Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Leyla'nın Kardeşleri: Bir "Teslim Ol!" Çağrısı

Sosyolog yazar Mücahit Gültekin, İranlı yönetmen Said Rüstai’nin aynı zamanda senaristliğini de yaptığı “Leyla’nın Kardeşleri (Baradana-i Leila) adlı eser üzerinden bir değerlendirmede bulunuyor.

Leyla

Said Rustai’nin yönetmenliğini ve senaristliğini yaptığı Leyla’nın Kardeşleri (2022) filmi birkaç aydır sinema dünyasının gündeminde. Cannes’da FIPRESCI[1] (Uluslararası Film Eleştirmenleri Federasyonu) ödülünü alan filmin Türkiye dağıtımcısı MUBI. Filmin İran’da gösterime girmesi ise yasaklandı. Türkiye’de filmle ilgili yayınlanan analizlerde genellikle olumlu değerlendirmeler yapıldı. Elçin Demiröz’ün “Leyla'nın kardeşleri: Bir İran Panoraması”[2], Eren Odabaşı’nın “Leyla’nın Kardeşleri: Herkes Kendi Derdinde[3]”, Ece Deniz’in “Sınıf çıkmazı: Leyla’nın Kardeşleri”[4], Eralp Alper’in “Leila’s Brothers: Tanıdık Dertler, Sonu Gelmeyen Adetler”[5], İsmail Söylemez’in “Leyla’nın Kardeşleri ve İran hakikati”[6], Egemen Kurtoğlu’nun “İran Sinemasından Yine Parlak Bir Örnek: Güzel Şeylerin Olmasından Bile Korkan Leyla’nın Kardeşleri”[7] yazıları bunlardan bazıları. Manohla Dargis (Ney York Times)[8], Peter Bradshaw (The Guardian)[9], Lisa Nesselson (Screen Daily)[10], Peter Debruge (Variety)[11] gibi isimlerin de filme yüksek not verdiğini belirtelim.

Film bazı yazılarda belirtildiği gibi bir ailenin değil, İran halkının dramını anlatmakta ve bir sistem eleştirisi yapmaktadır. Leyla’nın Kardeşleri hikayesini “ekonomik sıkıntılar” üzerine kuruyor ve Curablu ailesi üzerinden sosyal, geleneksel, psikolojik ve yönetimsel boyutları olan çok katmanlı bir İran eleştirisi sunuyor. Ancak Leyla’nın Kardeşlerini politik mercekten görmeyen bir değerlendirme filmin hikayesini ve karakter kurgularını analiz ederken yetersiz kalabilir, hatta bazı yanlış çıkarımlarda bulunabilir. Filmdeki anlatının İran gerçekliğini ne kadar yansıttığı ayrı bir tartışma konusu. Ancak bazı yazarların ifade ettiği gibi, filmin İran’da tepki görmesinin sebebinin sosyo-ekonomik eşitsizlikleri eleştiren bir film olmasından kaynaklandığını sanmıyorum. Zira bu eleştiriyi yapan film ve dizilerin İran’da yapıldığını biliyoruz. Örneğin Ağazade dizisi toplumun bir kesimindeki yozlaşmayı ve bunun dinamiklerini ele alıyor. Dolayısıyla Leyla’nın Kardeşlerini farklı kılan merkezine aldığı temel problemi (göstergeleri yoksulluk, işsizlik ve enflasyon olan ekonomik problem) belirli bir politik mercekten geçirerek, sübjektif bir ideolojik saldırganlığa dönüştürmesidir. Film bunu Leyla ve Baba arasında bir “iç harp düzeni” kurarak yapmaya çalışıyor. Babanın temsil ettiği “yozlaşmış düzen” ile Leyla’nın temsil ettiği muhayyel geleceğin bir savaşı bu. Film bir “iç harp düzeni” kurduğu için taraflar arasında (Leyla ve ebeveyn arasında) sahici bir etkileşim, iletişim ve psikolojik bir bağ yok. Dolayısıyla film gerçek sorunları derinlikli bir eleştiri konusu yapmaktan çıkarıp, agresif bir mesajın aracı haline getiriyor; İran sinemasında pek de alışık olmadığımız bir şekilde küfürler, hakaretler, suçlamalar havada uçuşuyor.

