunu duydum. Okuduğum kimi hukuki davalar bana gençliğimde başımdan geçen, champerty’den yarar sağlayabileceğim bir olayı hatırlattı. Halen İngiltere’de yaşadığım sırada doktorum gırtlağımda polip olduğunu tespit etti ve beni polipin temizlenmesi için bir uzman doktora yönlendirdi. Uzman, bunun basit bir iş olduğunu söyledi. Beni koltuğuna oturttu, anestezi verdi ve çalışmaya başladı. Bir müddet sonra bilincim açıldığında, ağzımın kötü bir şekilde hırpalanmış ve ön dişlerimden bazılarının kırılmış olduğunu fark ettim. Büyük bir acı içinde olduğumu söylemeye gerek bile yok. Acı, cerrah polipe ulaşmayı başaramadığını söylediğinde daha da arttı. Hâlâ orada durmuyor ve çıkarılmayı bekliyordu. Zamanla, ağzımın içindeki şişler ve acı kayboldu; fakat kırılan dişlerim halledilmesi daha zor bir meseleydi ve hem kapsamlı hem de pahalı bir diş tedavisi gerektirecekti. Cerrahtan, diş doktorumun faturasını ödemesini istemenin hiç de haksız bir talep olmayacağını düşündüm. Bunu cerraha yazdığımda ise kabul etmedi. Bir avukata danıştım ve cerraha bir mektup yazdı. Bunun üzerine derhal ödeme yapmayı kabul etti. O zaman ne benim de ne de avukatımın aklına faturadan daha fazlasını talep etmek gelmişti. Birleşik Devletler’de yaşarken, başıma bunlar orada gelseydi bir milyoner olabileceğimi fark ettim.
Paris'te Çıraklık
1936’da yüzden fazla başka öğrenciyle birlikte, tarih alanında lisans (Şeref) bitirme sınavına girdim. Mezun olanların listesi açıklandığında yalnız Birinci Sınıf Şerefe layık görülmekle kalmadığımı, tarihin tüm dallarında Birinci Sınıf Şerefe hak kazanan az sayıda öğrenci arasında da birinci sırada olduğumu gördüm. Babam afallamıştı. Çalışmalarım hakkında endişe duyuyordu ve kız arkadaşımla çok fazla vakit geçirdiğimi düşündüğünden, tahmin ettiği üzere kötü bir sonuç alacağıma kanaat getirmişti. “Birinci olmak” tadına doyulmaz bir andı. Birincilerin birincisi olmak, bana 100 poundluk bir ödül kazandırmıştı ki; bu, 1936’da hatırı sayılır bir meblağdı. Ödülü almanın tek koşulu, lisansüstü çalışmalara devam etmekti; ben de, böyle yapacak olmaktan hayli hoşnuttum.
O zamanlar, lisansüstü çalışmalarıma başlamak üzereyken, pek çok genç insan gibi radikal muhalefet hareketleriyle ilgileniyordum ve İsmaililer ortaçağ İslam’ının en önemli radikal muhalefet hareketiydi. İsmaililer, o zamanlar liderliğini usulen tevarüs eden hilafet uyarınca Ağa Han’ın yaptığı, mezhepsel bir Müslüman gruptu. Bu 1930’lardaydı ve o dönemdeki ya da başka herhangi bir dönemdeki herkes gibi, olup bitenlerden etkileniyordum; Fransız Halk Cephesi, İspanya İç Savaşı, Almanya’da Nazizm’in yükselişi. İnsanlar geçmişi bugünün koşullarıyla okumaya eğilimlidirler. Her ne kadar günümüzden kaynaklanan soruları geçmişe sormanın tamamen meşru olduğunu düşünsem de, geçmişten edinilen cevapları bugüne ilişkin olarak okurken, dikkatli olunması gerektiğine inanıyorum.
Gibb’e İsmailileri çalışmak istediğimi anlattığımda bana bu konuyla ilgili bir teze danışmanlık yapacak ehliyete sahip olmadığını söyledi. Geriye dönüp baktığımda, ona minnettar olmam gerektiğini düşünüyorum; çünkü profesörler için, “Ben kendimi bunu yapmaya ehil hissetmiyorum, bunu başka bir yerlerde çalışsan senin için daha iyi olur” demek, pek de alışıldık bir şey değildi. Gibb bunu yaptı ve bana Paris’e gidip büyük Fransız âlimi Louis Massignon ile çalışmamı önerdi. Hem Gibb hem de Massignon, kelimenin klasik anlamıyla Şarkiyatçıydılar; yani ilgi alanları, linguistik, edebi, kültürel ve diniydi. Her ikisi de, tarih yazıyorlardı; ama sadece denk geldiğinde ve her ikisi de kendilerini tarihçi olarak görmüyorlardı.