Türkiye’de demokratik bir “İslamî” siyasal mücadelenin başladığı bu yıllarda, İran’da ise şahlık karşısında devrimci bir siyasal mücadele başlayacaktır.
İran’da gerçekleştirilen Devrim de, paradoksal bir biçimde “cumhuriyet”i benimseyecek; Türkiye’deki demokratikleşme mücadelesi ise, onca çabaya rağmen bir türlü Cumhuriyet’in eşiğini aşamayacaktır.
Bu ise her iki ülkenin birbirlerini kollayan siyasal mücadele tarihleri açısından olduğu kadar, siyasal geleneklerin cumhuriyete yatkınlığı açısından da ilginç bir koşutluktur.
Millî Görüş hareketinin solunda, kimi zaman çatıştığı, kimi ise müttefiki olduğu devrimci İslamî eğilimler olsa da, Millî Görüş, muhafazakâr tabanla kurduğu derin bağlarla ve zaman içerisinde kendisini yenileyerek, sürükleyici bir siyasal hareketin omurgası olmayı başaracaktır.
Ancak Müslüman genelliğe mugayir olarak başlatılan bu “İslamcı/İslamî” siyasal mücadele, kendi hareketini kavileştirirken, dışlananları seyrelten kopuşlar nedeniyle, İslamî özgüllük sorunuyla sürekli bir biçimde yüzleşmek zorunda da kalacaktır.
Bir yandan “laik” siyasetin ezberini bozan “dinî bir ideoloji” üzerinden siyaset yapmanın riski ve ötekileştiriciliği, öte yandan ise karşıya alınan bir kitleye nazaran İslamî bir siyasetin anlamının muğlaklığı, daha uzun bir süre temeldeki o söylemsel ikircimin giderilememesine yol açacaktır.
Tam da bu yıllarda çeşitli İslam ülkelerinde de benzer bir iklim ortaya çıkacak ve bir tür “güç metafiziği” etrafında biçimlendirilen bir siyasallık, yani iktidarı öne alan bir ideolojik söylem, İslamî bir siyaset biçimi olarak harekete geçirilecektir.
Dolayısıyla da demokrasi, Gannuşi ve Aliya’nın istisnai çabaları dışında, kısıtlı bir biçimde ve tamamıyla stratejik bir araç olarak kullanılsa da, bu kullanılma biçiminin sahicileştirilmesine yönelik çabalara bigâne kalınacaktır.
Demokrasi seçeneği, çoğunlukta olunan yerlerde sayılara atfedilen gücün itibarına dayanmaktadır.
Azınlıkta olunan yerlerde ise radikal demokrasinin azınlıklara yönelik kayırıcı tutumuna.
Ama her iki koşulda da meselenin özünü kavramaktan ya da benimsemekten kaçınmanın bedeli, sürecin popülist politikalarla yoldan çıkarılmasıyla ödenecektir.
Nitekim AK Parti’nin içerisinde bulunduğu politik çıkmaz da, inşai faaliyetlere indirgenen kalkınmacılık kadar, hukuka indirgenen adaleti de “güç metafiziği”ne araçsallaştıran, demokrasiyi salt sayıların oyununa dönüştüren ve sonuçta ise “gücün metafiziği”ne yönelerek popülizmin duvarına tosladığı bir samimiyetsizliğe dayanmaktadır.
Özellikle 28 Şubat deneyiminin akabinde, demokrasinin öneminin farkına varılsa da, AK Parti’nin demokrasinin Türkiye’ye uyarlanması hususundaki çabalarının yetersizliği bir yana, bu konudaki samimiyetsizliği ve demokrasiyi “güç metafiziği”ne araçsallaştırmasının en bariz yönü, Kürtlerle yürütülen “barış süreci” sonrasında belirginleşecektir.
