Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nun 74. oturumu marjında geçtiğimiz hafta (24-25 Eylül 2019) New York’ta "Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi"
düzenlendi. Zirvede, 2015 yılında kabul edilen Sürdürülebilir Kalkınma için 2030 Gündemi başlıklı belgede yeralan, iklim değişikliğine ilişkin olanlar hariç ağırlıklı olarak Afrika ülkelerinin sorunlarına odaklı 17 sürdürülebilir kalkınma hedefinin şimdiye kadarki uygulaması değerlendirildi.
Bu hedeflere ulaşma istikametinde siyasi kararlılık beyanlarında bulunulan zirvede, “kalkınmış Kuzey” ile “kalkınma yolundaki Güney” bu vesileyle birbirlerini yeniden alışverişte gördü, liderler “takdir toplayan” konuşmalar yaptı ve önemli bir uluslararası toplantıda bir kez daha “boy göstermenin gururunu” yaşadı.
Bu tür zirvelerde öteden beri kulağa hoş gelen, ancak hemen hiç bir yenilik içermeyen konuşmalar yapılır. Retoriğin bir adım ötesine geçip uygulamayla ilgili konulara bakıldığında, söz konusu hedeflerin hangi yerel kapasiteyle ne şekilde tatbik edileceği ve bunların Afrika’nın kalkınmasına somut ne gibi katkılar sağlayacağının belirsizliğini önemli ölçüde koruduğu görülür.
Kalkındırılmayan Afrika
İnsanların ve toplumların genel refahının artırılması istikametinde ekonomik, sosyal, beşeri ve kurumsal yapıların topyekün tekamül ettirilmesi olarak nitelendirilebilecek kalkınma konusunda Afrika’nın modern dönemdeki geri kalmışlığının nedenlerini anlamak için biraz geçmişe, köle ticaretinin başladığı tarih olarak kabul edilen 1526 yılına kadar gitmek gerekiyor. Bu tarihte ilk olarak bir Portekiz gemisi, kıtada yakalanan Afrikalıları köle olarak Brezilya’ya taşımıştı.
Bu noktada, anılan tarihin sadece Atlantik köle ticaretinin başlangıcı olarak kabul edildiğini, kıtadan Asya ve Avrupa'ya yönelik köle ticaretinin çok daha eskilere dayandığını belirtmekte yarar var.
Bir de Afrika ile Amerika kıtası arasındaki köle ticaretinin yıkıcı etkilerinin, diğer bölgelere yönelik olanlara kıyasla çok daha büyük olduğu biliniyor.
1619'da Amerika'nın Virginia Eyaletine götürülen Afrikalı köleler / Resim: Sidney King - AP
Toplam nüfusun 50 milyon olarak tahmin edildiği 17. ve 19. yüzyıllar arasında kıtadan her yıl ortalama 40 bin üretken ve doğurgan genç nüfusun Amerika’ya taşınması, Afrika’nın kalkınmasına vurulan ilk darbeyi oluşturuyor.
Bu bağlamda önemli bir diğer faktör, 1400’lerin ikinci yarısından itibaren, sırasıyla batı, güney ve doğu Afrika’da kurdukları ticari ve askeri üslerle kıtanın ticaretini kontrol etmeye başlayan Avrupalı güçlerin, bu kontrollerini 1885-1914 arası dönemde sömürge idarelerine dönüştürmeleri ve kıtanın her türlü zenginlik ve kapasitesini kendi çıkarları istikametinde kullanmaları olarak gösterilebilir.
Temel amaçlarından birinin Afrika halklarını “uygarlaştırmak” olduğu söylenen sömürgecilik döneminde kıtada varolan yerel ekonomik yapılar yıkıldı; Afrikalı çiftçiler kakao, kahve, pamuk ve şeker gibi ihracat ürünleri yetiştirmeye zorlandı ve bu ürünlerin piyasa fiyatlarını uluslararası rayicin çok altında belirleyen pazar birlikleri kuruldu.
Bu yeni sistem, kıtanın doğal ekonomik dönüşümünde kırılmaya yol açtığı gibi, iç pazarı ve yerel ekonomiyi pratikte yok sayarak kıtanın gelişmesine önemli ölçüde ket vurdu.
