BiİR DEİSTİN HİDAYETİ
-Bir Fatih Romanı(*)
Ateist, deist, agnostik ve teist…
Bu dört kategori, temelde ta ezelden beri din olgusu içerisinde, o dine, inanca uygun hareket eden, ya da etmeyen insanların “kendi bütünlüğü içerisinde” değerlendirildiği kategoriler olarak ortaya çıkar.
Her ne kadar, eskiye dayanıp Batıda biliniyor ise de, bizde mahiyeti itibarıyla değil de, popüler olması hasebiyle yeni, yeni tanınan ve bilinen kategoriler olarak öne çıkmaktadır.
Bunların içerisinde en önde olanı, en görüneni; varlığı, diğerlerine nazaran muhafazakârlar açısından kaygıya sebep olan, ama mahiyeti hakkında sağlıklı bir bilgiye sahip olunmayan deizm ve haliyle bir fiil(eylem/amel) olarak deistliktir. Bunca kaygıya rağmen, hemen birçok konuda olduğu üzere, bu konuda da temele dair felsefî bir alt yapının yokluğu işi daha da çapraşık hale getirmektedir.
Bu çapraşıklığı söz ve eylem ile göz önüne alıp değerlendirmeye çalışan ve elde ettiği bilgiyi yazıya döken Müslümanların varlığı, bir nebzede olsa konuya dair bulutları dağıtmaya çalıştığı görülmektedir.
Konu ile ilgili söz ve yazının “kitap şeklinde” husule gelmesi de söz konusu…
İşte bunlardan birisi de yılların emektar eğitimcisi, yazar Mustafa Gül’ün, hemen hepsi de üniversite öğrencisi olan bir avuç kahramanın, din ile ilgisi/ilgisizliği, ona dair düşünce, karşı düşünce ve kaygıları ile sayfalarında gezindiği Bir Deistin Hidayeti” adlı, hacmi küçük, ama içerik olarak doyurucu eseri, okuyan kişiye konu ile ilgili bilgi vermekte ve sağlıklı bir bakış açısı sunmaktadır.
Yazarın, bundan önce Türk dili üzerine uzmanlığının yanında Kur’an ve ondan hareketle İslam hakkında en sağlam/sahih bilgiye ulaşma gayreti, kendini bu eserde de hissettirmektedir.
O, yukarıda da belirtmeye çalıştığımız üzere, var olan olgudan kaygı duyan, ama kaygısını, konu ile ilgili bir noktaya çekememiş muhafazakâr şahıslara nazaran bir yandan Kur’an’a müracaat ederek, bir yandan da var olan ve adeta akıp duran sosyal ve siyasal konuları da kahramanlarının gözüyle işin içerisine katarak, bir çırpıda okunacak bir eser orta koymuş...
Her ne kadar konu, bazı ailevi sebeplerden dolayı deizm çukuruna düşmüş olduğu eserde dile getirilen Deniz karakteri üzerinden işleniyorsa da, “sebep-sonuç ilişkisi” üzerinden deizme yol açacağı kabul edilmesi gereken yanlış ve bir o kadar da bozuk bir din/İslam ve hayatı algılama anlayışına mensup insanların çocuklarından bir kısmının sahip İslam anlayışına ulaşma çabası da kendine yer açmaktadır.
Eser, güncel bir konuyu, konumu bilinen bir üniversite, bilinen, ama yapısal özelliği farklılaştırılarak anlatılan bir ticari ve kültürel mekân(kitabevi), cemaat/tarikat evleri ile salt öğrenci evleri ve bir de ailesi ile birlikte yaşayan bir, iki öğrencinin yaşam alanı ile üniversite çevresinde öğrencilerin müdavimi oldukları çayevi ve kafeler çerçevesinde konuyu ele almaktadır.
Eserde, büyük bir ihtimalle yazarın kendi tercihi olarak Türkiye skalasında gerek gelenek/sel/ci, gerekse de geleneğe de yer veren, ama esas vurguyu direkt Kur’an’a yapan İslami çevrelerin yoğunlukta olduğu şehirler tercih edilmiş…
Tarikat kültürünün yoğun olduğu Elazığ(Harput) ile yine ona komşu bir il olan Malatya ve kahramanlardan birinin(İbrahim) ahlakı açısından sevdiği ve belli ki, onunla evlenmeyi düşündüğü kahramanın(Zeynep) memleketinin de(Kayseri) hep birden coğrafi anlamda adeta bir üçgen oluşturduğu görülmektedir.
