Oysa uzunca bir dönem, aklın, hikmetin, bilimin, sanatın, inkişafın ve entelektüel birikimin yurdu olan Müslüman coğrafyası, ne yazık ki birkaç yüz yıldır kurak, çorak bir çöle dönmüş durumdadır.
Medenileşmenin ve bilimin referansı olan İslam, zaman içerisinde cehaletin, itaatin, dinbazlığın, savaş ve terörün, işgal ve yağmanın referanslarına dönüştürüldü. Doğal olarak, akıl ve bilim itibarsızlaştırılınca İslam’ın ruhundan da uzaklaşmak mukadder oldu.! Akıl işlemeyince vicdan da mahpus ve mahkum oldu.!
Böylece "Vicdanın ziyası ulum-u diniyedir. Aklın nuru fünun-u medeniyedir" ilkesi çiğnendi, tahrip edildi ve Müslüman vicdanını aydınlatan ışık söndü, dünyasını imar eden medeniyet de yıkılmış oldu. Bu durumda, düşüşü engellemek nasıl mümkün olabilirdi ki?
Medeniyet ışığının sönmesiyle karanlığa ve cehalete gömülen Müslümanlar, din adamları, din bezirgânları ve zorba yöneticilerin tekelinde, yeniden cahiliye toplumuna dönüşmeye başladılar. Çağlar boyunca değişimin, insanlığın ve insanlık değerlerinin öncülüğünü yapmış İslam da, asli kaynağından koparılarak siyasetin, egemenliğin, işgal ve yağmanın aracı haline getirilmiş oldu.! Az sayıda alimin, aydın ve düşünürün bütün gayretlerine rağmen süreci tersine çevirmek bir daha mümkün olmadı..!
Çağları ıskalayan Müslümanlar, özellikle son iki yüz yıldır Modernizm ve Batı aydınlanması karşısında rekabetçi bir gelişme ve medeniyet geliştiremedikleri gibi aydınlanmanın getirdiği değişimi de ya anlamadılar veya görmezden geldiler. Bununla da yetinmeyip “Batı düşmanlığı” yayarak Müslüman toplumların istikametini ve gelecek arayışlarını geçmişte, ecdad dininde, tarih geleneğinde aramaya başladılar.
Hak ve hakikatin tanınmadığı, barış ve emniyetin olmadığı, hürriyet ve adaletin yeşermediği, eşitlik ve insanlığın kaybolduğu bir coğrafyada, mücadele ve kavga artık tamamıyla siyaset, yönetim, iktidar ve devlet üzerine kurgulanmaya başlanmıştır. Ayrışmalar, kutuplaşmalar, çatışmalar derinleştikçe dinin siyaset için araçsallaşması da giderek toplumsal ve siyasal meşruiyet kazanmıştır!
Tarihi referanslar meşruiyetin kaynağı olarak kabul gördükçe, Emevi iktidarıyla birlikte şekillenen din anlayışı da Müslüman hayatının her alanında kendisini yeniden güncellemeye başlamıştır. Referansları asıl kaynağından öğrenmeyi terk eden Müslümanlar, aklı, hikmeti, bilgiyi, irfanı unutup olup bitenleri de doğru anlamadan din ve devlet adamlarının peşinden yürümeyi kurtuluş seçeneği olarak gördüler. Böylece Emevi geleneği ile kurumsallaşan “lidere biat ve itaat” çizgisine yönelerek karanlığa gömüldükçe daha derinlerde, zifiri karanlıklarda kalmaya devam ettiler.
Bugün de Müslüman siyasetçilerin, bu kadar yaşanmışlığa ve deneyime rağmen bir Emevi siyaset geleneği olan “biat-itaat- ulul-emir” gibi referansların etkisinde kalmaya devam ettiklerini gözlemlemek mümkündür. Oysa Irkçı, jakoben, otoriter, ayırımcı, laikçi, devletçi siyaset kadar Müslümanların tarihsel siyaseti de bugün için insan ve insanlık değerleri için bir tehdit ve tehlikedir. Bu gerçeği de bütün örnekleriyle Asya’da, Ortadoğu’da ve Türkiye’de Müslümanlık üzerinden tasarlanmış bir siyasetin vahim sonuçlarında görmekteyiz.
Yaşananlar karşısında silkelenemeyen, kendisiyle yüzleşemeyen, din-siyaset, din-devlet ilişkilerinin sonuçlarından bir ders almayan ve yeni bir yol bulamayan biz Müslümanların siyaset-devlet-yönetim alanlarında kafa karışıklığı ne yazık ki devam ediyor!