Kalkınma gündemi
Temelde Atlantik köle ticareti ve sömürgecilik kıtanın fiiliyatta kalkınamamasının başlıca nedenlerini teşkil etmekle birlikte, “kalkınma” teriminin Afrika bağlamında ilk defa kullanılmaya başlaması Birinci Dünya Savaşı sonrasına tekabül ediyor.
Bu dönemde savaşı kaybeden Almanya’nın, kontrolündeki sömürgeleri (Togo, Kamerun, Namibya ve Tanzanya) geri bıraktığı yönünde propaganda yapıldı; Milletler Cemiyeti (MC) tarafından sözkonusu bölgeler, kalkındırılmak üzere İngiltere ve Fransa’nın uhdesine verildi.
Akabinde kalkınma düzeylerinin izlenmesi amacıyla bu bölgelere dönemsel olarak -göstermelik de olsa- MC ihtisas heyetlerinin gönderilmesi, Afrika’ya dair bir kalkınma literatürünün oluşmasına yol açtı.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan Afrika ülkelerinin bağımsızlığına kadar olan 15-20 yıllık süre zarfında ise ağırlıklı olarak eğitim ve sağlık alanında kalkınma yatırımları yapıldı. Ancak bu yatırımlar, arazideki ihtiyaçla kıyaslandığında çok cılız girişimler olarak kaldı.
Afrikalı liderlerin farklı öncelikleri
Bağımsızlıkla birlikte halkları henüz “millet” olmamış devletler devralan, çoğunluğu itibariyle de “metropol” olarak adlandırılan sömürgeci ülkelerde eğitim almış Afrikalı yönetici elitler, başkaca alternatifleri bulunmamasının da etkisiyle, yerel ekonomiyi dönüştürmek yerine, kalkınma düşmanı eski sistemi devam ettirmeyi yeğlediler.
Ayrıca kırılgan olan iktidarlarını sağlamlaştırma istikametinde attıkları adımların beraberinde otoriterleşmeyi getirmesi, siyasi bağımsızlığın akabinde topluma hakim olan coşkunun yerini kısa zamanda hayal kırıklığının almasına yol açtı.
Zira Afrikalılar, “kendi” devletlerinin ve siyasi elitlerinin zorbalıkta eskileri aratmadığını, kamu kaynaklarının topyekün kalkınma yerine ahbap-çavuş ilişkileriyle belli çıkar gruplarını ihya etmek için kullanıldığını gördüler.
Bu dönemde Afrikalı liderler ayrıca, Nijeryalı siyaset bilimci Claude Ake’nin deyimiyle, bağımsızlık idealine ulaşılmasının ardından halklarını bir arada tutmak adına yeni bir “ideolojiye” ihtiyaç duydular.
Kalkınma olarak belirlenen bu yeni ideoloji, muhalefetin sindirilmesi, anti-demokratik adımların atılması ve ekonomik kaynakların çıkar gruplarının lehine istismar edilebilmesi için bir kaldıraç olarak kullanıldı.
Dolayısıyla gerçek anlamda bir kalkınma gündemi olmayan Afrikalı liderler, devlet bütçesinin de kısıtlı olması nedeniyle, kalkınma programlarını dış yardım ve donörlerin inisiyatifine bıraktı ve bu programlara ekonomik ve siyasi şartların zorladığı ölçüde destek verdi.
Dahası, bu dönemde kalkınma olgusunun uluslararası arenada popüler hale gelmesi, azgelişmiş ülkelerin kalkınma gayretlerine destek verilmesi amacıyla 1964 yılında Afrika Kalkınma Bankası ile BM Ticaret ve Kalkınma Konferansı’nın (UNCTAD), bir yıl sonra da BM Kalkınma Programı’nın (UNDP) kurulması, Afrikalı liderlerin işini kolaylaştırdı.
Nitekim kendi kendine yeterlik adına kapsamlı bir kalkınma planı (Ujamaa) başlatmış olan Tanzanya’da dahi kalkınma harcamalarının yaklaşık %80’i için dış finansman öngörülmesi, bahsekonu olgu bağlamında önemli bir gösterge niteliğinde.
Kalkınmanın küreselleşmesi
1960’lı yıllarda küresel hammadde fiyatlarının yüksek olmasına da bağlı olarak kaydedilen ekonomik büyüme, 1973 Petrol Krizi’yle sekteye uğradı. Ekonomileri önemli ölçüde hammadde ihracatına dayalı Afrika ülkelerinin büyük çoğunluğunda kamu maliyeleri çöktü ve dış borç girdabına girildi.
