Yeni bir başlangıç yapabilmenin yolunu politik kudreti ele geçirmekte bulan türedi idrak, zamane bidati. Halbuki tarihsel tecrübemizde ihya ve tecdid hareketleri, kültürel ve sivil alanda farklılık meydana getirmeden kolektif ıslahın da, onun siyasi tezahürünün de mümkün olmadığını şiar edinmişti. Çünkü hiyerarşinin tepesindeki bozulup yozlaşma, kavmin bozulup yozlaşmasının son halkasıdır. Kavim, müfsid elitlerin peşine takılıp ifsad yoluna sapmasaydı, ilahî takdir durduk yere tepeden tırnağa çürümesine izin vermezdi (Ra’d 11).
Sorun kültüreldir ve zuhurat onun homo politicus gölgelerinden ibaret. Testinin içinde ne varsa dışarı o sızıyor.
Felsefe, sanat ve edebiyata ilgisiz, bu yüzden entelektüel düşünceye uzak ve sırf iktidarı ele geçirmeye ayarlı mütedeyyin sağ teknokratların kalkınmacı doktrini, yeni bir toplumsal nizam üzerinde hiç düşünmedi. Kavramsallaştırma sözün gücüne itikadı, sözün gücü de ârifane kabiliyeti gerektirir. Hayata iktisadî, sosyal, bireysel, tedavül gözüyle bakan profesyonellerin sırrına vakıf olamayacağı mevzudur. Gücün etrafındakiler de, güç havzasından tard edilenler de derda deva değil o yüzden. İster politik figür olsunlar, ister medya aparatları, ister fikir ve ilim esnafı.
Seyreltilmiş dindarlık, tarih nostaljisi (hasret), milliyetçilik ve dinî hurafelerin karışımıyla varedilen politik mütedeyyinliğin rehiniyken, sahih fikir ve davranış üretmek imkansızdır. Politik mütedeyyinlikle aynı kültürel koddan farklı siyasî personellerle çıkış aranması da beyhude çaba. Personel becayişi işe yarasaydı, siyasi kudreti radikal sekülarizmin elinden alan muhafazakâr havsalanın yeryüzü cenneti mesabesindeki başarısı konuşuluyor olurdu şu an.
Çağdaş Müslümanlıkların tümü trajik bir fiyasko yaşıyor. Ne hayat tarzlarında imrenilecek bir şey var, ne de entelektüel hasılaları beşeri krize derman olacak vasıfta. Siyasi modelleri ise “Ömer’in kırbacı Haccac’ın kılıcından daha korkunç”[1] korkusunun Peygamber’in (s) merhamet ve müzakere sisteminin yerini aldığı sosyopolitiğin mirasçısı. Kırbaçlı yönetimi adaletin anında tahakkuku olarak yorumlayanlar[2] için hukuk devletinin pek fazla anlam ifade etmemesi anlaşılır bir durum.
Batıdaki “beyazın üstünlüğü”ne yakıştırılan sapkınlık ve ırkçılık ithamı, “Müslümanın üstünlüğü” doktrinine işlemiyor. Üstelik, sıcak savaş anında zaferin simyasını öğreten motivasyon ayetini (Âl-i İmran 139) kullanıp, mümine insanlık içinde üstünlük ünvanını Allah’ın verdiği iddiası ideolojileştiriliyor bile. Ali Bulaç’ın Medine Sözleşmesi teorisinde toplumdaki tüm sosyolojilerin eşit siyasi paydaş olarak kurucu kabul edilmesi ilkesine en çok Müslümanlardan itiraz gelmesi[3], işte bu bâtıl üstünlük faraziyesinden.
Gücün temerküzüne ve ahali üzerindeki caydırıcılığına gözünü dikmiş dindarlık türü, şiddet tekelinin keyfiliğine hayranlık duyuyor. Boyun eğdirmeye dayalı politik kültürü tenkit edeceğine, onu adalete düşkünlüğün anlamı olarak selamlayabiliyor. Hegemoni ve mecburiyetin kategorik olarak reddedildiği[4] İslam’a mensubiyet böbürlenmesi ile egemenlikçi tasavvuru yüceltmenin kolkola yürüdüğü ender fetret ânlarından biri bizimki.
