“Siyasal Arayışlar – Nasıl Yapmalı?” kitabınız bu minvaldeki diğer çalışmalarınızla mukayese edildiğinde işlediğiniz teorik boyutların yaşama geçirilmesi mahiyetinde bir niteliğe sahip görünüyor. Tam da böyle bir eseri yayımladığınız bu aşamada hissettiğiniz sorumluluk nedir?
İslam, toplumun ve dünyanın ıslahını uğraşının esası kılan, bu nedenle de doğal bir biçimde siyasallığı dinîlikten ayrıştırmayan, eşyanın ve toplumun anlaşılmasının ancak bütünsel bir biçimde kavranılmasıyla mümkün olacağını kabullenen bir din. Bu kabul, dünyanın ve hayatın birliği ve dirliğiyle ilgili olduğu gibi, siyasal uğraşı da anlamlı kılan bir esas. Kuşkusuz ki büyük ölçüde bu esasa binaen, Türkiye’de, özellikle de İslami camialarda siyasete yönelik ilgi oldukça canlı. Ama ne var ki siyasal ya da ideolojik gruplar kadar genel olarak toplumun siyasete yönelik bu ilgisi, ciddi ve kapsamlı siyasal teorilerden ve bunlara dayanan aklı başında müzakerelerden yoksun. Sık sık tekrarladığım Ali Şeriati’nin bir sözü var. Bir konuşma esnasında kendisine yöneltilen “Bu meseleler üzerinde çokça konuştuk; peki ama şimdi ne yapacağız?” sorusu üzerine, “Durun hele bir, daha ne konuştuk ki; neyi ne kadar konuştuk, ne kadar anladık ki?” diyerek aceleci muhatabına konuşmanın ve sözün önemini hatırlatır.
Kuşkusuz ki siyasal konularda konuşmaktan başka ne yaptığımız meselesi, sorgulanmaya açıktır. Ama her nedense ülkemizde, belki de tüm dünyada siyaset en harcıâlem meseledir. Öyle ki herkesin bu konuda edecek bir sözü bulunduğundan, bu mesele, en azından üzerinde konuşma babında, oldukça sıradanlaştırılmıştır. İnsanlar elbette ki doğrudan kendi kaderlerini ilgilendiren bu mesele üzerinde konuşmalıdır. Çünkü bu, sadece bir hak değil ama aynı zamanda bir ödevdir de. Ama bu konuşmalar ne yazık ki ciddi ilgilere dönüştürülememekte, siyasal partiler ile insanlar arasındaki bağ, basit bir taraftarlık bağının ötesine geçirilerek, biraz da siyasetin teorisiyle beslenerek ciddi bir ilgi haline getirilememektedir. Esasında devletin ve devletlûların baskılarıyla da bu ilgi, sadece bir basitlik düzeyinde tutulmaktadır. Oysaki bu konularda oldukça ciddi çalışmalar, çözümlemeler de yapılmakta ve siyasal anlayışlar derinleştirilmekte, eğilimler giderek farklılaşmakta, sürekli yepyeni bakma biçimleri ortaya çıkarılmakta. Sonuçta pek de harcıâlem bir mevzu değil bu mevzu ve oldukça ciddiye alınması gereken bir yönü var.
Ben de evet, bir soru sormaktayım, ama “Ne yapmalı?” değil de “Nasıl yapmalı?” babında bir soru. Yani tartışmaları aşan bir yöne, nasıllığa doğru evrilişe çağırmaktayım ama bunu yaparken de içerisinde bulunduğumuz havzanın ve kültürün el değmemiş konularını irdeleyerek, siyasal anlayışların ve kavrayışların arka planına uzanarak, oradan doğru bazı kritik meseleler üzerinde yeniden ve birlikte düşünmeye çağırıyorum. Düşünmenin, yapmanın olmazsa olmaz bir koşulu olduğu çerçevesinde. Çünkü meselenin en ehemmiyetsiz gözüken yönü çoğu kez bu olur her nedense. Göçebe akıl göçü yolda düzmek ister. Oysa bir kez yola koyulduğunuzda, çoğuleyin düşünmek için iş işten geçmiş olur ve çözüm de çoğu kez kaba kuvvetin ya da çoğunluğun baskısının şiddetine bırakılır.
