Kadir Canatan Yazdı;
Geçtiğimiz günlerde resmi bir bina açılışı sırasında Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın dua etmesi laik çevrelerde epeyce yadırgandı ve “laikliğe aykırı bir eylem” olarak tanımlandı. Yine her zaman olduğu gibi iktidar ve muhalefetin zıtlaşan söylemleriyle toplumsal bir gerginlik yaşandı. Gerçekte olan şey çok tuhaf bir şey miydi? Bir açıdan tuhaf bir şeydi, çünkü geleneksel Türkiye böyle şeylere alışık değildi. Öte taraftan iktidar yanlısı söylemlere bakılacak olursa, kuruluş yıllarında meclisin açılışında da dua edilmişti. Ortada tuhaf bir şey yoktu. Bu da doğrudur. Ama gerçekte Türkiye’de Diyanet ile ilgili tartışmalarda her zaman atlanan çok önemli bir şey var ki, o da Diyanet’in resmi statüsü ve laiklikle ilişkisidir.
Bu konudaki görüşlerime geçmeden önce şunu hemen söyleyeyim: Başlıkta yapmış olduğum “kilise” ve “Diyanet” benzeştirmesi asla kışkırtma ve yergi nitelikli bir mahiyet arz etmemektedir. Bununla Diyanet camiasını aşağılamak gibi bir niyetim de yoktur. Yapmam istediğim tartışma ve analiz daha yapısal ve hayati bir öneme haizdir.
Eğer laik olduğunu belirten ülkelerin –ki bu kelimeyi kullanıp kullanmaması önemli değildir, çünkü bazı ülkeler laiklik yerine seküler kelimesini kullanmaktadır- anayasalarına bakılırsa, laikliğin tanımında özenle yapılan bir ayrımın dikkat çektiği görülmektedir. Laiklik, bu ülkede sıkça söylendiği üzere din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması değildir. Laiklik, “kilise” ve “devlet” işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Bu ayrım, bize şunu telkin etmektedir: Bir ülkede laikliğin ön şartı, devlet yanında bir de “kilise”nin olmasıdır.
Peki, kilise yoksa ne olacaktır?
İşte, bu soru Cumhuriyeti kuranların zihninde olan ve çözmesi gereken önemli bir sorundu. Cumhuriyeti kuran kadrolar İslamiyet’te kilise veya benzeri bir yapının olmadığının farkındaydılar. Bunun için yeni bir kurum yaratılması gerektiğini düşündüler ve sonunda “Diyanet” diye bir kurum ihdas ettiler.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi, kuruluş kanunu olan 429 sayılı Kanun’da “İslam dininin itikat ve ibadet alanıyla ilgili işleri yürütmek ve dini kurumları idare etmek” şeklinde ifade edilmiştir. Sonra birilerinin aklına dinin ahlaki bir boyutu da olduğu gelmiş ve 1965 tarihinde yürürlüğe giren 633 sayılı “Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun”la, İslam dininin ahlâk alanıyla ilgili işleri yürütmek de görevleri arasına eklenmiştir. En son 2018’de yapılan bir düzenlemeyle Başkanlığın şu anki görevi, “İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere; Cumhurbaşkanlığına bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur” şeklinde yeniden ifade edilmiştir.
Diyanetin kuruluşuna vesile olan kanunla İslam’da önemli bir reform gerçekleştirilmiştir. Diyanet kurumu, İslam dininin üç alanında (inanç, ibadet ve ahlak) yetki sahibi kılınmış ve klasik eserlerde “muamelat” olarak ifade edilen alan devre dışı bırakılmıştır. Bu alanda Meclis’in yetkili olduğu ilk kanunda belirtilmiştir. Muamelat; evlilik, boşanma, ticaret, ceza vs. alanlarda toplumsal işleri düzenleyen normları içermektedir. Bir başka deyişle muamelat İslam’ın “hukuk” boyutudur. Diyanet’in kuruluşuyla hukuku olmayan bir din ve din kurumu yaratılmıştır.
Bu reform yetmiyormuş gibi, bir de Avrupai ve Fransızvari laikliğin ilke ve ruhuna zıt bir biçimde Diyanet’e, sivil ve tüzel bir kişilik verileceğine, bu kurum devlete bağlanmıştır. Devlet ve kilise ayrılığını ifade eden laiklik ilkesinde de bir reform yapılmış ve alenen laiklik tahrif edilmiştir. Ortaya ne idiği belirsiz bir “Türk laikliği” çıkmıştır. Kuş desen kuş değil, balık desen hiç değil!
