– Sezai Karakoç’la ilgili bir kitabınız yayımlandı. Kitap raflarda yerini aldı ve okuyucuya ulaşacak kadar zaman geçti. Okuyucunun kitabınıza ilgisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Olumlu ya da olumsuz ne gibi tepkiler aldınız?
– Kitabı satın alan okuyucunun ne düşündüğünü bilemiyorum. Sosyal medya denilen olguyla da bilinçli olarak ilgilenmiyorum. Gazete ve dergilerde ise neredeyse yok gibi. Dolayısıyla bu mecralarda nasıl görüldüğünü bilemeyeceğim. İlgi bağlamında beni asıl üzen şey şu: Tanıdığım herkesi kitaptan bir şekilde haberdar ettim. Bazı arkadaşlarım da ta telif aşamasında olaydan haberdardı. Yirmi otuz sene önce olsaydı inanılmaz ses getirirdi bu çalışma. Ancak bugün üç beş kadim dostumun dışında hiç kimse ilgi göstermedi kitaba. Sadece benim kitabımla ilgili değil, genelde kitap, düşünce, eleştiri, farklı yorum hayatımızdan çıkıp gitmiş. İnsanlar kendi gölgelerinden korkuyorlar. Akademik camiadan söz etmiyorum, onları zaten hayatım boyunca ciddîye almadım. Eskiden bir araya geldiğimizde mangalda kül bırakmayan, onu bunu eleştiren, hiçbir şeyi beğenmeyen, lâf ile dünyaya nizamat vermeye kalkanlar var ya bu kitap, benim gözümde onların ipliğini pazara çıkardı ve samimiyetsizliklerini ortaya serdi. Bu kişilerin “şeytanî ilgisizlikleri” üzerine çok şey söyleyebilirim ama bu durumdan sonra bunu yapmayacağım. Onları kendi hâllerinde bırakıp seyretmek daha anlamlı ve ibretli geliyor bana. Bu sebeple biz işimize odaklanmalıyız. Kim ne demiş, ne yapmış çok önemli değil. Gün doğmadan neler doğar! Her kitabın bir kaderi vardır; biz istesek de istemesek de onu yaşayacaktır. Hiçbir şey inandığımız şeyleri yapmaya engel olmamalı ve haricî moral bozuklukları edinip de mücadeleden vazgeçmemeliyiz. “Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer inanıyorsanız mutlaka siz üstün geleceksiniz.” (Âl-i İmran suresi 139. ayet) Ben, bütün kalbimle buna inanıyorum.
– Son yıllarda kültür ve edebiyat hayatı dibe vurdu. Bunu neyle açıklıyorsunuz?
– Kuşkusuz bunun birçok sebebi vardır ama bizce asıl sebep siyasal iktidarların basiretsizliğidir. Bu konuda iktidar sahiplerince zaman zaman öz eleştiri mahiyetinde sarf edilen sözlerin hiçbir anlamı ve değeri yoktur. Bir ülkenin kültür hayatını sloganlarla yönetemezsiniz. Siz, sloganların büyüsüne kapılıp giderken altınızı boşaltırlar, anlamazsınız bile. İşte eseriniz ortadadır. Bina, tablet, internet, bedava kitap, uzaktan eğitim vs. tamam da muhteva denilen bir şey yok mu? Hani uğrunda ölmeye can attığımız davamız nerede? Evet, sabır bir güçtür fakat sabır, basiretsizliğin mazereti olursa zillettir. Siyasal iktidar ne yapsın, biraz da bizde olmalı, diyemeyiz. Neyin heyecanını yaşarsanız/yaşatmak isterseniz ona ulaşırsınız. Siyasal iktidar muhtevayı küçümsedi. Suyu başka tarafa akıttı. Muhtevada ısrar edenleri eski kafalılıkla suçladı. Sonra ortaya çıkan ucubeyi kendisi de tanıyamaz oldu. Tabiî iş işten geçti artık. Köprünün altından çok sular aktı. Dibe vurmadan, bütün kapılar kapanmadan yeni bir kapı açılmaz. Dua edelim de Allah bize merhamet etsin ve ilâhî tokadı yemeden yolumuzu bulabilelim. Bugün kültür ve edebiyat hayatımızdaki yoksulluk ve yoksunluktan ziyade kaybolan inanç değerlerimizi, ahlâkımızı, kişiliğimizi ve dava şuurumuzu konuşmalıyız. Kaygılarımızın merkezinde bunlar olmalı. Milletçe zor günler bekliyor bizi; çok zor günler!