Film konusunu İran’da uzun yıllardır devam eden muhalif söylemden alıyor: Bu söylemi “Ne Gazze ne Lübnan Canem Feda-yı İran” (Bana ne Gazze’den ve Lübnan’dan, canım İran’a feda olsun) sloganında özetlemek mümkündür. Bu slogan İran’da “reformcu” denilen kanadın müesses nizama yönelttiği ortak bir eleştiri. 2009’daki Mir Hüseyin Musevi’nin seçim yenilgisinden sonra meydanlara çıkan kitlenin; 2017’nin son günlerinde pahalılık gerekçesiyle başlayan gösterilerin de temel sloganlarından biri buydu.

Slogan özetle şunu vurguluyor: İran yönetimi Filistin’in özgürlüğünü merkeze alan bir dış politika çizgisini takip etmektedir. Bundan dolayı HAMAS, İslami Cihad gibi Filistinli örgütlere ve yine İsrail’e karşı savaşan Lübnan’daki Hizbullah örgütüne askeri ve ekonomik destek sunarak ülkenin zenginliğini “dışarıya” akıtmaktadır. Dolayısıyla İran petrol ve doğalgaz zengini bir ülke olmasına rağmen, halkı bundan faydalanamamakta fakirlik ve sıkıntı içinde yaşamaktadır. Üstelik bu politikasından dolayı İran’a ABD ve müttefikleri tarafından ambargo uygulanmakta, bu da ekonomiyi daha da kötüleştirmektedir. Lübnan Hizbullah’ı, HAMAS ve Filistin İslami Cihad hareketleri yaptıkları açıklamalarda İran’ın bu yardımlarını doğruluyor. Nitekim birkaç gün önce Filistin İslami Cihad lideri Ziyad Nahhale yaptığı açıklamada “İran Hamas'a her yıl 150 Milyon dolar veriyor… İranlıların bu 30 yılda Filistinlilere ödediği parayı hesapladığımda, milyarlarca dolar ediyor.”[12] demişti. Dolayısıyla 2018 yılındaki gösterileri yorumlayan muhalif bir gazetecinin söylediği “eve lazım olan bir mumun camiye verilmesi haramdır”[13] sözüyle de rasyonalize edilen bu görüş, İran yönetiminin kendi halkını refah içinde yaşatmak varken Filistin’i desteklemesini “haram” olarak görmektedir. Üstelik bu destek muhalif söyleme göre rejimin Filistin üzerinden “saygınlık” kazanma ihtiyacına dayanmaktadır. Diğer bir ifadeyle İran yönetimi/İran lideri “prestij” uğruna kendi evini/ailesini fakirliğe mahkum eden merhametsiz/vicdansız bir “baba” gibidir.

Film tam da bu konuyu işlemekte, Leyla aracılığıyla babayla hesaplaşmaktadır. Filmin konusuna geçmeden önce spoiler verdiğimi belirtmeliyim.

Leyla’nın Kardeşleri: Altınlar Nereye Harcanacak?   

Leyla ve dört erkek kardeşi (Perviz, Ferhat, Manuçehr, Ali Rıza) yoksulluk içinde yaşamaktadır. 40 yaşına gelmesine rağmen babasının engellemeleri yüzünden evlenememiş olan Leyla bir AVM’de çalışır. Kazandığını evin geçimine harcamış, hayatı ailesine hizmetle geçmiştir. Kişisel beklentilerini, umutlarını, özlemlerini ailesinin geçimi için feda eden Leyla sırt ağrıları (çok çalışmaktan; belki de psikosomatik) çeker. Leyla’nın dört erkek kardeşinden biri olan Perviz aynı AVM’nin tuvaletlerini temizlemektedir. Ferhat TV’de sürekli Amerikan güreşi izleyip “kas yapmaya” çalışan, vücudu gelişmiş ama “kafası basmayan” bir taksi şoförüdür. Olmayan arabaları satmaya çalışarak kısa yoldan zengin olmayı uman Manuçehr ise “şark kurnazı”dır. Ortağı Mahmut’un Eyfel Kulesi ve Pizza Kulesi’nin fotoğraflarıyla süslü İran’ın varoşlarındaki evinde kalmaktadır. Filmin başlarında karşımıza Nike’ın “Just do it” (Yap gitsin!) yazılı tişörtüyle çıkan Manuçehr, filmin sonunda “güle oynaya” İran’ı terk edecektir. Ailenin Leyla’dan sonra -az çok- aklı başında olan ve düzenli bir işte çalışan tek üyesi Ali Rızadır. Ali Rıza içinde bulundukları durumu kavrayabilen, Leyla’yı anlayan ama “korkak” biridir. Filmin açılış sahnesinde yönetmen Ali Rıza’nın karakterini bize yansıtır. Çalıştığı fabrikada işçilerin isyanına polis “şiddetle” müdahale edince Ali Rıza “isyana katılmayı” değil kaçmayı tercih etmiştir. 