Hem dini hem de laikliği tahrif eden Türk laikliği nasıl bir düzendir? Bunun tarihte bir karşılığı var mıdır?
Hristiyanlık tarihi, devlet ve kilise ikileminin her biçimine sahne olmuştur. Hristiyanlığın ilk üç yüzyılı Roma’da baskı ve işkence dönemidir. 3. yüzyıldan itibaren Hristiyanlık “resmi” din haline gelmiş ve devletin bir parçası olmuştur. Ortaçağ boyunca da krallara ve prenslere hükmeden bir Papalık ve Vatikan vardır. Bu ortaçağ düzeni, Fransız Devrimi’ne kadar sürecektir.
Geçmişten günümüze Hristiyanlık ve Avrupa tarihinde devlet ve kilise ilişkisinin üç formu denenmiştir.
- Resmi din haline geldiği dönemde devlet ve kilise özdeşliği (Bizanstinizm);
- Kilise ve Papalığın devlete hükmetmesi (Teokrasi);
- Kilise ve devlet ayrılığı (Laiklik).
Cumhuriyet Türkiyesi’ndeki devlet-diyanet ilişkisi, ne teokratik ne de laiktir. Daha çok bizanstinist bir modeldir. Bu modelde dini temsil eden kurum “resmi din”in temsilcisi olarak kabul edilir ve devlete tabi kılınır. Bu tabiat rejiminin gerekçesi, dini hayatı kontrol etmekten ibarettir.
Eğer Cumhurun başı, kendisine tabi olan kişiye “Benimle açılışa gidip orada dua edeceksin” demişse, ortada sisteme ve hiyerarşiye aykırı bir durum yoktur. Bunu bugüne kadar başbakan ve cumhurbaşkanlarının yapmamış olması bir şeyi değiştirmez. Ortada laiklik yok ki, bu durum “laikliğe aykırı” olsun. Türkiye’de kendisine “laik” ismini verenlerin her şeyden önce laikliği yeniden öğrenmeleri gerekiyor. Öğrendiklerinde ilk anlayacakları şey, bugünkü sistemin laik olmadığı olacaktır.
Peki, anayasada devletin “laik” olarak tanımlanmasının anlamı nedir?
Burada iki ihtimal var. Anayasayı yapanlar ve devletin laik olduğunu söyleyenler ya laikliğin ne olduğunu bilmiyorlar ya da bildikleri halde bu modelin tam olarak iktibas edilemeyeceğinin farkındalar ve bize (İslama) yabancı bir sistemi uyarlamaya çalışmışlardır. İlk ihtimal kurucu kadroyu cahil addetmek olur. Mustafa Kemal dâhil Cumhuriyeti kuran Osmanlı asker ve bürokratlarının çoğu Fransızcayı biliyor ve Fransa’da laikliğin nasıl kurgulandığının farkındadırlar.
Bana ikinci ihtimal daha makul geliyor. Yani Cumhuriyetin kurucuları bize uymasa da laikliği uydurmaya çalıştılar. İslam’ın ellerine ve ayaklarına dolaşmaması için iki şey yaptılar.
- İslam dinini epistemolojik olarak parçalamak, yani hukuksuz/şeriatsız bir din haline getirmek ki bu tam bir reformdur;
- Devlete bağlı bir kurum ihdas ederek İslam’ın inanç, ibadet ve ahlak alanıyla ilgili işleri ve meselelerini ona devretmek.
Bu yapılan şey, laikliğin çok ötesinde bir şeydir, laiklik yapılan bu işin yanında çok masum kalır. Çünkü laik sistemde hiç olmazsa devlet, dinin ve dini kurumun özerkliğine dokunmaz. Bunun karşılığında da kilise, devlete hükmetme idealinden vazgeçer. Türkiye’de hem dine dokunulmuş, hem de dinin devleti düzenleyecek hukuk sistemi yürürlükten kaldırılmıştır.
Şimdi bu çarpık sistemi tartışmanın tam zamanı gelmişken, birilerinin Diyaneti kullanarak siyaset yapması, diğerinin de buna karşı muhalefet yapması tam bir oyalama ve oyundan ibarettir.
Kaynak: Farklı Bakış