1980’ler ve 1990’ların ilk yarısı, kamu maliyesinin yeniden sürdürülebilir hale getirilmesi için uluslararası mali kuruluşların Afrika ülkelerine yazdığı “yapısal uyum programları” adlı acı reçetenin uygulanmasına, takip eden yaklaşık 5 yıllık süreç ise bu reçetenin Afrika ülkeleri ekonomilerine verdiği zararların giderilmesine harcandı.
Diğer taraftan 1980’lerde kamu hizmetlerine erişimin insan hakları örgütlerinin gündemine girmesi, 1990’lı yıllarda ise kalkınmanın aynı zamanda küresel bir güvenlik meselesi olarak değerlendirilmeye başlanması, BM çatısı altında Binyıl Kalkınma Hedefleri’nin (Millennium Development Goals-MDG) 2000 yılında kabul edilmesine zemin hazırladı.
Azgelişmiş ülkelerin büyük çoğunluğunun Sahra-altı Afrika’da olması nedeniyle münhasıran kıta için hazırlanmış izlenimi veren ve sekiz hedeften oluşan MDG’nin uygulanmasında her bir hedef bazında Afrika ülkelerinde farklı neticeler elde edildi.
Örneğin, aşırı yoksul nüfusun oranının yüzde 56’dan yüzde 28’e indirilmesi hedeflenirken, bu oran sadece yüzde 48’e düşürülebildi. Kaydedilen nisbi düşüşe rağmen, nüfus artışıyla birlikte düşünüldüğünde, aşırı yoksulların sayısının toplamda arttığı görüldü. Açlıkla mücadele ve eğitimin yaygınlaştırılması alanlarında önemli mesafe alındı.
Ancak, Kongo Demokratik Cumhuriyeti örneğinde olduğu üzere devletin kapasitesinin bulunmaması nedeniyle yerel halk ilköğretim hizmetlerini önemli oranda kendi uhdesine aldı. Eğitim hedefi bağlamında Etiyopya örnek gösterilirken, Liberya’da iç savaş ve Ebola salgını yüzünden geçmişteki kazanımların dahi yitirildiği görüldü.
Uygulama takvimi 2015 yılında tamamlanan MDG’lerin devamı olarak bu defa yine 15 yıl süreyle uygulanacak Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri (Sustainable Development Goals-SDG) kabul edildi. MDG’de sekiz olan kalkınma hedefleri 17’ye yükseltildi ve küresel gündeme paralel olarak iklim değişikliği ile sürdürülebilir çevre konularının ağırlık kazandığı görüldü.
Geçtiğimiz hafta New York’ta düzenlenen zirve öncesinde SDG 2015-2019 ilerleme raporu yayınlandı.
Fotoğraf: AA
Sözkonusu raporda, Sahra-altı Afrika’da yoksulluk oranının alarm verici düzeyde olduğu, kıta nüfusunun beşte birinin yetersiz beslendiği ve bu rakamın 2017 yılına göre artış gösterdiği, bebek, çocuk ve anne ölümlerinin dünyanın diğer bölgelerine kıyasla halen çok yüksek olduğu, okullaşma oranı yükselirken eğitim kalitesi için aynı şeyin söylenemeyeceği, nüfusun yarısından fazlasının elektriğe erişim imkanı olmadığı, kıtada kayıtdışı istihdamın toplam istihdamın yüzde 85’ine ulaştığının tahmin edildiği, kıta genelinde katı atıkların sadece yüzde 50’sinin toplanabildiği, diğer taraftan Afrika’ya sağlanan kalkınma yardımları ve insani yardımların 2017 yılına göre sırasıyla yüzde 4 ve yüzde 8 oranında düştüğü kaydediliyor.
Ev yapımı kalkınma hedefleri
Öte yandan Afrika ülkelerinin BM girişimlerinin yanı sıra kendi kalkınma gündemlerini oluşturma gayreti içerisinde olduğu görülüyor. Bu çerçevede Afika Birliği'nin, MDG’nin 2000 yılında BM’de kabulünden bir yıl sonra yoksulluğun azaltılması, sürdürülebilir kalkınma, Afrika’nın küresel ekonomiye entegrasyonu gibi hedeflerle Afrika’nın Kalkınması İçin Yeni Ortaklık’ı (NEPAD) kurması dikkat çekici. NEPAD 2010 yılında Afrika’nın kendi kalkınma ajansına dönüştürülerek Afrika Birliği çatısı altına alındı.