Filmin “kötü adamı” ailenin reisi İsmail Curablu’dur. İsmail 80’ine gelmiş, geniş bir sülalenin en yaşlı üyesidir. Hayattaki tek arzusu sülalenin reisi Gulam’ın ölümüyle birlikte onun yerine geçmek ve “saygınlık” kazanmaktır. Ama bunun için Bayram’ın oğlunun düğününde en pahalı hediyeyi vermesi gerekmektedir. İsmail bu sebeple ailesinden habersiz “40 altın” biriktirmiştir. Ancak sülale İsmail’i hiç sevmemiş, zor zamanlarında onu hep yalnız bırakmıştır.  Leyla ise babasının 40 altını olduğunu öğrenince kardeşlerini içinde bulundukları sefil hayattan kurtarmak için çalıştıkları AVM’den bir yer almayı ve kardeşlerinin iş sahibi olmasını önerir.

Filmin seyirciye sunduğu çatışma noktası budur: İsmail bu altınları nereye harcayacaktır? Sırf sülale içinde göstermelik bir saygı kazanmak uğruna Bayram’ın oğluna düğün hediyesi olarak mı verecektir yoksa perişanlık içinde yaşayan çocuklarının kurtuluşu için Leyla’nın “makul teklifi”ni mi kabul edecektir? İsmail çocuklarının ve torunlarının geleceğini değil, kendi saygınlığını düşünür ve 40 altını Bayram’ın oğluna vermekte ısrar eder. Leyla’nın erkek kardeşleri “babanın” bu tercihine boyun eğer ama Leyla isyan bayrağını kaldırır. Onları ikna etmeye çalışır. Çocuklar paranın babalarına ait olduğunu, nasıl isterse o şekilde harcayabileceğini söyler. Babalarına karşı çıkmaya cesaret edemeyen erkek kardeşler daha fazla ısrar ederlerse babalarının kalp krizi geçirip öleceğinden korkarlar. 

Leyla, kendi geleceklerini “anlamsız” geleneklere ve babanın “bencil” saygınlık ihtiyacına kurban etmeye hazır bu kardeşler için onlar adına da “sorumluluk” üstlenecektir. Leyla’nın kardeşleri gelenekleri aşamamış, kendileri çoluk-çocuğa karışacak yaşa gelmiş olmasına rağmen “çocuk” kalmış, kalıp yargıların dışında düşünmeye ve davranmaya cesaret edemeyen bir grup zavallıdır. Söylediğim gibi Leyla önce ikna yolunu tercih eder ve ailenin tek makul kişisi olan Ali Rıza’yla konuşur. Ancak Ali Rıza “baba”ya karşı çıkmaya cesareti olmayan, zorluklar karşısında “sıvışmayı” tercihen bir karakterdir. Nitekim filmin en öne çıkan sahnelerinden birinde yönetmen Ali Rıza’ya şunları söyletir: “Buna inanmayabilirsin ama güzel şeylerin olmasından bile korkuyorum. Her şey yolunda giderken kötü bir şey olacak diye korkuyorum.”.

Leyla sadece babasına karşı değil korku ve gelenek duvarını bir türlü aşamayan kardeşlerine karşı da mücadele vermektedir. Bunun için gerekirse “kural dışı” davranmaya kararlıdır. Bir plan yapar ve düğün günü 40 altının verileceği kutudan altınları alır. Hediyeyi verecek olan Ali Rıza’nın bundan haberi olmasa da, diğer kardeşlerini bu plana dahil etmiştir. 

