23Eylül günü Anadolu Ajansı’nın son dakika olarak geçtiği haberde, Amerika Birleşik Devletleri’nden ( ABD) dönüş yolunda olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, “Temennim iki NATO ülkesi olarak birbirimize hasmane değil dostane davranalım. Ama şu an gidiş pek hayra alamet değil” dediğine yer verilmişti. Gerçi birkaç ay evvel de Haziran’da Brüksel’deki NATO liderler zirvesinde ABD Başkanı Joe Biden ile yapılan görüşme sonrasında da devletin resmi haber kanalları görüşmenin oldukça verimli geçtiğini ifade etmişlerdi. 29 Eylül’de ise Cumhurbaşkanı Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile Soçi’de “baş başa” bir görüşme yapmıştı. Bu görüşme her ne kadar resmi bir ziyaret olarak adlandırılsa da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yanında hiçbir bakan veya yetkilinin olmaması ve görüşmenin içeriğiyle ilgili sadece kendisinin kaynak gösterilmesi iç kamuoyunda tartışmalara yol açmıştı. Bilindiği gibi bu görüşmenin ardından bir de telefon görüşmesi yapıldı. Görüşmelerde nelerin konuşulduğu, hangi konularda anlaşmazlık olduğu veya ittifak sağlandığı konusunu Türkiye kamuoyu hâlâ bilmemektedir.
Bununla birlikte Joe Biden’ın göreve başlamasından sonra, ikili ilişkilerin iyi gitmediğinin belirtilmesinin hemen ardından, Rusya lideriyle yapılan görüşme, ABD ve Rusya arasında yaşanan gelgitlerin önemli bir delili oldu. Hâlbuki Amerika ile S-400 sebebiyle artan gerilim sürerken ve F-35 savaş uçakları projesinden çıkarılmışken defalarca, “S-400 füzelerini kullanmayalım ama F-35 uçaklarını da satın alalım” yaklaşımı ABD tarafından hep reddedilmişti. Rusya’dan alınacak her türlü silah ve savaş uçağı için Amerikan CAATSA yaptırımları hâlâ gündemde. Fakat buna rağmen Türkiye gerek duyuyorsa ihtiyaçlarını Rusya’dan da başka yerlerden de temin eder. Ancak tam da bu noktada Rusya Türkiye için her şeyiyle güvenilir bir partner midir sorusu üzerinde de iyice düşünülmelidir.
Bunun yanında Türkiye artık dış politikasını belirli prensipler ve geleneklere göre maalesef belirleyememektedir. Mesela, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler zirvesi için bulunduğu New York’ta CBS televizyon kanalına verdiği röportajda şahsi hayal kırıklıklarından bahsetmesi uluslararası ilişkiler gelenekleri açısından muhatapların dikkate almayacağı bir açıklamadır. Daha sonra verdiği bir demeçte ise Amerikan Başkanı ile “Roma’da bir görüşme yapacağız. Aramızdaki askeri, siyasi, ekonomik, ticari tüm ilişkileri ele alacağız. Mesela F-35 sorunu ne olacak? 1 milyar 400 milyon dolar ödeme yapmışız. Bu ne olacak? Bunların akıbetini görmemiz lazım. Biz elimizde bol para var da bunları etrafa saçan bir ülke değiliz. Bu paraları da kolay kolay kazanmadık, kazanmıyoruz. Ya uçaklarımızı verecekler ya da parayı verecekler” gibi açıklamalar ABD tarafından çok da değerlendirmeye alınması mümkün görünmemektedir.
Bu sözlerden hemen sonra geçtiğimiz Cuma günü öğleden sonra Reuters Haber Ajansı’ndan geçen, “Türkiye ABD’li Lockheed Martin tarafından üretilen 40 adet F-16 (blok 70) ve 80’e yakın F-16 modernizasyon kiti almak için ABD’ye başvurdu” haberi yine başka bir şaşkınlığa neden olmuştur. Amerikan devlet prosedürüne göre bu başvuru şirket tarafından Dışişleri Bakanlığı’na iletilmiş ancak bakanlık talebi olumlu bulduğu takdirde dilekçe Kongre’ye sevk edilmesi beklenmektedir. Malum olduğu üzere Kongre’nin bu talebi veto etme yetkisi var. Zaten haberin duyulmasının ardından Washington’daki lobiler Türkiye karşıtı senatörleri harekete geçirmek için hiç zaman kaybetmemişlerdir. Ayrıca Kongre’de hem Cumhuriyetçi hem de iktidardaki Demokrat senatörlerin büyük bir kısmının, S-400 füzelerini bahane edip, Türkiye’nin bir NATO üyesi ülke olarak Rusya ile yakınlaşması ve Suriye, Libya ve Akdeniz’de gösterdiği faaliyetlerden rahatsız oldukları bilinmektedir. Dünyada artık pek çok ülke beşinci nesil savaş uçakları kullanırken Türkiye’nin yaptırımlardan ve F-35 programından çıkarılmasının bir neticesi olarak savaş uçağı envanterini güncelleyememesi önemli bir sorundur. Dolayısıyla, F-16 uçakları satın alımı ve elindeki teknolojisi geri kalmış uçakları da (blok 30 ve 40 olanları en azından blok 50 olarak) modernize etmek istemesi doğal karşılanmalıdır. Bu sebeple son satın alma talebinin salt siyasi girişim olarak nitelendirilmesi de doğru olmayacaktır.
Ekim 1987’den beri kullandığımız F-16 uçakları bugüne kadar Türk Havacılık ve Uzay Sanayii A. Ş. (TUSAŞ) ve Savunma Sanayi Başkanlığı (SSB) tarafından modernize edilmekteydi. Ama anlaşıldığı kadarıyla daha yapısal bir modernleştirme çalışması gerekmektedir. Gerçi F-35 beşinci nesil uçaklarına bir alternatif olarak yerli üretim Milli Muharip Uçak (MMU TF-X) çalışmaları yavaş da olsa sürmekte ama son haliyle bile beşinci nesil olamayacağı ve bittikten sonra bile iyileştirmelere ihtiyaç duyacağı bilinmektedir. F-35 uçaklarını alamayan bir ülkenin kendi üretimi de gecikmişse, elindeki mevcut uçakları olabildiğince en son teknolojiye yaklaştırmak istemesi öncelikle askeri değerlendirmeler sonucu alınmış bir karar olmalıdır.
Diğer taraftan yine Reuters Haber Ajansı’nın Suriye’den İlham Ahmed’e dayandırdığı haberinde, ABD’nin Suriye’den DEAŞ tamamen ortadan kaldırılıncaya kadar çıkmayacağı garantisinin kendilerine verildiğini duyurmuştu. Daha birkaç ay önce Afganistan’dan Taliban ile anlaşma yaparak ama son tahlilde apar topar çekilen ABD’nin Suriye’den çekilmeyeceğini ilan etmesinin gerekçeleri masaya özenle yatırılmalıdır. Bu gelinen durum ABD’nin çekilirken kendisine hizmet etmeye devam edecek bir vekili tam anlamıyla yetiştirme süreci olarak da algılanabilir. Bunun yanında Rusya’nın da bölgedeki terör örgütlerini elinde tutabilmek için onlara sıcak davrandığı en azından Moskova’da temsilcilik açmalarına izin verdiği ortadadır. Rusya, Türkiye ile yakın ilişkiler kurarken aynı zamanda Türkiye’nin mücadele ettiği örgütlerle de ilişkilerini devam ettirmektedir. ABD yönetiminin sert ve ikiyüzlü politikaları, Türkiye’yi Rusya’nın ikiyüzlü tavırlarına katlanmaya zorlamaktadır. Oysa her ikisinin de son tahlilde emperyalist hedefleri vardır. Ayrıca Mersin’de inşa edilmekte olan Akkuyu Nükleer Enerji Santrali ve doğalgaz ihtiyacını Rus Gazprom’dan tedarik ediyor olması da Türkiye’nin menfaatleri icabı farklılaştırılmış siyaset geliştiremiyor olmasının bir sonucu olarak uluslararası arenada elini kolunu bağlamaktadır.
Son dönemde Türkiye’nin bölgede belirleyici bir aktör olma çabaları vardır ancak Arap Baharı sürecinde alınan ölümcül hatalı kararlar bu çabaların sonuca ulaşmasını zorlaştırmaktadır. İlk önce bizim dış dünyadan izole edilerek yalnızlaştırılmamızın “değerli bir yalnızlık” olduğu iddia edilmişse de tarihi ve kültürel bağlarımızın olduğu bölge ülkeleriyle bile ikili ilişkimizin yok seviyesine indirilmesi kabul edilemez vahim sonuçları ortaya çıkarmıştır. Ayrıca Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar ise Yunanistan’ın Fransa’dan savaş uçakları ve gemileri almasını sık sık konuşmalarına konu etmektedir. Bu ifadeler doğal olarak verilmesi gereken tepkilerdir ancak Türkiye hem Fransa, hem Yunanistan ve hem de Avrupa Birliği’nin Türkiye karşıtlığını minimize edecek ve onları kendi içlerinde çıkar hesaplaşmalarına sokacak farklı diplomatik yolları arayıp bulmalıdır. Bu noktada Yunanistan ile öteden beri var olan silahlanma yarışında geri kalma korkusuyla ABD’den yeni nesil olmasa bile bir önceki model uçak isteme konumuna gelmek elbette üzüntü vericidir. Yine de bazılarının iddia ettiği gibi ABD’nin F-16 uçaklarının satışını veto etmesiyle daha önce Patriot savunma füzelerinin de satılmamasına benzer şekilde Rusya’dan SU-35 jetlerinin satın alma sürecinin başlatılabileceği ihtimali şu ortamda pek de mümkün görünmemektedir.
Her ne kadar Türkiye Rusya ile yakın ilişkiler kursa da yine her ne kadar ABD ile Suriye, Halkbank, CAATSA yaptırımları, Ege, Akdeniz ve 15 Temmuz gibi çözülmemiş sorunlar mevcut olsa bile ekonomik ve askeri olarak ayakları üzerinde durmayı başaramadığı müddetçe kendisine güvenen bir dış politika geliştiremeyecektir. Hatta bu kadar olumsuz şartlar altında dahi herkesle ilişki kurabilen başarılı bir dış politika “değerli diplomatlar” ile mümkün olabilirdi ama maalesef bugün dış politikada kadro sıkıntısı da vardır.
Sonuç olarak Türkiye bu yaşanan dış politik atmosferde günü kurtarma çabalarından ziyade geleceği kurgulayacak bir vizyonu ivedilikle kuşanmalıdır. Aksi takdirde Türkiye üzerinde herkesin tasarrufta bulunmak isteyeceği bir ülke konumuna düşecektir ki bu, kimsenin kabul edebileceği bir durum olmaz.