– Peki, ne yapmalıyız?
– Bugünkü siyasal iktidarın en büyük eseri gençleri olmayan bir ülke inşa etmiş olmasıdır. Gençlik bir istatistik veri veya çocuklukla olgunluk arasında sosyolojik bir grup değildir. Gençlik bir varlıktır. Eğer bir ülkenin gençleri varsa geleceği de vardır. Gençlik adam yerine konulduğunda var olur ve nefes alır. Bugünkü siyasal iktidarın sahipleri zamanında gençliğini öyle ya da böyle yaşamıştı, oralardan bugünlere geldiler. Acaba onların öz çocukları kendileri gibi bir gençlik yaşadı mı? Neden yaşayamadı? Eksik olan şey neydi? Eksik olan terk ettiğimiz ilgilerdi. Sorun, terk ettiğimiz ilgilerin yerine koyduklarımızdır. İktidar sahiplerinin bunu görmesini beklemek safdillik olur. Onların gözleri artık perdelenmiştir. Büyüklerin, önceki kuşakların görevi iktidarlardan bağımsız olarak gençleri keşfedip sahaya çekmektir. Gençleri toparlamalıdır. Sonra onları kendileriyle baş başa bırakmalıdır. Helâl süt emmiş gençlik kendi yolunu bulur. Bu sebeple bu ülkenin önce gençleri bir araya gelmelidir. Sorunların çözümü gençlerdedir. Gençler olarak Anadolu’nun küçük kasaba ve şehirlerinde küçük gruplar hâlinde bir araya gelip meselelerimizi yeniden konuşmalıyız. Büyük şehirlerden, büyük merkezlerden fayda yok; insanların üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi. Veya büyük şehirlerin küçük ve az bozulmuş mahallelerinde aynı şeyi yapmaya çalışmalıyız. Bir zamanlar Anadolu’daki kitapçı dükkânları, gençlik dergileri, küçük sohbet mekânları ülkenin gidişatını ve hayatını değiştirmişti. Müthiş bir aşk, enerji, samimiyet, dayanışma ve ilgi yoğunluğu vardı buralarda. Günümüzde vitrindeki birçok kişi buralardan geçmiştir. Bu tür mahfilleri yeniden canlandırmak, dava ateşini yakmaya çalışmak ve yüz yüze gelip konuşmak lâzım. Sanal ateşlemeler saman alevi gibidir, daha çok anlık sonuç almak isteyenlerin işine yarar. Bizim davamız sabır, çile ve aşkla yoğrulmalıdır.
Edebiyat, kitap, dergi, sohbet, çay, bölüşülen simitler, selâm, musafaha, ezan sesleri, cemaatle namaz vb. kaybettiğimiz güzellikleri ve değerleri birer birer geri kazanmalıyız. Bunlar olmadan dava olmaz, dava olmadan mücadele olmaz, mücadele olmadan da tek millet, tek bayrak, tek vatan ve tek devlet olmaz. Ben böyle düşünüyorum.
– Günümüzde gençlerin ilgisini çekecek cemaat ve topluluklar da kalmadı. Bir çatı kuruluş olmadan bu işler nasıl olacak?