Tabii ki, düğün günü kıyamet kopar. Hediye verilemez, baba çöker ve kendini evdeki bir odaya kapatarak “ailesine küser.”.

Bu tür ajitasyonların etkisinde kalmayan Leyla kardeşlerini de cesaretlendirerek planlandığı gibi, dükkânın satın alınmasını sağlar.  Ancak kalbinde bir pille yaşayan baba (zaman zaman kalp krizi geçirerek hastaneye yatırılmaktadır) “küsme” sonuç vermeyince tekrar kalp krizi geçirir ve hastaneye yatırılır. Baba altınları oturdukları evi ipotek ettirerek aldıklarını söyler. Zaten güç bela ikna edilmiş olan erkek kardeşler, babalarının öleceğinden ve oturdukları evin de ellerinden gideceğinden korkarak, dükkanın satın alınmasından vazgeçerler, altınları geri alıp babalarına vermeye karar verirler. Anlaşmayı iptal edip, altınları aldıklarındaysa ülkede büyük bir ekonomik kriz başlamış ve altının fiyatı yükselmiştir. Ülkenin ekonomisi o kadar kırılgandır ki, kardeşler bir sarrafa fiyat sorup, karşı taraftaki sarrafa gidene kadar altın fiyatları çok daha fazla yükselir. O sırada Trump’ın attığı bir “twit” ekonomiyi daha da alt üst eder. Baba twitin ne olduğunu anlamayacak kadar cahildir; İran’a “bomba” atıldığını sanır. Oğlu twitin “bomba gibi” bir şey olduğunu söyler.

Ancak sonradan babanın “yalan söylediği” evi ipotek ettirmeği ortaya çıkar. Bu arada Manuçehr’in birlikte iş yaptığı Mahmut ortadan kaybolmuş, alacaklılar kapıya dayanmıştır. Çaresiz kalan Manuçehr tutuklanmamak için İran’dan kaçmaya karar verir. Kendi pasaportu olmayan Manuçehr Ferhat’ın pasaportuyla yurt dışına kaçar.

Filmin hemen pek çok sahnesinde self oryantalizmin izlerini görmek mümkündür. Geleneği, toplumsal kuralları ve yasayı temsil etmesi açısından “baba” Batılı psikolojide aşılması gereken bir bariyerdir. Çocuklar kuralın dışına çıkarak babayı aşabilir ve böylelikle “yetişkin” bir birey olur. Aksi halde “çocuk” kalmaya devam edeceklerdir.

Filmde baba “kalp” sorunu olan “pil desteği” ile ancak yaşayabilen biridir. Babanın “kalp” sorunu hem fiziksel hem de manevi bir hastalığa gönderme yapması açısından dikkat çekicidir. Ne de olsa ancak kalbinden sorunu olan birisi  “saygınlık görme” uğruna çocuklarının geleceğini heba edebilir. Üstelik bu saygınlığı asıl sorumlu olduklarından değil, “uzak akrabalarından” beklemektedir. Akrabaları ise gerçekte onu değil, “parasını” istemektedir. Film sunduğu bu baba tasviriyle ülkenin zenginliklerini bir bakıma “uzak akraba” sayılabilecek Filistin için harcayan ama kendi halkını/çocuklarını umursamayan siyasal otoritenin tavrını mahkum eder. Diğer taraftan film, İran için ara-sıra güzel laflar eden Filistin direnişinin liderlerinin gerçekte İran’ın kardeşliğine inanmadığını, onun sadece parasıyla ilgilendiğini ima eder.

Filmde baba “yalan” söyleyen kendi ailesinden “gizli-saklı” işler yapan birisi gibi sunulurken, Leyla onu sürekli “suçüstü” yapmaktadır. Filmin özellikle bir sahnesi oryantalist muhayyilenin hayli sert bir tasviridir. Bir akşam ışıkları yanmayan mutfaktan sesler gelir, Leyla ne olduğunu anlamak için mutfağa girer, lambayı yakar ve babasını “mutfağın lavabosuna bevlederken” yakalar. Baba alelacele üstünü toplar, ama önünü de ıslatmıştır. Leyla iğrenmiş bir yüz ifadesiyle “babasının sidiğini” temizler. Saygınlık ihtiyacıyla yanıp tutuşan “baba” insani vasıflarını o derece yitirmiştir, evini o kadar umursamamaktadır ki, ailesinin yiyip-içtiği mutfağa bevletmektedir. Kuşkusuz “mutfak” aynı zamanda, sunulanı değil, sunulanın ardını yani “kapalı kapılar ardını” da simgeler. Sahne İran’ın bir “aydınlanma”ya ihtiyacı olduğuna gönderme yapar; ışık yanacak mutfağı pisleyen baba görünür olacaktır!