Burada –günlük hayatta da öyle- göze çarpan bir şey var; o da eskiden de olduğu üzere toplumun olumlu anlamda sağlanacak olan gelişimimin sırasıyla akademi, medrese ile birlikte çağdaş dünyada da üniversite üzerinden olabileceği gerçeği, ailelerin muhafazakâr refleksleri sonunu adeta akamete uğratıldığı satır aralarında kendini göstermektedir.
Örnek olarak, İbrahim’in annesinin, oğluna bir anne olarak yaptığı nasihatle bakıldığında, işin makul tarafı da bulunmakla birlikte, üniversitenin misyonunu, bazı kaygılar sebebiyle evladı üzerinden akamete uğrattığı görülmektedir.(S. 34 vd.)
Biz, burada bilindik bir metodu kullanarak, konuyu anlatmak için takdim ve tehir yolunu izleyeceğiz …
Baksanıza, konu bizi, İbrahim ile Yunus’un tanışmasından önce üniversitenin o çok bilinen misyonunun, çoğu zamanda farkında olunmadan anne ve babaların evlatlarının hayatına “kadim” müdahale geleneğini yazmaya sevk etti.
Burada annenin evladını kendi bilip tanıdıkları biriyle evlendirip onları baş göz etme, onların mürüvvetlerini görme ve torun sahibi olma isteği doğru olmakla birlikte, artık bugün toplumu değiştirme misyonuna sahip olması gereken “dünün küçüklerini” hem o misyondan mahrum bırakmak ve hem de onların artık gelecekleri için tek başlarına verecekleri kararları da anlamsız kılmaktadır.
Öğrencilerin birbirleriyle tanışması mes’elesine gelince, bu genellikle tevafuken olan bir şeydir. Ya okulda, ya bir grup içerisinde, ya bir şeyler içmek ve sohbet etmek için gidilen bir mekân, ya da romanda olduğu üzere İbrahim’in Yunus(abisi) ile camide karşılaşması şeklinde olurdu.(S. 6 vd)
İbrahim, arayışını sürdürüyordu. Okuldan tanıştığı Mahmut onu, Çarşamba semtinde bulunan bir kitapçıya, Süleyman amcasına götürmüştü. Ama kitabevinde kitaptan ziyade tesbih ve takke gibi satılık eşyalar ağırlıktaydı.
Kitapçıya gittiklerine göre ona kafasını kurcalayan soruları sorabilirdi. O da öyle yaptı. Ona sorular sordu. Bu arada gündemde olduğu için Taliban’ın iktidara geldikten sonra Afganistan’da yapıp ettikleri işlerle ilgili sorula sordu.
Kitapçı, salt şer’i kanunlarla yönetiyorlar diye Taliban’a karşı bir sevgi besliyordu. Bunu da açık, açık dile getiriyordu.(s.22)
Kitapçının bu sevgisi, Taliban’ın salt ataerkil erkek egemenliğinin baskın olduğu; kadınların eğitim dahil, hiçbir toplumsal alanda bulunmalarını yasaklaması gibi konulardan dolayı idi.
Ama buna rağmen kendi kızını imam-hatip lisesine göndermişti!
İbrahim başta bu okul işine bir anlam verememişti. Kitapçı Süleyman(amca) eğer kızını okula, üniversiteye gönderiyorsa, bunu neden Afganistan’daki kadınlardan, genç kızlardan esirgemiş olsun? Buna bir anlam verememişti.
O istemede de, kızının okula gitmede ısrar etmesine binaen, o da kızını okula vermişti.
Kızı ise, bir müddet sonra, okula devam ederken başını açmıştı. O şekilde okuyacak ve belki de hiçbir zaman başını örtme ihtiyacı hissetmeyecekti.
O da, kızının bu kararı karşısında şu ifadeleri kullanacaktı; “Üzüldüğüm nokta, birinci sınıfın sonunda başını açtı”(S.25)
İbrahim o sıralar, babasının da müridi olduğu Nakşi-Halidi bir silsileye bağlı bir tarikatın kendine bağlı öğrencilere tahsis ettiği bir evde kalıyordu.
İbrahim, zaman, zaman tarikata bağlı müritlerin katıldığı zikir halkalarına, evde kalan ağabeyleri ile gitmekte, zikre dahil olmakta ve kendini manevi olarak olgunlaştırmakta ve iç huzuruna kavuşmak istemektedir.