– Çatı kuruluş denilen şeyin bir cemaat veya yapı olması gerekmiyor. Ortak değerler, ortak meseleler ve aynı hedefe yönelik ortak mücadeleler bir çatı kuruluş görevi icra eder. Türkiye’de cemaat ve yapılar, fikir ve mücadelenin yasak olduğu ya da geri plânda kaldığı dönemlerde palazlandılar. Bir yerde fikir, aksiyon ve mücadele varsa orada cemaat denilen yapılanma tarzları olmaz. Bizde cemaat tek tipçiliktir; düşünmeyeceksin, gözünü kapatıp itaat edeceksin çünkü en iyisini ağabeyler ve büyükler bilir!
Sezai Karakoç’un dinî grup ve cemaatlere bakışı çok açıktır: “Kendilerine ‘cemaat’ adını veren birçok grup ortaya çıkmıştır ki bunlar da medeniyetimizin ne uzak geçmişinin ne de yakın geçmişinin değerlerini kabul etmektedirler. Bunlar, sadece bağlı oldukları bir kişiyi aşırı yücelterek İslâm için çalışmış tüm büyükleri silip süpürme boş gururu ve sevdasına kaptırmışlardır kendilerini. Elbette ki bunların da sonu yoktur. Ancak belki genç nesilleri bir süre şaşırtıp hakikî bir formasyona ermelerini engelleyebilir ve geciktirebilirler.” (Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi III)
İddia ediyorum ki Türkiye’de İslâmî düşünce ve hareketin gelişmesinin önündeki en büyük engel bu tür dinî grup ve cemaatlerdir. Türkiye’de hemen hemen bütün dinî grup ve oluşumların nihaî amacı İslâm davası değil, devlet kurumlarına sızarak onu içeriden ele geçirmek, siyasî ve ekonomik rant elde etmektir. Onlara göre buna ulaşmak için legal ve illegal bütün yollar mubahtır. Biz, cemaatten ülkemiz bağlamında sadece cami cemaatini anlamalıyız. Camiye namaza gelen ve bunu şiar edinen herkes kardeşimizdir. Cami cemaatinin dışında cemaat görünümlü diğer hareketler istismar ve çıkar örgütleridir. Bir de azınlık cemaatleri vardır. Aslında bunlar biraz da onlara benziyor. Millet nazarında 15 Temmuz 2016’da meydana gelen darbe girişimi tecrübesinden sonra bu tür yapıların var olma şansı kalmamıştır artık. Ellerindeki imkân ve güçlerle belli bir süre daha varlıklarını sürdürebilirler belki ama yeni nesilleri ikna edip kendilerine çekmeleri çok zordur. Bu sebeple gençlik üzerine başka ayartıcı oyunlar kurgulanıyor/kurgulanacak. Bunları da bozmanın yolu, dediğimiz gibi kaybettiğimiz güzellikleri ve değerleri birer birer geri kazanmaktır. Bir araya gelmek, birlikte olmak, meselelerimizi kendimiz konuşmak ve bütün Müslümanların dertleriyle hemhâl olmaktır. Bu coğrafyada yaşamanın elbette bir bedeli olacaktır. Bin yıldır bedel ödeye ödeye bugünlere geldik. Düşman uyumadı ve pes etmedi. Biz de uyumayacağız ve pes etmeyeceğiz. Bugüne kadar hep biz kazandık, bundan sonra da inşallah kazanan biz olacağız.