Sadece “baba” değil, herkesin herkesten gizleyip-sakladığı bir şeyler vardır bu evde. Perviz misafir geldiği bir gün baba evinden “yumurta” vb. şeyler çalar, düğünde “masa altından” gizlice alkolünü alır. Leyla gizli gizli sigara içer. Manuçehr Ferhat’ın pasaportuna kendi resmini yapıştırıp kullanmaya çalışır; Ferhat pasaportunu kardeşinden saklar. Ev (ülke) kimsenin kimseye güvenmediği pis işler yuvasına dönmüştür!

Dahası baba “afyon” kullanmaktadır (afyonun burada dini inanca gönderme yaptığı düşünülebilir) ve anneyi de henüz “düğün olmadan” hamile bırakmıştır. Leyla babasının mutfaktaki pisliğini temizlerken, annesi onun “gizli gizli sigara içtiğini” söyler. Leyla da onun düğünden altı ay önce hamile kaldığını ifşa eder. Anne kızına “orospu” diye çıkışır ve Ali Rıza’dan Leyla’nın ağzının payını vermesini ister. Ali Rıza ise annenin kızına yaptığı suçlamayı annesine iade eder: “Evlenmeden hamile kalan o değil ki, sensin!”

Leyla’nın kardeşlerinin İran toplumunu temsil ettiğini dikkate alırsak, yönetmen kardeşlerin şahsında bize hastalıklı bir toplum tasviri sunar. Manuçehr “dolandırıcı”, Ali Rıza “korkak”, Ferhat “ahmak”, Perviz ise boğazına düşkün bir “alkol bağımlısı”dır. Fakat film onların bu marazlarını babaya ve her durumda babaya destek çıkan eski kafalı yaşlı annesine bağlar. Yani bu marazlar, sistemin ürettiği marazlardır. Bu arada yönetmen bize “iki farklı kadın” tipolojisi sunar; akıl, irade ve cesaret sahibi Leyla ile cehaletin, erdemsizliğin, bilinçsizliğin simgesi anne. Devrimi anne temsil ederken, Leyla ışığı yakan aydınlanmanın/karşı devrimin temsilcisidir: Nitekim filmin sonuna doğru babayı tokatlayacak, korku duvarını yıkacaktır! Kuşkusuz karşı-devrimin “Leyla” ile temsil edilmesi Mehsa Emini olaylarında da gözlemlenebileceği üzere ülkenin Batı’ya yeniden entegre edilmesinde “kadın hareketlerine” yüklenen misyonla uyumludur.

Dediğim gibi çocuklardaki marazın sebebi aileyi kuran anne-babadır; bütün sorunların kaynağı ailedir. Örneğin bir sahnede Ali Rıza Leyla’yla konuşurken ona içini döker ve kendisinin bir “korkak” olduğunu itiraf eder. “Korku” bünyesine öylesine işlemiş onu öylesine pasifleştirmiştir ki, güzel de olsa her yeni şey onu korkutmaktadır. Şöyle der Ali Rıza: “Buna inanmayabilirsin ama güzel şeylerin olmasından bile korkuyorum. Her şey yolunda giderken kötü bir şey olacak diye korkuyorum. Meryem’i bile çok iyi, çok güzel bir kız olduğu için elimde tutamadım… Kusurları sevmiyorum ve mükemmellik beni korkutuyor. Nasıl iş bu? Mağazadan bile korktum. Mutlu olmaktan bile korkuyorum.”

Leyla’nın cevabı Ali Rıza’nın acınası durumunu onaylarken, asıl suçluyu işaret eder. Aydınlanmanın “düşünmeye cesaret et!” mottosunu Leyla’nın dilinden biraz daha farklı bir şekilde duyarız: 

“Nasıl düşüneceğin değil, ne düşüneceğin öğretildi sana?”

 

Devamı >>>



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER