Yazar Ahmet Serin, Aliya ile yapılan altı mülakatın derlendiği 'Geleceği Yenilemek' kitabına dair yazdı.
2003 yılında Rabbimizin katına uğurladığımız Aliya İzzetbegoviç için ‘Müslüman dünyanın son önemli düşünürlerinden biridir.’ desek bir hakkı teslim etmiş oluruz. Bu cümleye aklı başında ve hakkaniyetli Müslümanlar arasında ciddi bir itirazın olacağı da beklenemez aslında. Çünkü Aliya, düşünceleriyle ve yaptıklarıyla Müslüman dünyanın tarihinde silinmeyecek bir iz bıraktı.
Popüler Aliya’yı değil, düşünür Aliya’yı tanımalıyız
‘Aliya, Müslüman dünyada önemli bir iz bıraktı’ ifadesi doğru ama bırakılan bu iz, Aliya’nın hangi yönünün izi, bunu biraz deşmek gerek belki de. Bunu deşmek, biraz da bizim özeleştiri yapmamıza dikkat çekeceği için önemli. Aliya ile yapılan mülakatları derleyip ‘Geleceği Yenilemek’ adlı bir kitapla okurlara sunan Asım Öz’ün de vurguladığı üzere bu iz, büyük çoğunluk için yazık ki Aliya’nın düşünür kimliğinin izi değildir. Bırakılan bu iz, modern zamanların geçer akçesi olan popülaritenin bıraktığı izdir. Acı bir şekilde şöyle ifade edelim bunu: Bosna Hersek’te onca acı yaşanmasaydı, onca ölüm olmasaydı ve Bosna Hersek bu acılarla gündeme gelmeseydi, çok dar bir çevre dışında Aliya Izzetbegoviç adını kimse duymayacaktı. Bunu da kendi hanemize bir olumsuzluk olarak kaydedelim.
Kompleksi olmayan bir bilge
Aliya’da benim dikkatimi çeken hususlardan birisi, onun komplekssiz oluşudur. Bu yönü onu duygusallıktan uzak tutup olayları/düşünceleri sağlıklı bir şekilde görmeye itiyor. Sonrasında, iyisiyle kötüsüyle bir gerçeğin farkına varmış biri olarak da sağlıklı analizler yapıyor. Aliya, bu gördüklerini tarihe not düşmekten de kaçınmıyor üstelik. ‘İslam Deklarasyonu’na bakıldığında, Aliya’nın bu tavrı net olarak görülür. ‘İslam Deklarasyonu’nda Aliya’nın Osmanlının son dönemleri ile Türkiye’nin ilk dönemlerine dair yaptığı eleştirileri okuyanlar, bazı şeyleri daha iyi yerli yerine oturtur mesela.
Mülakatlarının ele verdiği bir Aliya portresi
‘Geleceği Yenilemek’, Asım Öz’ün Aliya’yla yapılan altı mülakatı derlediği bir kitap. Kitabı önemli kılan hususlar çok. Bunların en önemlilerine baktığımızda, Aliya’nın İslam ve Batı medeniyeti hakkındaki düşünceleri ile Batı’nın söylediği ile yaptığı arasındaki tutarsızlık olduğunu görürüz. Söylemde alabildiğine demokrat olan Batı’nın, uygulamaya geldiğinde nasıl acımasız olduğunu tarihe not düşer bu mülakatlarda Aliya.
Batı’nın görevi İslam’a saldırmak
Ahmet Kot’un yaptığı mülakatta sorulan sorulara verdiği cevaplar, tam da böyle bir Aliya portresi çizer. Ahmet Kot, Batı’nın İslam’a özellikle medya araçlarıyla saldırıp Müslüman algısını değiştirme, onların kültürel hayatlarını dönüştürme çabalarına karşılık Müslümanların ne yapması gerektiğini sorar Aliya’ya. Aliya yine sakin ve soğukkanlı biçimde yanıtlar bunu. Çatışmalar üzerine kurulu bir dünyada bunların olacağını ve hatta olması gerektiğini vurgular önce. Sonra muarız tarafın bunu niçin yaptığının değil, bizim buna nasıl karşılık vereceğimizin sorgulanması gerektiğine dikkat çeker. Bu noktada Aliya, Müslümanlare değil ama o devletlerin yöneticilerine bir eleştiri yöneltir. Özellikle medya üzerinden yapılan saldırıların/eleştirilerin yasaklarla engellenmeye çalışılmasına ciddi itirazı olduğunu söyler. Ona göre yapılması gereken şey, kendi fikrimizi tanıyıp güçlendirmek ve bunu tüm halk katmanına anlatabilmektir.
Nasıl bir dindarlık?
Bu hassas soruya Aliya’nın cevapları nettir: Asla içerikten yoksun bir dindarlık olamaz. Tam tersine, din insanda bir bilinç inşa etmeyi ve insanı dönüştürmeyi amaçlar. İnandığını iddia ettiği değerlere uygun biçimde kendisini dönüştüremeyen insanda bir şeyler eksik kalmıştır ona göre. Aliya’nın din üzerine bu düşünceleri, kitabın değişik sayfalarında sık sık karşımıza çıkar.