– Kitabınızın bir yerinde “Nefsini esaretten kurtaramayan kendini bir davaya adayamaz. Bir davası olmayanın da verdiği mücadele beyhudedir, böyle bir mücadelenin sonu ise felâkettir. Nice büyük iddialarla yola çıkan, belli bir yere gelen ve kendini dev aynasında gören kişilerin akıbeti hep yıkım olmuştur. Sözde başarılar ve makamlar, hem kendilerine tuzak olmuş hem de beklenti ve umutları boşa çıkarmakla, zamanı ve imkânları israf etmekle başkalarının ve kendilerinden sonrakilerin haklarına tecavüz etmişlerdir. Böyle kişiler, kaçamayacakları ağır bir hesapla karşılaşacaklardır.” diyorsunuz. Burada “Sözde başarılar ve makamlar, hem kendilerine tuzak olmuş hem de beklenti ve umutları boşa çıkarmakla, zamanı ve imkânları israf etmekle başkalarının ve kendilerinden sonrakilerin haklarına tecavüz etmişlerdir.” cümlesi ürpertici geldi bana. Bu şekilde düşünmeye hangi örnekler sevk etti sizi?
– Bu cümleler, Sezai Karakoç’un düşünce ve yorum ufkunda gezinirken zihnimizde şekilleniverdi. Onun bakışıyla yaşadıklarınızı ve tanıklıklarınızı değerlendirdiğinizde bu sonuca ulaşıyorsunuz. Geldiği makam ve mevkileri kendi başarısı olarak gören insanlar ne zavallıdır! Bir gün onları kaybettiğinde dünyaları yıkılacaktır. Oysa makam ve mevkiler hizmet için vardır. Bugün var, yarın yoktur. Zamanı, imkânları, fırsatları doğru değerlendiremeyenler sadece kendilerine zarar vermekle kalmıyorlar, başkalarına ve gelecek nesillere de zarar veriyorlar. Bu, bir vebal ve zulümdür. Bunun için bütün imkân ve fırsatları kendi tatminsizliğine harcayanların geleceğe dair söz söyleme hakları yoktur. Geleceğe dair söz söyleyenler ancak kendini aşabilenlerdir. Bu sebeple Sezai Karakoç’un öngörüleri bizim için son derece kıymetlidir.
– Kitabınızın başka bir yerinde “Sezai Karakoç’un kavramlar dünyasında gezinip de ruh dünyasına giremeyen bazı siyasetçi ve yazarların temel sorunu samimiyet ve kendi değerlerine içeriden değil, karşıdan, eklektik ve sentezci bir yerden bakmalarıdır. Medeniyet kavramı sadece bir kıyas kıstası değil, aynı zamanda ve her şeyden önce bir inanç ve gelecek perspektifidir. Bu çerçevede samimiyeti ve derinliği kıyaslamalardan çok iman ve Müslümanca duruş ortaya koyar. Samimî ve yalın bir reddediş, zengin gerekçeli ama bulanık karşı oluştan çok daha hayırlıdır. Bu sebeple İslâm medeniyeti ve İslâm milleti üzerine söz söylemek isteyenler önce arı duru bir bakış açısına sahip olmalıdır. Aklından ya da karnından değil, kalbinden konuşmalıdır. Yapacağı tasvirlerden ziyade teşhisler, tanımlamalar ve teklifler şarkiyatçılardan farklı tezgâhların ürünü olduğunu göstermelidir. Yoksa Batıyı eleştirirken Batı ahlâkının ikiyüzlülüğüne düşmekten kimse koruyamaz onları. Meşrutiyet aydını işte böyle bir şeydi.” diyorsunuz. Kimleri kastediyorsunuz, açar mısınız?