Aslında Kürtlerle birlikte Cumhuriyet mağduru olan her iki (sosyalistlerle birlikte üç) hareketin yapması gereken, bu otoriter ulusalcı ideolojiye karşı demokratik yapıyı güçlendirmek iken, AK Parti giderek yerleştiği iktidar tarafından asimile edilerek, “güç metafiziği”nden “gücün metafiziği”ne savrulmuş; dolayısıyla da Kürtlerle ve sosyalistlerle sürdürülecek netameli bir demokrasi mücadelesindense, MHP ve Aydınlık çevresi gibi sistemin karanlık odaklarıyla işbirliğine gidilerek, sistemin savunusu yeğlenmiştir.
Tabi ki bunda, AK Parti kitlesi (muhafazakârlar) karşısında pozitivist bir sosyalizm ve aydınlanma perspektifinin radikalizminde direten sosyalistler kadar, yaşanılan onca acı tecrübeye rağmen, Kürt hareketini salt silahlı mücadeleye bağımlayan PKK karşısında kelimenin tam anlamıyla barışçıl ve demokratik bir mücadeleyi öne çıkaramayan Kürt hareketinin (sözgelimi HDP’nin) de önemli bir payı ve sorumluluğu bulunmaktadır.
Zira gerek Kürtlerin bölge ülkeleri içerisindeki demografik dağılmışlığının icbarı, gerek dünya üzerinde yaşanılan tecrübeler ve özellikle Abdullah Öcalan’ın son yıllarda Murray Bookchin’den hareketle gelmiş olduğu noktadaki tezlerine rağmen (demokratik özerklik, federalizm ya da çevre şartlarına uygun bir demokratikleşme), Kürtlerin bölgedeki mücadelelerini demokratik bir toplum ve bölge mücadelesine evriltme çabaları da (en azından şimdilik) sonuçsuz kalmıştır.
Bu ise Suriye’de zuhur eden bir şiddet sarmalında, bölgenin adeta küresel aktörlerin de işin içerisine çekileceği bir biçimde kaosa sürüklenmesinden olduğu kadar; gerek Türk, gerekse Kürt ulusallığının, fırsatı ganimete dönüştürme heveslerinden de kaynaklanmaktadır.
Dolayısıyla her ne kadar dönemsel siyasetlerin etkisini taşısa da, İttihatçılığın giderek Osmanlı siyasal geleneğine yerleşen ve Cumhuriyet tarafından da rasyonalize edilerek sürdürülen otoriter ve ulusalcı politikalarının etkileri hâlâ sürmektedir.
Buna karşı çıkan sosyalist ve İslamcı ideolojilerin farklı siyasal ufukları kadar, Kürtlerin, ulusalcılığın adeta ırkçılığa varan uygulamalarına tepkileriyle de çoğalan muhalif toplumsal eğilimlerinin bir yönüyle sistemi ve toplumu demokratikleştirme çabaları, art arda gelen ve bir eylem birliğine girmek şöyle dursun, birbirleriyle de savaşaduran toplumsal-siyasal eylem dalgaları halinde, sistemin oldukça kunt ve küresel güçlerin siyasetlerin dengelerinden de yararlanan katılığının duvarına çarparak parçalanmıştır.
Sosyalistlerin elinde kalan kültürel iktidar adacıklarına, muhafazakârlara sunulan gökdelensel tatmin avuntularına karşı Kürtler, iktidarın paylaşılması yerine asimilasyonun zoruna tabi kılınmaktadır.
Bu ise yutulması hayli zor olan bir sosyopolitik cesametin radikalleştirilerek terörize edilmesinden başka bir sonuca yol açmamaktadır.
Kemalist Cumhuriyet ise, bunun üzerinden kendi ulusallığını test ve ikmal ederek, ortaya çıkan hasarları (kitlesel kıyımları) bir “eğitim zayiatı” olarak gerekçelendirmeye devam etmektedir.
Sonuç olarak, İslamcılığın muhafazakâr ve sağcı sosyolojisi onun eylem dinamiğini zayıflatırken, sosyalistlerin küresel ölçekte yenilgiye uğrayan Sovyet sistemine olan bağ-ım-lılığının psikolojik etkisi, öte yandan her iki eğilimin değişen dünyaya karşı yeni stratejiler üretmekte yetersiz kalmaları ve toplumsal ve siyasal dinamizmlerini birbirlerine karşı kullanmaları; ulusalcılığın ideolojisi olarak belirginleşen Kemalizm’i, etkilendiği faşizm ve sosyalizmden daha uzun ömürlü kılmıştır.