Ama Beyazıt Camii’nde kendisi de öğrenci olan Yunusla karşılaşıp dost olması ve akabinde “ağabey” diye hitap ettiği Yunus’un ona Kur’an’ın ve İslam’ın özünü anlatması ve en önemlisi de Kur’an’ı anlamanın en pratik yolu sayılabilecek meal okumasını tavsiye etmesi, onda bir değişikliğe yol açmıştı.
Bunun yanında, İbrahim’in ev ortamına bakıldığında, orada kalan kişilerin üniversite öğrencileri olmalarına rağmen, düşünmeyi öteleyen, dahası düşünmenin, akletmenin değil, bir şeyhe, halifeye biat etmenin daha iyi olduğuna inanmaları ve İbrahim’i de bu şekilde görmek istemeleri zamanla onun Kur’an’ın apaçık mesajıyla karşılaşması sonrasında suya düşmüş gibiydi.
Onu, diğer ortamlarda yeni tanıştığı “mealci, deist ve ateist” gibi insanlarla hiçbir ilişkiye girmemesinin istenmesi ve kendisine tarikat çerçevesinde verilen bilgilerle yetinip inanmasının telkin edilmesi; buna yönelik onu, “ihya etmek” adına, aslında fazla bir bilgisi bulunmayan şeyhin halifesi olan zata(Feyzullah abi) götürülmesi… Buna bağlı olarak onun konulara yönelik bilgisizliği İbrahim’i rahatsız ediyordu… O da olmayınca, çare kendi memleketinde yaşayan şeyh efendinin üç yıllık aradan sonra İstanbul’a teşrif etmesinin onuruna oluşturulacak zikir halkasına katılması tavsiye edilmişti.
Büyük Şeyh İstanbul’a teşrif etmiş ve müritlerin katımlıyla bir zikir halkası oluşturmuş, onlardan tövbe almaya çalışmıştı.(S.26-27)
En nihayetinde ne evde birlikte kaldığı Abdullah abisi, ne şeyhin halifesi ve ne de şeyhin kendisi İbrahim için kalıcı ve sağlam bir yol olmamıştı.
O, bunların öğretmek istediklerinin zıddına, Yunus abisinin kendisine okuması için tavsiye ettiği “Kur’an’ın Türkçe Açıklaması”nı okuyor, her okuduğunda hayretler içerisinde kalıyordu. Gerçek İslam’a adım, adım yaklaşıyordu.
Tabii ki, diğerlerini rahatsız eden de buydu.
Bunların dışında, aynı üniversiteye bağlı fakültelerde okuyan deist ve ateist düşünceye sahip öğrencilerinde, işi, yanlışı ve doğrusuyla yok sayması da ayrı bir konuydu.
Kur’an’la tanıştıktan sonra başta Zeynep olmak üzere birçok arkadaşına da “Kur’an’ın Türkçe Açıklaması” adlı eserden bahsetmiş ve ona da o eserden aldırmıştı.
Bu arada Zeyneb’in, hem İbrahim’e duyduğu yakınlık ve hem de onun Kitab’ı anlamak için okuduğu “Kur’an’ın Türkçe Açıklaması”ndan etkilenmiş olarak başına şal takması onu çok sevindirmişti.
Bu vesileyle de, o annesinin kendisine memleketten münasip gördüğü Feyzanur’un yerine Zeyneb’i tercih etmiş, gönlünü ona kaptırmıştı. Keza Zeynep’e öyle…
Bunlar olurken, bir yandan da okulda, arkadaşlarıyla çeşitli konulardan bahis açıp tartışıyorlardı.
Babasının erken yaşta ölümü gibi birçok ailevi sebepten dolayı sıkıntıya düşüp zamanla eski inancını kaybedip bocalayan en sonunda deistlikte karar kılan Denizle de mücadele etmek zorunda kalacaktı.
Bir arkadaşlarının tavsiyesiyle o civarda sistemli bir şekilde tefsir dersi veren ilahiyatçı hocanın da derslerine katılmaya başlamıştı.
Zamanda Zeynep ile birlikte İslam dışı düşünce ve kanaatleri bulunan Deniz ve Sinan gibi arkadaşlarını da götürmüştü… Onlarda, tefsir hocasına kafalarında kurguladıkları konularla ilgili sorular sorup, kendilerini Müslümanlar karşısında haklı göstermeye çalışıyorlardı… Yaptıkları yanlış ise, işin aslını iyi bildikler halde, dünden, bugüne yapılan yanlışları İslam’a ve oradan da düpedüz Kur’an’a mal etmekten ibaretti.