Başkalarına değil, kendimize soruyorum: Bugünden geriye doğru bakıldığında Muaviye ile başlayan devlet sürecinde, söz konusu “biat-itaat- ulul-emir” gibi ilkelerle Müslümanların inşa ettikleri bir tek adalet devleti var mıdır? Laikçi, dayatmacı, inkârcı modern siyaset kadar bu ilkelerle şekillenen gelenekçi siyasetin de en azından akıl, bilim, insan hakları, hukuk, özgürlük, eşitlik gibi çağın insanının beklentilerine cevap vermesi mümkün müdür?
Kanaatime göre biz Müslümanların devlet ve yönetim başarısızlığında bu tarihi sürecin doğru anlaşılmamasının etkisi vardır. Siyaset ve yönetimin “biat-itaat-ul’ul-emir ve hilafet” gibi ilkelerin iman derecesinde meşruiyet için referans alması başka türlü nasıl izah edilebilir? Bu kabul, cehaletimiz, ilkelliğimiz, çağdışılığımız için yeterli değil midir?
Biliyoruz ki bunların hiç birisi İslam ilkesi değil, Müslümanların tarih içinde İslam’a dayandırdıkları yorumlardan ibarettir. İslam’ın; devlet, siyaset ve yönetim için esas aldığı ilkelerin ‘ADALET-Ortak Akıl ve Ehliyet’ olduğunu bilmek için âlim, bilge, filozof olmak mı gerekir?
Siyaseti, yönetimi, iktidarı, devleti ve egemen olmayı amaç edinen bir din, İslam olabilir mi? Olsa olsa ecdad dinidir, Emevi geleneğidir, Saltanat sevdasıdır, dünya-iktidarperestliktir, dinbazlık ve dinciliktir..!
Muaviye sırf iktidar olmak için Hz. Ali’ye savaş açmadı mı? Meşru, ehil, adil, bilge bir halifeye isyan etmedi mi? Siyaset-iktidar uğruna binlerce ashap öldürülmedi mi? Peygamber’in (a.s.) Ehl-i Beyt-i kılıçtan geçirilmedi mi? Kadın, çocuk, bebekler dahi hunharca katledilmedi mi?
Ne yazık ki tarih boyunca bu geleneğin bir uzantısı olarak bütün siyasi kavgalar da, iktidar ve saltanat kurmak için yapılmıştır. İktidar ve devlet iddiası da, mücadelesi de İslam’ın değil, bu geleneğin İslam adına bize bıraktığı kanlı bir mirasıdır.
İhtiyacımız olan; devlette/yönetimde adaleti, siyasette ise aklı, bilimi, hikmeti, liyakat ve emaneti/ dürüstlüğü esas almaktır. Müslüman coğrafyasının ve ülkemizin öncelikli meselelerinden birisinin, bu anlamda yeni bir SİYASET ve Yönetim inşa etmek olduğuna inanıyorum..!
Bulanık bir zihin ve kafa karışıklığı ile sivil-demokratik ve Yeni bir Siyaset inşa etmenin mümkün olabileceğini düşünmüyorum. Yeni siyaset aktörlerinin bu konuda da zihinlerinin açık ve net olduğunu umuyorum. Zira buna sadece Türkiye’nin değil, Müslüman coğrafyasının ihtiyacı olduğu kanaatindeyim.
Müslümanlar sivil ve demokratik siyaseti, çoğulculuğu, eşitliği, hak ve özgürlükleri, adil olmayı doğru anlayıp içselleştirmedikçe, hangi referans ve iddialarla ortaya çıkarlarsa çıksınlar, adaleti, hukuku, barışı tesis etmeleri mümkün olmayacaktır. Umarım Yeni Siyaset, zamanın ruhuna uygun olarak şekillenecek ve muazzez İslam’ın masumiyetine halel getirmeden rahmetinden gereği gibi yararlanmasını bilecektir..!
Abdulbaki ERDOĞMUŞ
Abdullah GÜL’e Bu Öfke Neden? Bir Hakkın Teslimi!
Toplum olarak yaşayan değerlerimize gerekli önemi vermediğimiz, bilgi ve deneyimlerinden gereği kadar yararlanmadığımız ancak kaybettikten sonra kafamızı duvara vurarak “ah!-vah!” yaparak hayıflandığımız bizim toplumsal bir gerçeğimizdir. Daha vahim ve ibretlik olanı ise, kiminin ölüsünden, kiminin mezar taşından, kiminin türbesinden yardım ve destek bekler, bu umutla dünya ve ahiretimizi imar etmeye çalışırız..! Bu nedenle dünyamız da, muhtemelen ahiretimiz de imar yerine hep harap olmaya devam edecektir.!
Ne yazık ki aydınlarımızın, ilim adamlarımızın, bilim, siyaset ve devlet adamlarımızın bilgi birikimi ve tecrübelerinden yararlanmak yerine, kendilerini tüketmeyi, itibarsızlaştırmayı kendi varlığımız için gerekli görmek gibi bir yanlışlığın, kara bir cehaletin içine düşüyoruz. Yaşayan bilgi ve bilginlerden uzak duran bir toplumun bilgi ve erdem toplumu olması mümkün mü? Ölüden, mezardan, taştan, tahtadan medet uman bir toplumun medeni bir yaşam imkânı olabilir mi? Bilgiye, bilgine düşmanlık yapmayı gelenekleştirmiş bir toplumun cehalet ve karanlıktan kurtulması mümkün müdür?
İlim, irfan, hikmet ehlini bir tarafa bırakalım, çok sayıda bilgi ve deneyim sahibi devlet ve siyaset adamımız olmasına rağmen yaşadığımız bu kaos ve karanlığın nedenlerini ve çıkış yollarını onlarla müzakere etmek gerekmez mi? Kendilerinden yararlanmak yerine olup-bitenlerin, başarısızlıkların sebebi olarak onları göstermek ve onlara öfke duymak doğru ve ahlaki midir?
Devlet ve siyaset adamı olarak bilgi ve deneyimlerine başvurulması yerine, kendi kusur ve başarısızlıklarını örtmek için hedef alınan isimlerden birisi 11. Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah GÜL’dür. AK Parti cephesinin Sayın Gül’e duyduğu öfkeyi ve kendisini zaman zaman hedef göstermesini anlamakta hep zorluk çektim. Bu duygularımı yazıya dökerek sizleri de hislerime ortak yapmaya karar verdim.
Şunu da ifade etmeliyim ki amacım, Sayın GÜL’ü savunmak değildir. Kendisinin de buna ihtiyacının olmadığından eminim. Ayrıca Erdoğan ve GÜL ikilisi yol arkadaşlarıdır, beraber yürüdüler aynı yollarda, beraber ıslandılar yağan yağmurlarda, birlikte siyaset yaptılar, ülkeyi birlikte yönettiler, halef ve selef oldular.
İkisiyle de yol arkadaşlığım olmadı. Benim yaklaşımım, gözlemlediklerim ve vicdanıma dayanır. Benim ki, bir hakkın sahibine tesliminden ibarettir. AK Parti kurulurken ben de 21.dönem Diyarbakır milletvekili olarak (ANAP) TBMM üyesi idim ve gelişmeleri yakından izleyenlerden birisiydim. Yazdıklarımın bu bağlamda değerlendirileceğini ümit ediyorum.
Öncelikle Abdullah GÜL’ün Fazilet Partisi’nde, “ulu’lemir!” olarak itaat edilen merhum Erbakan Hoca’ya karşı başlatılan yenilikçi hareketin lideri olduğunu hatırlayalım. “Milli Görüş anlayışı ile Türkiye’nin tamamını kucaklamanın mümkün olmadığı, eski kadronun yenilenmesi gerektiğini” hocanın yüzüne söyleyen grubun içinde Gül vardı, Erdoğan yoktu!
Erbakan hocaya rağmen genel başkan adaylığını ilan edip arkadaşlarıyla birlikte tek tek illeri dolaşarak kongrelere katılan, kimisinde yuhalanan, kimisinde oturacak yer dahi bulmakta zorlanan GÜL’dü, Erdoğan değildi ve Sayın Erdoğan hiç bir kongreye de katılmadı/katılamadı!
En önemlisi Erbakan hocanın adayı olarak ortaya çıkan “Milli görüşçülerin Ağabeyi” Recai Kutan’a karşı büyük kongrede ağır ithamlara maruz kalan GÜL’ün yanında Erdoğan yoktu, gelmemişti/gelememişti!
Fazilet Partisi gurubu içinde ayrışma yaşanırken, yenilikçiler, yani GÜL ve arkadaşları Meclis kürsüsünden “ihanetle, işbirlikçilikle” itham edilirken, ağır hakaretlere uğrarken Erdoğan yoktu..!
Fazilet Partisi üyeleri, MGV ve Milli Görüş fanatiklerinin sözlü saldırılarına muhatap olan, korkmadan, yılmadan cesaretle göğüs geren GÜL ve arkadaşlarıydı, Erdoğan ve bugün etrafını saranlar değildi..!
Bütün bunlara rağmen Erbakan Hoca’ya karşı çıkış cesareti, yenilikçi hareketin mimarlığı GüL’e değil de Erdoğan’a yazılmasını anlamakta zorlanmam sizce makul değil mi?
Gözlemleyebildiğim kadarıyla bu süreçte Sayın GÜL’ü AK Parti Genel Başkanlığına, Başbakanlığa ve Cumhurbaşkanlığına taşıyan Erdoğan değil, aksine Sayın Erdoğan’ı AK Parti Genel Başkanlığına, Başbakanlığa ve Cumhurbaşkanlığına taşıyan isimlerin en başında Abdullah GÜL gelmektedir. Peki, bu öfke neden? Yoksa ABD’nin, Irak’ı işgal etmesini kolaylaştırmak için Genel Kurul’da oylanan 1 Mart tezkeresinin reddedilmesi mi bu öfkenin nedeni? Bu yönde iddiaların olduğu bilinmektedir.!
Red oyu veren milletvekillerinin neredeyse tamamının ilk seçimde tasfiye edildiğini belirtmeliyim. Bu tasfiyeler karşısında Sayın Gül’ün de tepkisiz ve sessiz kaldığını vurgulamadan geçmek istemiyorum.! Bütün tahriklere rağmen kavga siyasetinden uzak durması örnek bir davranış ve Türkiye siyaseti için büyük bir kazanım olduğuna inanıyorum ancak sorumlu bir makamda bu kadar nezaket de fazla olsa gerek!
Yine biliyoruz ki Sayın Gül, Erdoğan’ın talebi veya rızasıyla değil, ortaya koyduğu kararlı tutumuyla ve arkadaşlarının desteği ile ancak cumhurbaşkanlığına aday olabilmiştir. Sayın Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı için ılımlı adaylar önerirken Sayın Gül, Erdoğan’a rağmen aday olmuş, baskı ve tehditlere aldırış etmemiştir. Bu durumda Sayın GÜL nasıl olur da korkaklıkla itham edilebilir?
Ne hikmetse tamamıyla popülist bir politika gereği söylenmiş “kardeşim Abdullah!” ifadesi hafızalara kaydettirilmiştir. Peki, sırtından hançerlenen kimdir, Erdoğan mı, GÜL mü?
Herkes gibi Abdullah Gül de dokunulmaz eleştirilmez la-yüs’el değildir. Geçmişin siyasi hatalarından tövbe ederek kimse icraatlarından arınamaz. Erdoğan ile ilişkilerinde, özellikle de cumhurbaşkanlığı döneminde pasif, edilgen, çekingen bir görüntü vermesi hafızalardan silinmeyecek kadar canlı duruyor.!
Kanaatime göre, Sayın GÜL, nezaketi ve devlet adamlığı gereği olup-bitenler karşısında suskun kalarak hakkında böyle bir algının oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bu algının oluşmasında yol arkadaşlarının ve dostlarının da payı olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu algıyı değiştirecek bir söylem ve açıklamalarını bilmiyorum. Bunca dostuna ne oldu, nerede bu yol arkadaşları, bilen var mı?
Birçok konuda Sayın Gül ve dostlarının eleştiriyi hak ettiklerini düşünüyorum. Dostları için zaman geçti ancak Sayın GÜL’ün zamanı geldiğinde bu konuda kamuoyunu aydınlatması gerektiğini de açıkça ifade etmek istiyorum. Umarım nezaketi, edebi, devlet ve siyaset adamlığı hem eleştiri, hem de özeleştiri yapmasına engel değildir.
Her şeye rağmen bugün sadece Babacan hareketi için değil, iktidar ve muhalefetiyle fikirlerine, deneyimlerine, lider ve hakemliğine ihtiyaç duyulan partiler üstü bir siyaset ve devlet adamı olarak Sayın GÜL, Türkiye ve Müslüman dünyası için bir şanstır. Bu şansı Türkiye ve siyaset dünyası zayi etmemeli diye düşünüyorum.
Muhalif de olsa ülke ve toplum yararına bir siyaset adamının fikir ve deneyimlerine başvurmak, ülkeyi yönetenler için bir sorumluluktur. Siyasi erdem de bunu gerektirir. Ülke ve toplum yararı için değilse, erdemli insanlar neden siyaset yapsın?
Makam, mevki, şöhret, mal, mülk, iktidar kazanmak için yapılan siyasetin topluma ve ülkeye yararı olmaz, aksine zararı olur. Bugün yaşananlar bunun sonucu değil mi? Umarım yeni siyasetin ana aktörleri, erdemli olmayı, istişare ve müzakereyi popülizme, pragmatizme tercih edeceklerdir.
Sivil Siyaset Hareketi