Kürt siyasal hareketi ise, gerek tarihsel deneyim kısıtlılıkları ve sosyolojisinin aşiret geleneğinden çıkamaması gibi iç etkenler, gerekse dört ülkeye dağ-ıt-ılmış olan parçalarını ortak bir siyasal ve toplumsal akıl etrafında bütünleştirememesinden öte, PKK etrafında örgütlenen silahlandırılmış şiddeti aşacak ve dağıtıldığı ülkeleri de demokratikleştirecek olan olumlu bir siyasal felsefeyi ve eylemliliği de gerçekleştirememiştir.
Tam aksine, şiddeti bir araç olmaktan doğrudan yöntemin kendisine dönüştüren bir süreç içerisinde PKK, çevresindeki ülkeleri de terörize ederek, bu ülkelerin uyguladıkları terörü meşrulaştırmak gibi bir işleve de dönüşmüştür.
Sosyalistlerin Sovyetlerin dağılmasıyla çöken devrim umutları, İslamcıların mücadeleleri ve birikimlerinin AK Parti iktidarı için ideolojik bir lojistiğe ve bir güç metafiziğine dönüştürülmesi, Kürt hareketinin ise Suriye sorununun açığa çıkardığı Rojava kantonal yapısı (demokratik özerklik bölgesi) üzerinden gerçeklikten koparak bir ütopizme düşen hayallerinin, küresel egemenlerin bölgedeki çıkarları ve buna uyarlı politikaları tarafından ayartılarak, bu politikaların bir aracı haline gelmesi, Türkiye muhalefetinin damarlarının bir kez daha kurutulması anlamına gelmektedir.
Türkiye siyasetinin bu muhalif damarları, kuramsal yetersizlikleri bir yana, en azından toplumsal mücadele pratikleriyle, Türkiye’nin demokratikleşme süreçlerini zorlayarak fiili bir demokratikleşme havası yaratsalar da, ortaya koydukları performans, son tahlilde Kemalizm’in otoriter cumhuriyetçi devletçiliğini ve ulusalcı zorbalığını aşacak bir yetkinliğe ulaşamamış; ulaşamadığı gibi, Kemalizm’in varlığını ve meşruiyetini de test etmesini ve pekiştirmesini sağlayan bir işlev görmüştür.
Bu sürecin belki de olumlu tek hasılası, oldukça uzun bir AK Parti iktidarı sürecine rağmen toplumsal desteğini yükseltemeyen CHP’nin, toplumu değiştirmektense kendisini değiştirme çabasına, yani cumhuriyetçi stratejiden demokratik bir stratejiye yönelmesini sağlamış olmasıdır.
Bunun ne kadar samimi ve sahici olacağını zaman gösterecek elbette ama CHP, tarihinde ilk kez Türkiye’nin yukarıda sözü edilen demokratik damarlarıyla irtibat kurarak, kendi tabularını aşmaya girişmiştir.
Bunun, “Bu ülkeye demokrasi lazımsa onu da biz getiririz” biçimindeki CHP’nin geleneksel devletlû politikasının bir devamı olmaktan öte, cumhuriyetçiliğin demokratikleştirilmesi çabası olup olmadığını zaman gösterecek elbette.
Ama bu tipik bir devletlû öğreticilik tavrı bile olsa, sonuçta muhalif kesimlerin gerçekleştiremediği işlevin üstlenilmesi açısından kendince bir kıymeti haizdir kuşkusuz.
AK Parti’nin klasik sağcı ittifaklarla ömrünü uzatma çabası yanında, CHP’nin demokratik dönüşümünün ne denli uzun ömürlü ve sahici olacağı da, kuşkusuz ki sağlayacakları toplumsal mutabakatlara da bağlı.
Ama görünen o ki, Kemalizm’in Cumhuriyetçi bariyerlerini aşma çabası bile, muhalifler tarafından gerçekleştirilemediği için, sonuçta Kemalizm’in partisine havale edilmiş veya onun tarafından üstlenilmiş durumda.