Birçok öğrenci gibi İbrahim’de okula devam ettiği ve arkadaşlarıyla da görüştü gibi, elden geldiğince okul dışında da görünmeye çalışıyordu.
İşte, o, ömrünün büyük bölümünü Diriliş neslinin oluşmasına ayıran şair, düşünür ve dava adamı Sezai Karakoç’un vefatı akabinde kılınan cenaze namazına da katılmıştı. Tarihler 17 Kasım 2021 Çarşamba gününü gösteriyor. İkindi sonrası cenaze namazın kılındığı Şehzade Başı Camii, o gün en yoğun ve belki de en kalabalık gününe şahitlik ediyordu.
“Sevgili,
En sevgili,
Ey sevgili”
Yazar, romanda, sahih bir temeli bulunmayan deizm düşüncesinden hareketle, kendilerini deist olarak tanımlayan tuzu kurulardan ziyade, çocukluğu Müslüman bir aile içerisinde geçen, İslami şiarları öğrenmeye çalışmış olan Deniz’in, kendisi küçükken vefat eden babasının yokluğunda, hayatın anlamını kalmadığını düşünmesi; başkaları dururken “neden babam?” sorusunu sorup ilahi iradeye sitem etmesi üzerinden deizmle tanışma sürecini işliyor.
Deniz’in deistlik sürecinde dahi, çevresinde bulunan diğer deistlerden farklı olduğu göze çarpıyor.
Bu da, onun, henüz fıtratını tamamen yitirmediğini göstermektedir.
İşte, bu fıtratındaki temiz kalan taraflardan dolayıdır ki, inanç eksenli arayışları, onu tekrardan İslam’la tanıştırıyor.
Yani, o, yine din felsefesi açısından Allah inancında “teizmde” karar kılıyor.
Okuyucu kitaba başladığında, deist olduğu tam belli olmayan bir karaktere rastlamadığı için –en azından bizler için- o kısımlarda adı geçen ve Allah inancına sahip (İbrahim, Yunus gibi öğrenciler) herhangi birinin, moda tabirle söylersek, o akıma kapılıp, uzun bir dönem, içerisinde bulunduktan sonra tekrardan sahil-i selamete kavuştuğunu düşünebilir.
Tabii ki, orada deist kimliğiyle önplanda olan kişi, aynı zamanda kendi var olan durumundan da pek memnun olmayan kişinin Deniz’in bizzat kendisi olduğu görülür.
Bir de Füsun gibi bir bayan, ya da erkek öğrenci de deist olarak romanda kendine yer bulmuş…
Yazar, en başta aldığı eğitim itibarıyla Türkçe hocasıdır. Dili iyi ve yerinde kullanıyor.
Bir de bunun yanında kendine özgü yapısı ve düşünce skalası bulunan bir ekol içerisinden geldiğinden dolayı, Kur’an’ı “tek kaynak” değil de “temel kaynak” olarak değerlendirdiği için, hemen her konuya onu, yani Kur’an’ı refere ediyor.
Zaten, roman boyunda klasik ve modern temele dayanan yanlışa, hurafeye dayanan bilgileri kahramanlarının şahsında izale etmek, edebilmek için Kur’an ayetlerini, ona uygun yorumlarıyla esere giydirmiş…
Eser, deizmden farklı bir konuyu işlemiş olsaydı, bu kadar metin roman için çok gelir denilebilirdi, ama insanları kaygılandırdığı gibi, onunla ilgili ciddi bir çalışma yapmayı düşünememiş, ondan kaygılanmasına rağmen pek bir uğraş vermemiş bulunan zevatı uyandırmak için elde tutulan bir metin görevi ifa ediyor olabilir.
Konu önemli olduğu için, eser bazında salt makale, cep kitabı ile birlikte, roman olma özelliğini koruyan bu eser gibi çalışmalara ihtiyaç hasıl olacaktır. Kitabı üstünkörü kılmadan, onun salt metne boğmadan ve bu işlerle ilgili “felsefi alt yapıyı ihmal etmeyen eserlere çok ihtiyaç var. Bunu da belirtmiş olalım…
İnançsızlık girdabına düşmeden…
Mustafa Gül, Bir Deistin Hidayeti, 1. Baskı Ağustos 2022 Çıra Yayınları İstanbul
(*) Fatih, İstanbul’un ilçesi