Buna ilaveten Afrika Birliği’nin, SDG’nin 2015 BM Genel Kurulu’nda kabulünden birkaç ay önce, birliğin kuruluşunun 100. yılına kadar uygulanmak üzere “Gündem 2063” hedeflerini yayınlaması dikkat çekici.
Afrika Birliği Zirvesi'nden bir kare / Fotoğraf: AA
Gündem 2063 ile Afrika ülkeleri, kıtada siyasi ve ekonomik birlik kurulmasını, sürdürülebilir kalkınmanın sağlanmasını, güvenlik, hukukun üstünlüğü ve insan haklarının teminat altına alınmasını, kendi içinde daha fazla entegre olmuş Afrika’nın etkin bir küresel aktör haline gelmesini hedefliyor.
Gündem 2063’ün gıda güvenliği, barış ve güvenlik, sürdürülebilir enerji ve cinsiyet eşitliği hedeflerinde SDG ile birebir örtüştüğü; iklim değişikliğiyle mücadele, karalar ve deniz kaynaklarının kullanımı hedeflerinin de önemli ölçüde benzeştiği görülüyor.
Hedef enflasyonu-irade eksikliği
Ancak küresel ve kıtasal çok sayıda hedef belirlenmiş olması ve bu hedeflerin altbaşlık sayılarının toplamda 400’e yaklaşıyor olması, hükümetlerin önceliklendirilmiş bir yaklaşım ortaya koyamadıkları izlenimi veriyor.
Dahası, hem Gündem 2063, hem SDG hedeflerinin altına imza koyan Afrika ülkelerinin kıt mali kaynaklarını hangi program hedeflerine tahsis edecekleri belirsizlik arzediyor.
Buna ilaveten Afrika’nın BM girişimleri olan MDG ve SDG kalkınma hedeflerinin kabulüne yakın tarihlerde sırasıyla NEPAD’ı kurup Gündem 2063’ü kabul ederek kendi gündemini oluşturması, kalkınma alanında kendi çabalarını ön plana çıkarma gayretinin göstergesi olarak okunabilecek olmakla birlikte, uygulamada en azından ilave bürokrasi anlamına geliyor.
Afrika ülkelerinin mevcut tempoyla 2030 yılına kadar SDG hedeflerini tutturamayacakları anlaşılıyor. Ayrıca, siyasi ve ekonomik kırılganlıklarının yanısıra iklim değişikliğinin gittikçe artacak etkileri dikkate alındığında, geçmişteki kazanımların dahi kaybedilmesi olasılığı bulunuyor.
Keza Afrika ülkeleri yöneticilerinin SDG hedeflerine ulaşabilme adına neler yapılması gerektiği konusunda net bir yaklaşımlarının bulunmadığı ve hedefler için gerekli bütçe tahsisatlarının yapılmadığı uluslararası raporlara yansıyor. Bu durum kalkınma konusunda siyasi irade eksikliğine işaret ediyor.
Kalkınma için demokratikleşme
İster SDG ister Gündem 2063 esas alınsın, Afrika ülkelerinin kalkınabilmesinin ilk ve öncelikli şartının iyi yönetişimin ve demokrasinin yerleştirilmesine bağlı olduğunu söylemek mümkün.
Zira kamu kaynaklarının etkin kullanılmasını engelleyen ahbap-çavuş yönetim anlayışının ortadan kaldırılması, toplumsal mutabakat sağlanarak iç çatışmaların sonlandırılması, yerel insan kaynaklarının ve sermayenin yurtdışına kaçışının engellenmesi ve yabancı yatırımların çekilmesi, etkin yönetişim, hukukun üstünlüğü, şeffaflık ve demokratikleşmeye bağlı.
Aksi takdirde geçmişte olduğu gibi önümüzdeki on yıllarda da uluslararası toplantılarda kıtanın azgelişmişliğinin nasıl ortadan kaldırılacağının tartışıldığını görmek şaşırtıcı olmayacaktır.