Hülyası, muktedir olup dünyasını âbâd etmekle sınırlı ve bunun için dinî, siyasî, toplumsal ve kültürel istibdadın en kıvamlısını kullanmaktan çekinmeyen iktidarperest din anlayışı sıfırı tüketti. İnsanlığa söyleyecek sözü kalmadı. Nebevî mirasla arasındaki mesafe artık fersahlarla ölçülebilir.
Batıdaki imrenilecek demokratik gelişmenin epeydir yaptığı patinaj da umudu çürüten etkenler listesinde. İyi kötü demokratik değerlere titizlenen kıta Avrupa’sı da oportünizme savruldu. Otoriter yönetimlerle çıkar ilişkisi her şeyden önemli hale geldi. Körfez’deki krallık ve emirliklerin petrodoları idealizme diz çöktürüyor.[5]
Liberal demokrasinin sabıka listesinde, Suriye’de Batı başkentlerinin öncülüğünde girişilen trajik yapısöküm var. “Yaratıcı kaos”un nasıl bir felakete yol açabileceğinin deneysel örneği. Demek ki Batılı liderler, Stalinist 11 Eylül kafasının kuralsızlığından hiç ders almamış. Askeri güç kullanarak bir ülkeyi demokratikleştirme absürdlüğü hâlâ göze hoş gözükebiliyor. Oysa zaten krizde olan liberal demokrasiyi bir de askeri güç kullanarak ihraç etme girişimi hep fiyaskoyla sonuçlandı. Irak ve Afganistan tecrübesi ağır dram.
İslam ülkelerine demokrasi götürme misyonu sadece Ortadoğu’yu değil, tüm dünyayı tekinsiz hale getirdi. Zaman tünelinden fırlayıp günümüze düşmüş yeni kavimler göçünü şaşkınlıkla izliyoruz. Batı’nın hamle yapıp istikrarsızlaştırdığı tüm çatışma bölgelerinden mülteci seli Batı’ya doğru akıyor. Müreffeh Batı’nın sınırlarında bekleşen milyonlar var. Hal böyle olunca, uluslararası siyasette mülteciler ve sığınmacılar insani kriz olarak da görülmüyor artık, biyolojik silah gibi kullanılıyor. Bir tür demografik bomba.[6]
Kabul edelim ki, dünya kolektif çöküyor, çözülüyor, çürüyor. Korku, panik ve telaş içindeki halklar, bu depremde asgari hayatı kurtarabilmek için otoriterlikten medet umuyor. Melez rejimler hızla yayılıyor.[7] Yarı demokrasiler yani. Merhum Erbakan’ın ömrünün son deminde sürekli ikaz ettiği[8] “demokratur” sistem. Diktokrasi. Demokrasi ile diktatörlük arasında melez siyasi nizam. Hukuk ve insan haklarının hükmedici değer görülmediği modern otoriterlik. Örtük ve maskelenmiş olanı da var, aleni ve aşikar olanı da. Bu siyasi rejimde seçmenin belli aralıklarla sandıkta tercihini belirtmesi, meşrulaştırıcı amaca hizmet ediyor.. Seçilen lider, kafasındaki en ürkütücü fikirlere uygulama yetkisinin verildiğini varsayıyor. Covid 19 pandemisinin durumu meşrulaştırıcı etki ve katkısı, demokrasi şampiyonu havzanın en büyük tedirginliği.
Liberal demokrasinin anavatanı sayılan başkentler “sosyal güvenlik mi, bireysel özgürlük mü?” ikilemiyle karşılaştığı an, bireysel özgürlükleri biçen sıkı rejime geçmekte tereddüt etmedi. AB Avrupa Değerler ve Şeffaflık Komisyonu Başkan Yardımcısı Věra Jourová bu durumdan duyduğu kaygıyı gizlemiyor: “Şu anda olağanüstü hal rejimine sahip 20 ülkemiz var. Tüm üye devletlerdeki rejimleri izliyoruz. Diktatörlükler tarihte halka karşı olduğunu ve çok fazla kurban yarattığını gösterdi.