– Elbette açarım. Ahmet Davutoğlu, Yasin Aktay ve İbrahim Kalın gibi kişileri kastediyorum. Bunlar, Sezai Karakoç’u okumuş gibi yapıp da onu okumayan ve dolayısıyla anlamayan kişilerdir. Bunların medeniyet babaları Şerif Mardin’dir. İslâm medeniyetine ve Osmanlı Devletine Şerif Mardin’in baktığı yerden bakarlar. Durdukları yer İslâm ve Müslümanların birliği meselesi değildir. Medeniyeti bir kültür hâdisesi olarak değerlendirirler. İslâm soslu şarkiyatçı bir bakışları vardır! Bunlar, Şerif Mardin’in “mahalle baskısı” dediği şeyin aksülâmelleridir. Bu zihniyet, Türkiye’de Meşrutiyet aydını tipinin son versiyonudur. Üst üste koyamadan ve yan yana dizerek konuşurlar, anlatırlar. Çok şey bilirler ama temel meselelerin hiçbirinde berrak ve samimî düşüncelere sahip değildirler. Örnek mi istiyorsunuz? Onların gözünde Batı karşısında Müslümanların yeri neresidir? İslâm milleti, İslâm ülkesi, İslâm medeniyeti ve İslâm devleti ne demektir? Dünya Müslümanlarını tek devlet çatısı altında nasıl birleştirebiliriz? Bu konularda ne düşündüklerini anlayan ve bilen var mı? Bunlar, Müslümanların meselelerine kalpleriyle yaklaşamazlar. Zira kalplerinde başka şeyler vardır. Şerif Mardin gibiler de bunların meşruiyet zaafları üzerinden projelerini uygular. Bu yüzden o paragrafta bunlar betimlenmektedir. Bunları iyi tanımak ve cilâlı sözlerine aldanmamak gerekir. Çünkü bunlar, ağacı kemiren kurt gibidir!
– Kitabınızla ilgili sizinle yapılan bir söyleşide “Şimdi anlıyorum ki üstadın şiirine verdiğimiz değeri düşüncesinden esirgeyerek ona haksızlık etmişiz. Benim gözümde mütefekkir Sezai Karakoç, şair Sezai Karakoç’tan daha büyüktür artık.” diyorsunuz. (“Sezai Karakoç, Çözüm Odaklı Düşünen Bir Aydındır”, www.yorungedergi.com, 17 Eylül 2021.) Ne oldu da düşünceniz bu şekilde değişti?
– Sezai Karakoç’un ileriye bakan yönü, düşünce ufukları, düşünce karakteri ve öngörüleri üzerine bir şeyler yazmaya karar verip bütün kitaplarını baştan sona okuyunca ve daha da önemlisi bütün konuşmalarını sırayla dinleyince (Yüce Diriliş Partisinin internet sitesinde yer alan toplam 250 saat civarındaki 198 konuşma) böyle bir düşünceye vardım. Genel olarak da Sezai Karakoç şair kimliğiyle tanınıyordu. Bu, mütefekkir Sezai Karakoç’a bir haksızlıktı. Bunu fark ettikten sonra sebebini anlamak zor olmadı. Çünkü her düşünce bir sorumluluğa davettir. Sezai Karakoç’un düşüncesi sıradan sorumluluklar içermiyor; insan ve Müslüman olmanın sorumluluğuna davet ediyor bizi. Bunun ne kadar ağır bir yük olduğunu tahayyül edemezsiniz. Dinî, felsefî, siyasî, ekonomik ve kültürel anlamda çok ağır bir yüktür bu. Böyle olunca üstadın şair tarafıyla ilgilenmek işimize/kolayımıza geliyor; sorumluluktan kaçıyoruz. Sorumluluklarımızdan kaça kaça dünyayı kendimize dar ediyoruz. Oysa sorumluluk sahibi olmak, sorumluluklarımızı yüklenmek varoluşumuzun gayesini ortaya koymaktır. Allah’a kul olmak, Müslümanlara kardeş olmak ve insanlarla barış içinde olmaktır. Kimliğini bulamayan veya yitirenler ve kişiliksizleşenler temelde sorumluluktan kaçanlardır. Sorumluluk sahibi olmak insanı kimlik ve kişilik sahibi yapar. Sezai Karakoç, düşüncesiyle bizi meselelerimize sahip çıkmaya, doğru yerde durmaya ve Müslümanların birliği için gece gündüz çalışmaya davet ediyor. Bu davete icabet etmek bir görevdir.
– Günümüz şiirini takip edebiliyor musunuz? Bunu şunun için soruyorum: Sezai Karakoç’un şiiriyle günümüzde yazılan şiir arasındaki makas ne kadar açıldı veya Sezai Karakoç’un şiiri günümüz şairlerince izleniyor mu?
– Günümüz şiirini kısmen takip edebiliyorum. Daha doğrusu hepsini değil, önemsediğim bazı şairler üzerinden takip etmeye çalışıyorum diyeyim. Dolayısıyla onunla ilgili belli bir kanaatim var ancak bütünü hakkında konuşamam. Öte yandan bir metin şiir katına çıkmışsa o artık eskimez. İlgiler değişebilir çünkü onlar görecedir fakat şiir değerini hiçbir zaman kaybetmez. Sezai Karakoç’un çoğu şiiri zaman duvarını aşmayı başarmıştır. Güzelim Türkçe, konuşulup yazıldıkça bunlar okunmaya devam edecektir. Evet, Sezai Karakoç’un şiiriyle günümüzde yazılan şiir arasındaki makas açılmıştır ve gün geçtikçe daha da açılacaktır. Bu doğaldır ve taraflar için bir nakısa değildir. Zaman değişiyor, insan değişiyor, şartlar değişiyor, sorunlar değişiyor, bakış açıları değişiyor, bunlara ve daha birçok şeye bağlı olarak elbette şiir de değişecek. Önemli olan şiir değişirken değerini koruyabiliyor mu? Bütün mesele budur. Sezai Karakoç’un şiirinin arkasında insan ve medeniyet var. Medeniyet unsuru şiirin damarlarında kan olup dolaşırsa o şiir uzun ömürlü olur. Salt insan unsuru, zaman ve bireysel tecrübe bu bağlamda şiiri çağlar ötesine taşımaya yetmeyebilir. Bunun çok az istisnası vardır. Doğudan Ömer Hayyam ve Batıdan William Shakespeare gibi şairler bu istisnaya örnek gösterilebilir. Bunlar, bireysel tecrübeyi medeniyet unsuruna tam yaklaştırdığı ya da medeniyet değerlerini kişiselleştirmeyi ustalıkla başardığı için böyle bir özelliğe sahipler. Biçim, biçem ve izlek açısından toptan/genel bakıldığında Sezai Karakoç’un şiiri günümüze göre kısmen mevzi kaybetmiştir denilebilir. Ancak günümüz şairi bir edebiyat mühendisi tavrıyla değil de salt bir şiir olarak onun şiirine yaklaştığında inanılmaz derecede öğretici, besleyici ve etkileyici bulacaktır onu. Zira Sezai Karakoç’un şiirinde insan tamdır. Geçici ve görece olan hususlar aşılmış, zaman kuşatılmış, sorumluluklar yüklenmiş, şuur kuşanılmış, değerler manzumesi yerli yerine oturtulmuş, söz açık ve yalın, coşku kıvamında vs. Daha ne olsun? Biçim değişse de, tarz farklılaşsa da, konular çeşitlense de insanın hayat karşısındaki konumu hep aynıdır. Günümüz şiiri, güncel değere sahip olduğu için önemlidir ama şiir her zaman hatta çoğu zaman güncele hitap etmez. Onu da alır, başka şeyleri de alır, kendi zamanına katar ve insanlığa sunar. Öyleyse şiiri değişen yönleri üzerinden değil de hiçbir zaman değişmeyecek olan yönleri üzerinden konuşmalıyız. Böyle yaparsak günümüz şiirine katkımız olur, böyle yaparsak eskimeyen şiirimizle aramıza mesafe koymamış oluruz.