Düşünmeyi küçümsemeyiz belki ama dilimize bir biçimde yerleşmiş olan ve elimizin altında bir avadanlık gibi duran kavramlar ve olgulara o kadar aşina hissederiz ki kendimizi, çoğu zaman bunların üzerinde hiç düşünmeksizin konuşmalara dalarız. Ve hatta bazen de, hemen yanı başımızda bulunan bir dostumuzu aslında hiç de tanımadığımızı fark ederiz, farklı bir karşılaşmaya binaen. O nedenle bunlara yönelik hatırlatmalar ve farklı bakış açıları, kavramın üzerine düşen yeni bir ışık ya da dostumuzun alnındaki bir kırışık gibi, bizi farklı bir sima ile yüzleşmeye tabi tutar. İçerisine gömüldüğümüz bir siyasal mücadelede de, aslında sürecin en olmazsa olmaz gereçleri olan kavramları sırası geldiğinde ne denli alelusûl ve ne denli yerli yersiz kullandığımızın farkına vardığımızda, ne kadar yanlış bir yerde durduğumuzun da farkına varabiliriz. Geç mi kalmışızdır? Elbette ki hayır! Sorun bu geç kavrayışta değildir, bu geçliğin telafisinde, tembellikten ve boş vermişlikten kurtulmakta; hayatın özüne dair bu ilginin sahici bir uğraşa dönüştürülmesindedir. Bir de var ki, şu içerisinden geçtiğimiz kritik günler gibi zamanlar, tüm değerlerin yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılabilir bizi. Kavramlarla kılgılar birbirinden uzaklaşmış ve insanlar yabancılaşmıştır durdukları zeminle. İşte o zaman bazı yüzleşmeler bizi her şeyi en başından itibaren ele almaya ve hayatın yeniden gözden geçirilmesine zorunlu kılabilir.
Mevcut siyasal iktidarın icraat ve söylemlerinden yola çıkılarak İslamcılığı, en basit tabiriyle tahfif edip gözden düşüren baskın bir dil var. Siz, kitabınızda İslamcılığın, içinden geçtiği ağır kriz ve yetersizliklere rağmen evveliyatından bugüne alternatif bir yol arayan niteliğine dikkat çekmişsiniz. İslamcılık, ülke ve bütün bir yeryüzü için yeni ve etkili çıkışlar üretebilir mi?
İslamcılık temelde bir yenileşme düşüncesidir ve birçoklarının çeşitli tezviratlarına rağmen bu ilkesini korumakta ısrarcıdır. O nedenle değişmekten hiç çekinmez çünkü döngüsel tekrarlar kadar değişmenin de hayatın özüne ait bir esas olduğunu kabullenir. Kendisini belli bir düşünsel ve eylemsel mekâna sabitlemektense, sapakları kullanır ve oralardan doğru yollar çıkarır kendisine. Yanlış da yapabilir bu uğurda ve bundan da çekinmez. Bu nedenle zaman zaman ve bazı kem gözlerce adap bilmemekle de suçlanır. Doğrudur belki bu ama adap dediğimiz göreneğin de bu tür delişmence tavırların tarihe ve topluma hediyesi olduğu da çoğu kez unutulur.
Bu anlamda dinin dünyaya ve geleceğe açık bir yüzü olarak İslamcılık, başlangıcından günümüze gelinceye değin birçok kez kendisini sorguya çekmiş, değiştirmiş ve kitabın temel çağrısını yeniden anlamaya çalışarak kendisini de yenilemiştir. Zaman geçtikçe ve şartlar değiştikçe anlama biçimlerimiz de değişmektedir çünkü. Ve belki de en doğru olanı, temel kavramları ikinci kez okuduğumuzda veya herhangi bir olayı ikinci kez yaşadığımızda, farklı bir anlamayla öncekini aşabilmektir. Çünkü değişen sadece köprülerin altından akan sular değildir. Asıl değişen, değişmesi gereken bizleriz. İki günü bir olmaması gerekenler yani. Mevlânâ’nın söylediği gibi: “Her gün bir yerden göçmek ne iyi / Her gün bir yere konmak ne güzel / Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş / Dünle beraber gitti cancağızım / Ne kadar söz varsa düne ait / Şimdi yeni şeyler söylemek lazım…”
Medine Sözleşmesi son on yıllar boyunca çokça tartışıldı, siz de kitabınızda ele almışsınız. Sözleşme, yeni bir toplumsallığın inşasına ilham verme potansiyelini ne kadar taşıyor size göre?
Sözleşme, belki de tarihte ilk kez bir şehrin ahalisinin birlikte yaşayabilmenin koşulları üzerinde birlikte düşündüğü, hazırladığı ve/veya katıldığı bir sözleşme olması açısından çok önemli. Öte yandan bu sözleşmeye göre Resulullah, hakem, yani anlaşmazlıkların çözümünde başvurulacak merci pozisyonunda. Medine’deki tüm ahali bir “ümmet” olarak tanımlanmakta ve doğrudan ya da dolaylı olarak bu sözleşmeye katılmakta. Kısacası bu sözleşme insanlık tarihinde farklılıklarla aktedilen bir birlikte yaşama sözleşmesi olarak insanlık tarihinde yeni bir başlangıcı müjdelemekte. Hatta Tahsin Görgün’ün “İslam, Modernizm ve Batılılaşma” adlı kitabındaki nakline göre, 1730’larda hazırlanan “Universal History” isimli tarih ansiklopedisi, insanlık tarihini Hz. Muhammed eksenli olarak “eski” ve “yeni” olarak ayırmakta.
Ancak ne yazık ki Müslümanlar bu sözleşmenin ve onun başlangıç yaptığı yeni tarihin anlamını ve kıymetini yeterince idrak edebilmiş değil. Ve hatta bu konudaki farklı bakışları ve incelemeleri ortaya koyarak belki bizim dikkatimizi metne yeniden çekenler de “maalesef” Batılı bilim insanları. Birçoğumuzun müsteşrik diye hafifsediği Welhausen, Caetani, Watt, Serjeant… gibi. Bu dikkati İslam dünyasına taşıyan ise, yine birçoğumuzun kıymetini yeterince bilemediği Muhammed Hamidullah Hoca. Türkiye’de ise özellikle Ali Bulaç ve Hikmet Zeyveli tarafından konuyla ilgili müstakil incelemeler yazılmış ve konu yeniden tartışmaya açılmıştır.
Sözleşme doğal olarak oldukça farklı okumaları mümkün kılmakta ve dolayısıyla da buradan hareketle farklı toplumsal ve siyasal ufukların imkânını barındırmakta. Kimileri açısından sözleşme, Medine’de kurulmuş olan ilk İslam devleti anayasasıdır ve buradan hareketle yeni anayasalar oluşturmak mümkündür. Bir bakıma içerisinde yaşadığımız koşulları geçmişe uygulama ya da oradan doğru temellendirmek gibi olan bu tip yaklaşımlara pek de katılmıyorum. Çünkü bu, sözleşmenin çok daha geniş ve anlamlı olan çerçevesini daraltarak üzerindeki çok boyutlu düşünmeleri sınırlayan bir yaklaşım. Kimileri ise sözleşmeye çoğulcu bir toplum modelinin birlikte yaşama metni olarak bakmakta. Dolayısıyla sözleşme, oldukça farklı bakışları ve çıkarımları mümkün kılan, dolayısıyla da üzerinde daha çok tartışmaların ve müzakerelerin yapılması gereken bir niteliği haizdir.
İslami çevrelerin çok uzun yıllar boyunca sakındığı, sizin de önceki kitap ve yazılarınızda pek öne çıkmayan “demokrasi”yi, “şûra” kavramıyla birlikte yoğun bir şekilde tartışıyorsunuz kitabınızda. Bu iki kavram dolayımındaki tartışmalardan özellikle İslam düşüncesi ve pratiği, genel olarak da insanlık için hangi neticelerin çıkacağını umuyorsunuz?
Meseleyi özellikle “Siyasal Arayışlar, Nasıl Yapmalı” başlıklı kitabımda enine boyuna tartışmaya çalıştım. Şurası çok açık ki, Türkiye toplumunun etnik, dinî, kültürel ve siyasal farklılıklarının çeşitliliği ve zenginliğini, cumhuriyetçi bir tek biçimliliğin çerçevesine sığdırmak mümkün değil. Zaten cumhuriyet tarihi bu imkânsızlığı açıkça ortaya koymakta. Hâlâ ardı arkası kesilmemiş olan baskılar, yasaklar, hapisler, sürgünler ve katliamların ardından baktığımızda, duyabildiğimiz sadece derin bir üzüntü, pişmanlık ve acıdan ibaret. Cumhuriyetçi ekâbir ise, yüzyıl önceki Cumhuriyetçi girişimin minnetiyle bizlere mihnet çektirmekten bir türlü usanmadıkları gibi, bizler de özgürlük, adalet ve barış arayışımızdan hiç mi hiç vazgeçmedik.
Evet, padişahlıktan cumhuriyete geçiş olumlu bir adım ve kimsenin buna bir itirazı yok. Ama bu sadece bir ilk adım. Bu adımı izleyecek olan yeni adımlar atılmadıkça, bu adımın hiç mi hiç kıymeti yok. Çünkü cumhuriyetin, akabinde gelişmesi gereken sair adımlar atılmadığı sürece, biçimselliği dışında, padişahlığın meşruti yönetiminden hiçbir farkı yoktur. Yapılması gereken ise, buna ister şura sistemi deyin, ister demokrasi ya da başka bir şey, çoğulcu, katılıma dayanan, farklılıkların kendilerini ifade ve temsil özgürlüğüne sahip olduğu, güçler ayrılığını ve ifade hürriyetini sağlayan bir sisteme geçiştir.
