Abbasi İlahiyatı: Mutezile’nin Yanılgısı ve Günahları
Abbasilere geldiğimizde ahlaki yozlaşma Halku’l Kur’an ve hüsn-kubh konuları etrafında cereyan etti.
Kamusal ahlak ve Kur’an ahlakının neden toplumsal hayatiyet bulmadığı sorusunun cevabını aradığımızdan Kelam disiplini çerçevesinde Abbasiler’deki tartışma ve bunun kültüre yansımalarının üzerinde yoğunlaştığı iki konu (Halk-ı Kur’an ve İyilik-kötülük) üzerinde duracağız:
- a) Kur’an ezeli mi, yaratılmış mı? (Halk-ı Kur’an): Bu konu Allah’ın kelamının yani Kur’an’ın ezeli olup olmadığı hususuyla ilgili bir tartışmadır. Bu konuyu ortaya atan Şamlı Hıristiyan teologlar özellikle kendi alanında güçlü donanıma sahip Yuhanna ed Dımaşki’dir. Müslümanlara yönelttiği soruda şu iddiayı ortaya atmıştır: Eğer Kur’an’da” İsa Allah’ın kelimesi” (4/Nisa, 171) ise, peki Allah’ın kelimesinin –sonra kelamı olacak- ezeli olması gerekmez mi? Bu, İsa’nın tanrısal vasfına işaret değil mi?
Bidayette bu soru kelami bir tartışma idi. Fakat Abbasi halifeleri, bunu siyasi konuya çevirmekte gecikmediler. Onların açıkça ifade etmeseler de tartışma eğer Kur’an’ın ezeli olmayıp sonradan yaratıldığı hükümler mecmuası olduğu fikrini kabul ettirecek olurlarsa, bu demektir ki, ilahi hükümler tarihte ve sonradan ortaya çıkmıştır; ebedi ve ezeli hakikatlerden neş’et etmediklerinden, değişmez hükümler değildirler. Şu halde halifeler olarak kendilerinin de karar ve icraatları tarihin akışı ve beşeri ihtiyaç ve telakkilere göre meşrudur, Kur’an’la çelişebilirler, bu mümkündür ama bu iktidarlarına halel getirmez çünkü nasıl ki Kur’an tarihsel sorulara cevap vermişse, temel vasfı değişme olan tarihe göre ortaya çıkan yeni durumda halifeler de yeni ve Kur’an’a aykırı hükümler vaz’edebilir, tatbikatlar yapabilirler. Eğer halifeler iktidarı korumak üzere bilinen hak ve hukuk kurallarını çiğniyorlarsa bu iktidarın devamı, istikrar ve güvenliğin tesisi için gereklidir.
Mutezile bilginleri başlangıçta salt kelami bir mesele olarak bu konuyla ilgilendiler, onlar kelamın ezeliliğini kabul ettikleri takdirde diğer sıfatları da kadim kabul etmek gerekeceğini, bununda çok sayıda ilah fikrine götüreceğini söylüyorlardı. Yani Me’mun’un kastı ile Mutezile bilginlerinin kastı aynı değildi ama aynı fikirde birleştiler: O da Kur’an sonradan yaratılmıştır fikri.
Tartışmanın arkafonda inşa etmeye çalıştığı bu fikir, Müslümanları özellikle kamusal alanda ahlaki norm ve kuralların değişebileceği, sabitelerinin olmadığı, yeni normların iktidarlara göre şekillenebileceği, şu veya bu şekil alan iktidar ahlakının tolere edilebilir olduğu sonucuna götürdü. Kamusal ahlak yoksunluğunun olduğu her yerde toplumsal ahlaki yoksunluk onu takip eder. Ancak ahlak fikrinin kendisi ortadan kalkmadığından ahlak bireylere ait yüksek manevi form durumuna düşer; toplumsal boyutu da kadının giyimi, namus, içki, kumar vb. konularla sınırlı kalır.
Abbasi halifeleri, Halk-ı Kur’an fikrini kabul ettirmekle aklı vahiyle eşitleştirmek, aklı sürekli işleyen ve isabet eden bir melekeymiş gibi gösterip Kur’an’ı bugünkü tarihselciler gibi belli geçmiş bir zamana, tarihin kilerine havale etmek istiyorlardı.
Me’mun Mutezile’nin desteğine ihtiyacı olduğunu bildiğinden görüşlerini resmi mezhep ilan etti, Mutezile de iktidarın cazibesine kapıldı, onun tuzağına düştü. Mutezile’nin iktidarla ittifaka girmesiyle “mihne dönemi” başladı, bu fikre karşı çıkanlara olmadık işkence ve baskılar uygulandı. Meşru yollarla başa gelmemiş ve Kur’an’i hükümleri tatbik etmeyen her gayrimeşru iktidar gibi Abbasi iktidarı da cürüm üzere iş yaptığından Mutezile’nin konuyu kökten alıp ideal olanın mücadelesini vereceğine, iktidarla birlikte cürümlere ortak oldu. Bu konuda Ahmed ibn Hanbel, İmam Malik ve özellikle Ebu Hanife sınavı başarıyla verdiler. Abbasi iktidarının zamirdeki niyetini iyi bilen Ahmed ibn Hanbel, zindandan öğrencilerine şöyle sesleniyordu: “Benim Kur’an’ın yaratıldığını söylemem, onu yaratılmış kılmayacağını biliyorum, lakin ben bu cümleyi söylersem bu zalimler kıyamete kadar bunun arkasına saklanıp zulümlerine devam edeceklerdir, Allah’a and olsun bu cümleyi söylemeyeceğim.”
Salt akılcılığın ne türden zulümlere ve utanç verici muamelelere mesnet teşkil edebileceğinin en somut örneği “mihne”dir. Dini bir kenara iten Batı Aydınlanması da akla sarıldı ama akıl Kıta içi ve Kıta dışı mihnelere engel olamadı. Kimse Faşizm veya Komünizmin “dini motivasyonlar”la milyonların hayatını zehirlediğini iddia edemez; iki savaşın, totaliter rejimlerin, Hiroşima üzerine atılan atom bombalarının ve yüz kızartıcı sömürgeciliğin arkasında “Aydınlanmanın aklı” vardı. Mutezile’nin akılcılığı da mihne’nin önüne geçmeye yetmedi. Demek ki tek başına akıl kurtarıcı, doğru ve ahlaki yol gösterici olamıyor.
Şu hususun altını çizmek lazım: Mutezile İslam düşünce tarihinde büyük imkândı. Tezleri tartışılabilir, ama neredeyse her ortaya attığı tez zihinleri tahrik eder, fikir hayatını zenginleştirir. Mutezile’yi tarihte zayıflatan en büyük faktör, iktidarla kurduğu ilişki, mihneye ses çıkarmaması, hatta desteklemesidir. Hatta şunu dahi söylemek mümkün: Eğer Mutezile sivil akılcı karakterini koruyabilseydi, Gazali’nin felsefi düşünce tarzını ölüme mahkûm eden saldırısının etkilerini kırabilir; bu sayede felsefe ve kelamın her bir aşamada güçlenerek varlıklarını devam ettirmelerine yardım edebilirdi.