– Son olarak Anadolu’da çıkan kültür ve edebiyat dergilerini takip edebiliyor musunuz? Bunlarla ilgili düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
– Maalesef eskisi kadar takip edemiyorum. İtiraf etmeliyim ki sebep ne olursa olsun suç bendedir. Üstelik zamanında ben de böyle bir dergi çıkarıp yönetmiş ve bu tür bazı dergilere öncülük etmiş birisi olarak bugün Anadolu’da çıkan kültür ve edebiyat dergilerini takip edemez hâle gelmişsem bu, gerçekten üzüntü verici bir durumdur. Bunu anlamaya çalışmak için kafa patlatmak gerekmez, mazeret üretip işin içinden çıkmaya çalışmak da tam manasıyla batmaktır. Hele nostalji yaparak konunun üzerinden geçmek son derece yanlıştır ve umutsuzluğa yol açar. Durum ortadadır ve yapılması gereken bellidir. Nerede kalmıştık, demeliyiz.
Bu bağlamda bir zamanlar, özellikle Kahramanmaraş, Bursa, Konya, Adana, Kayseri, Erzurum, Trabzon ve Rize’de çıkan dergileri özenle takip ederdim. Sonra onların bir kısmı kapandı, çıkan yenilerini ise takip edemedim. Ancak Anadolu’dan bir dergi haberi aldım mı hemen heyecanlanıyorum. Orada geleceğe dair güzelliklerin yeşereceğini düşünüyorum. Aklıma Cemal Süreya’nın otuz küsur sene önce bizim çıkardığımız dergiyle ilgili ve onun üzerinden söyledikleri geliyor: “Ayane dergisinin 4. sayısı geldi. Yönetim yeri Rize’de, yazışma adresi Ankara’da olan bu küçük yayın organını seviyorum. Özellikle şiirde savsız bir kıpırtı içinde. Yazılmakta olan şiiri temel almıyor, ondan kaçmıyor da. Nuri Pakdil’in Edebiyat’ını anımsatıyor biraz. Taşra dergisi değil ama yerel yetenekleri değerlendirmeye çalışıyor. Bu tür küçük dergilerin çoğalması edebiyatımızın altından nicedir kaymakta olan alt yapıyı yerine getirir umudundayım.” (Cemal Süreya, 999. Gün: Üstü Kalsın, Broy Yayınları, 1991.) Alt yapı meselesinin ciddiyetini ta o yıllarda gören büyük usta, meselenin çözümü için de Anadolu’da çıkan dergileri işaret etmiş olması çok anlamlıdır. Bugün biz, sorunların çözümü gençlerde diyorsak, gençler olarak Anadolu’nun küçük kasaba ve şehirlerinde küçük gruplar hâlinde bir araya gelip meselelerimizi yeniden konuşmalıyız diyorsak aslında aynı şeyleri söylüyoruz. Aklın yolu birdir. Bu milletin hangi konuda olursa olsun darda kaldığında gideceği yer Anadolu’dur. Ne varsa Anadolu’da vardır. Bunun için sizin çıkardığınız dergi gibi dergilerin çoğalmasını, uzun ömürlü olmasını ve gençlere mektep olmasını diliyorum. Anadolu’dan ayağa kalkmak ve Anadolu’dan çoğalmak gerekiyor.
NOT: Üstat Sezai Karakoç, 16 Kasım 2021’de İstanbul’da yalnız yaşadığı evinde 88 yaşında vefat etti. Cenazesi, Şehzadebaşı Camii haziresine defnedildi. Allah rahmet eylesin. Şaban Abak, 26 Kasım 2021’de Twitter’dan “Üstat Sezai Karakoç’un vefatından hemen sonra odasına girip yanında diz çökerek Yasin-i Şerif okumak nasip oldu. Masasında gözlüğü, ilâçları ve okuduğu son kitaplardan Mehmet Erdoğan’ın Sezai Karakoç’un Düşünce Ufukları kitabı vardı.” bilgisini paylaştı. Onu bir daha göremeyeceğim için son derece mahzun oldum.
Söyleşi: Mehmet Oğuzhan Çağlar
Şahsiyet Mecmua, S. 9, 14 Ocak 2022
Kaynak: Fakılı Bakış