Aliya, insanın dinle ilişkisine değinirken gerçeklikten kopmaz. İnsanın sadece ahirete ait olmayıp dünya üzerinde yaşayan bir varlık olduğuna dikkat çeker. Dünya üzerinde yaşayan bir varlık olarak insanın duruşunun ve anlayışının şu şekilde olması gerektiğine inanır: “Hayatı sadece din ve dua ile değil, aynı zamanda çalışma ve bilimle tanzim etmek gerektiğine inanan; dünya tasavvurunda ibadethane ile fabrikanın yan yana olması gerektiğine izin vermekle kalmayıp talep eden; insanları sadece terbiye etmek değil, aynı zamanda onların dünyadaki hayatlarını kolaylaştırmak gerektiğini düşünen ve bu iki hedefin birbirine kurban edilmesi için hiçbir sebebin bulunmadığı fikrinde olan kimse, o İslam’a aittir.” Çünkü Allah dünyada her şeyi belli yasalara bağlamıştır. Bu yasaları bilip ona göre davranmak gerekir ve Müslüman da Allah’ın bu yasalarını bilip uygulamakla mükelleftir.
Eğitim olmadan olmaz
Rahmetli Akif Emre’nin bir mülakatının da yer aldığı ‘Geleceği Yenilemek’ adlı kendisiyle yapılan mülakatların derlendiği kitapta “Kendimize özgü üniversite ve bilimsel kurumlarımızı kuruncaya kadar eğitimimiz İslami sayılamayacağı gibi tesirli de olmayacaktır. Bu, tabii ki kapımızı dış dünyaya kapamamız gerektiği anlamına gelmez; sadece, yetişkin ve olgun insanlarımız dışında, çocuklarımızı koskoca dünyaya fırlatıp atmamamız gerektiği anlamına gelir.” diyen Aliya, hayallerle ve soyut sözlerle hiçbir şey olmayacağına bir kez daha dikkat çeker. Ona göre Müslüman, dünya hayatını ıskalayamaz. Çünkü Müslüman, dünyayı güzelleştirme ve mümkünse insanlar için cennet kılma gibi bir mükellefiyete sahiptir. Bu mükellefiyet onu donanımlı olmaya mecbur kılar. Bu mecburiyet ise onu söz söylemeye değil eylem yapmaya götürür. Müslüman, yapacağı bu eylemlerin neler olduğunu da bu eylemleri nasıl yapacağını da bunları nerede öğreneceğini de bilmelidir ona göre. Eğer biz bunu bilemez, bilip de uygulayamazsak kapımız dış dünyaya alabildiğince açık kalır ve birer toz gibi savrulup gideriz.
Din, insanların umudunun adıdır
Dini, insanların yüreklerinde yer eden bir inanç, hayatı düzenleyen bir öğreti ve Yaratıcı tarafından insanlara verilen bir iyilikler manzumesi olarak gören Aliya, dinin hiçbir zaman insanların gündeminden çıkmayacağını ısrarla belirtir. Zaman zaman din adına çok yanlış işler yapılsa bile, bunun dinin aslından olmadığını insanların anladığını ve bu anlayış dolayısıyla da dinin insanların umudu olduğunu söyler Hüseyin Öcal’a verdiği mülakatta. Bunu da kendi memleketi olan Bosna Hersek ve diğer Demirperde ülkelerinde yaşananlar üzerinden anlatır.
1989 yılına kadar “din bir afyondur” düşüncesini savunup bu düşünce gereği dini yok etmeye kendini adayan insanların yönetiminde her türlü “dinsizleştirme”ye maruz kalmış insanlarla o insanların soyundan gelenlerin, görece bir özgürlük ortamına kavuştukları anda yüreklerinde olan o inancın ortaya çıkıp insanları hemen kuşatıverdiğini anlatır uzun uzun. Bu yönüyle din, yürekte bulunan ve ne kadar baskılanırsa baskılansın uygun bir vasat bulduğunda hemen ortaya çıkan bir şeydir. Sadece bu da değildir din; başka hiçbir ideolojinin yerini ikame edemeyeceği bir şeydir aynı zamanda.
Savaşın ve savaşta yaşanan zulümlerin, Batılıların Müslümanlar söz konusu olduğunda nasıl değişip acımasız hale geldiklerinin sorgulandığı diğer dört mülakat da okunduğunda, hem yakın tarihe bir kez daha tanıklık yaptığımızı hissediyor hem Batı’nın çıkarları söz konusu olduğunda nasıl vahşileştiğini bir kez daha görüyor ve İslam’ın, Aliya’nın şahsında bir insanı nasıl ahsen-i takvim kıldığına keyifle şahitlik ediyoruz.
Mekânın cennet olsun Aliya.