Ama maalesef Müslüman aydınlar da onlarca yıldır biçimsel bir hilafet takıntısı dışında, bu hilafetin neliği kadar, şura sistemi, bunun tarihsel örnekleri veya neden bu örneklerin yeterince bir uygulanabilirlik düzeyine geçirilemediği; ya da izonomi ve demokrasi ve bunların şura sistemi ve hatta pastoral yönetimlerle farkları veya benzerlikleri üzerinde kafa yormuş değiller. Dolayısıyla da bizdeki siyasal mücadele, daha çok iktidarı ele geçirip karşıtını baskı altına alma ve ezme imkânına sahip olma çabasından öteye gitmemekte. Hatta bu konuda da “arâf” kavramı ve bunun siyasal içerimleriyle ilgili bağıntılar kurulabilmiş değil. Kurulamadığı gibi, tıpkı irfan ya da ârif kavramlarının da tutanın elinde kaldığınca, biçimsel bir değersizliğe teslim edilmiştir. Oysa sadece felsefe değil, siyaset üzerinde de ancak özgün kavramlarla düşünülebilir. Bizim kavramlarımız ise nadanların elinde perişan bir durumdalar ve bizler ise siyaseti kavramlarla değil, kavgalarla sürdürmeye çalışmaktayız.
Siyaset felsefesinden şiire, tarih ve sosyolojiden romana kadar çok geniş ve farklı sahalarda eser veren velûd bir yazarsınız. Bütün bu alanların düşünce dünyanızda tamamladığı çerçeveyi okuyucularımızla paylaşabilir misiniz?
Belki kuşağımın da bir yönü olan, yabancısı olduğu bir dünyayı, dünyaları tanımak, anlamak, sorgulamak ve cevaplamakla ilgili kaygıların ve sorumluluk duygusunun bir sonucudur bu geniş ilgi. Zira biz hemen hiçbir meselenin enine boyuna tartışılıp önümüze konulduğu bir süreçte büyümedik. Zihnimizde yığınla soru vardı ve bu sorulara ilaveten şehirlere taşınan, orada şehirler ve modernlikle yüzleşen bir kuşağın mensuplarıydık. Bu ise sorduğumuz soruların cevabını da vermek gibi bir yükümlülük altına sokmaktaydı bizleri. Tabi ki bunu da tüm taşralı acemiliğimiz ve cesaretimizle gerçekleştirmeye çalışmaktaydık. Birkaç kuşak devam eden bu süreç, birçok konuda yanılgılara düşmemize de yol açacaktı. Dolayısıyla düşe kalka bir büyümenin karşılığı aslında senin de çok güzel bir biçimde dillendirdiğin yol hikâyeleriyle, düşünsel kazılarla ve kavramsal tanışıklıklarla semerelendi. Ve yolculuk hâlâ sürmekte. Sorunlar kadar ilgilerimiz de devam etmekte. Sormaktan ve yormaktan yorulmadık henüz ve dünya da önümüze yeni soru(n)lar koymaktan vazgeçmedi. Garaudy’nin söylediği gibi, zaman zaman cemaatlerimiz değişse de kendimizi ve dünyayı anlama ve değiştirme çabamız hiç değişmedi. Tüm kitapların bir tek kitabın anlaşılma ve yorumlama çabasının bir ürünü olduğu bilinciyle, kitaba, topluma ve Allah’a karşı sorumluluğumuzu ifaya devam etmekteyiz.
Söyleşi: Ahmet Örs
Ümit Aktaş: 1955 yılında, Erzincan’ın Refahiye ilçesinde doğdu. Orta öğrenimini Erzincan’da tamamladıktan sonra, İstanbul’da, YTÜ Elektrik Mühendisliği bölümünü bitirdi. Üniversite yılları içerisinde şiir yazmaya başladı. Şiir ve denemeleri, çeşitli gazete ve dergilerde yayınlandı. 1989 yılında yayımlanan ilk kitabı olan Toplumsal Hareketlerde Yöntem’i, Anarşizm, Osmanlı Çağı ve Sonrası, Okuma Serüveni, Akıl, Aşk ve İslam, İslamî Hareket -Etik, Estetik, Politik-, İslamî Hareket ve Yöntem, Toplumsal Hareketler ve Devrimler, İnsan ve İslam, Bir Kriz Sürecinde Strateji Arayışları, Edebiyat, İdeoloji ve Poetika, Çağımızın Tanıkları, Yüzyıl ve Gelecek gibi araştırma-deneme çalışmaları; Âdem, Rüya, Yeşil Vadi, Musa ve Yol Arkadaşı isimli romanlar; Cennetten Düşüş ve Şehri Terketmeden Önce isimli şiir kitapları izledi.
Kaynak: farklı Bakış